Haberler
Bilim & Teknoloji
Yaşam
Kültür & Sanat
Haberler
Bilim & Teknoloji
Kültür & Sanat
Rutgers Üniversitesi'nde yapılan yeni bir araştırma, mikroplastiklerin hamile farelerden doğmamış yavrularına aktarılabildiğini ortaya koydu. Araştırmacılar, hamile farelerin soluduğu naylon parçacıklarının, yavruların beyin, böbrek, akciğer, kalp ve karaciğerinde en az iki hafta kaldığını tespit etti. Çalışma, bu plastik parçacıkların anne sütü yoluyla da geçebileceğini, ancak fetüs gelişimi sırasında kritik organlarda bulunmasının tehlike arz ettiğini gösteriyor. Araştırmacılar, bu bulguların anne-bebek sağlığı açısından endişe verici olduğunu vurgularken, gelecekte daha az toksik plastiklerin kullanımına yönelik yasal düzenlemelerin gerekliliğine dikkat çekiyor.
Sağlık sonuçları, kaynaklara ve hizmetlere erişimdeki geniş eşitsizlikleri yansıtarak sosyoekonomik durumla yakından ilişkilidir. Bu makale, gelir düzeylerindeki farklılıkların hastalık yaygınlığı ile nasıl ilişkilendiğini inceliyor ve düşük, orta ve yüksek gelirli popülasyonlardaki sistemik sağlık eşitsizliklerine odaklanıyor. Çeşitli bölgelerden vaka incelemeleri kullanılarak, bu korelasyonun altında yatan mekanizmalar ortaya konulmuş ve gelir eşitsizliğinin sağlık sonuçları üzerindeki etkisini azaltmaya yönelik politika müdahaleleri önerilmiştir.
Özet: Rutgers Üniversitesi'nde yapılan yeni bir araştırma, mikroplastiklerin hamile farelerden doğmamış yavrularına aktarılabildiğini ortaya koydu. Araştırmacılar, hamile farelerin soluduğu naylon parçacıklarının, yavruların beyin, böbrek, akciğer, kalp ve karaciğerinde en az iki hafta kaldığını tespit etti. Çalışma, bu plastik parçacıkların anne sütü yoluyla da geçebileceğini, ancak fetüs gelişimi sırasında kritik organlarda bulunmasının tehlike arz ettiğini gösteriyor. Araştırmacılar, bu bulguların anne-bebek sağlığı açısından endişe verici olduğunu vurgularken, gelecekte daha az toksik plastiklerin kullanımına yönelik yasal düzenlemelerin gerekliliğine dikkat çekiyor.
Tek Sağlık; insan sağlığı, hayvan sağlığı ve çevre sağlığı olarak üç temelden oluşan bütüncül bir bakış açısıdır. ''Tek sağlık'' yeni bir kavram olup halk sağlığının korunması için farklı disiplinlerden pek çok uzmanın iş birliği içerisinde çalışması gerektiğini savunur. Tek Sağlık kavramının ortaya atıldığı zamandan günümüze kadar konu ile ilgili pek çok çalışma yapılmış makale ve raporlar yayınlanmış ve bilim insanlarından oluşan çalışma grupları oluşturulmuştur.
Yeni bir genetik çalışma, Neandertaller ile modern insanların yaklaşık 50.500 yıl önce başlayan ve 7.000 yıl süren bir çiftleşme dönemini ortaya koydu. Araştırmacılar, 58 antik genom ve 275 modern insan genomu üzerinde yaptıkları analizde, Avrasya kökenli insanların genomlarının %1-2'sini Neandertal genlerinin oluşturduğunu tespit etti. Çalışma, Neandertal genlerinin bağışıklık, deri pigmentasyonu ve metabolizma gibi alanlarda modern insanlara önemli katkılar sağladığını gösterdi. Gelecekteki araştırmalar, bu gen akışının insan evrimindeki rolünü daha derinlemesine incelemeyi hedefliyor.
Cell Press dergisinde yayınlanan yeni bir araştırma, aralıklı orucun fare deneylerinde saç büyümesini yavaşlattığını ortaya koydu. Çalışmada, aralıklı oruç uygulanan farelerde kıl folikülü kök hücrelerinin enerji metabolizmasındaki değişikliğe uyum sağlayamadığı ve oksidatif stres nedeniyle saç uzama hızının düştüğü gözlemlendi. Küçük ölçekli insan deneyinde de benzer bir etki görülürken, araştırmacılar insanlardaki etkinin farelere kıyasla daha hafif olduğunu belirtti. Ekip, gelecek çalışmalarda aralıklı orucun deri ve diğer vücut sistemlerindeki kök hücre türleri üzerindeki etkilerini araştırmayı hedefliyor.
Delft Teknoloji Üniversitesi Kavli Enstitüsü ile Moleküler Patoloji Araştırma Enstitüsü'nün Viyana Biyomerkezi'nden araştırmacılar, kromozomları şekillendiren SMC motor proteinlerinin DNA'da yeni bir özelliğini keşfetti. Manyetik cımbızlar kullanarak yaptıkları gözlemlerde, bu proteinlerin DNA'yı halka içine çekerken her adımda 0.6 tur bükerek sol-elli bir hareket gerçekleştirdiğini tespit ettiler. Bu mekanizmanın hem insan hem de maya hücrelerinde aynı şekilde işlediği ortaya çıktı. Bu keşif, Cornelia de Lange Sendromu gibi genetik hastalıkların moleküler nedenlerinin anlaşılmasında kritik önem taşıyor.
Arkeologlar, yaklaşık 5.600 yıl önce Ukrayna'nın Kosenivka bölgesindeki bir evde çıkan yangında hayatını kaybetmiş Taş Devri insanlarının kalıntılarını inceledi. Araştırmacılar, en az 7 kişiye ait olduğu düşünülen 50 kemik ve diş parçası üzerinde yaptıkları analizlerde, bazı bireylerin muhtemelen karbonmonoksit zehirlenmesinden öldüğünü tespit etti. Cucuteni-Trypillya kültürüne ait olan bu insanların çoğunlukla bitkisel beslendiği ve gelişmiş tarım toplumu oldukları belirlendi. Kemikler üzerindeki bu detaylı çalışma, Taş Devri toplumlarının yaşam biçimleri ve ölüm şekilleri hakkında önemli bilgiler sunuyor.
Bakterilerden mavi balinalara kadar tüm canlıların paylaştığı genetik kodun nasıl evrimleştiği sorusu, Arizona Üniversitesi’nden bir ekip tarafından yeniden ele alındı. Çalışma, genetik kodun kademeli evrim sürecinde küçük amino asitlerin öncelikli olduğunu, daha karmaşık amino asitlerin ise sonradan eklendiğini ortaya koyuyor. Ayrıca, bugün kullanılan genetik koddan önce farklı kodların var olmuş olabileceği tespit edildi. Bu bulgular, astrobiyoloji ve yaşamın kökenine dair yeni soruların kapısını aralıyor.
Kültüre bağlı sendromlar, belirli toplumlara özgü psikopatolojik davranış ve inançları içerir. Bu sendromlar bir kültürün değerleri, inançları ve sosyal normları doğrultusunda şekillenir. Örneğin, Güney Asya'da görülen Koro sendromu, kişinin cinsel organının vücut içine çekilerek kaybolacağı korkusunu ifade eder. Japonya'daki Hikikomori, bireylerin kendini sosyal hayattan tamamen izole etmesiyle ortaya çıkar. Bu gibi durumlar, içinde yaşanılan kültürün bireylerin algı, duygu ve davranışlarını nasıl etkilediğini gösterir. Kültüre özgü olan bu sendromlar kişinin ruhsal sıkıntılarını, çevresel ve toplumsal etkileşimlerin bir sonucu olarak kendini ifade etmesiyle ilgilidir. Stres ve belirsizlik ortamlarında, davranışsal bulaşma mekanizmalarıyla bu sendromlar geniş kitlelere yayılabilir. Bu olgu, insan psikolojisinin kültürel bağlamlardan ne denli etkilendiğini ortaya koyar.
Asya kıtasındaki en eski ritüel buluşmasına dair 35.000 yıl öncesine ait kanıtlar İsrail'in Celile bölgesindeki Manot Mağarası'nda keşfedildi. Mağarada, Neandertaller ve modern insanların yaşadığı özel bir toplanma alanı ve üzerinde kaplumbağa kabuğu deseni oyulmuş bir kaya bulundu. Araştırmacılar, Case Western Reserve Üniversitesi'nden diş hekimliği öğrencilerinin de katkıda bulunduğu bu çalışmada, mağaranın sosyal bağları güçlendirmek için kullanılmış olabileceğini belirttiler. Keşif, insanlık tarihinin erken dönemlerindeki sosyal etkileşimler ve ritüeller hakkında yeni bir pencere açarak evrimsel anlayışımıza katkıda bulunuyor.
Bilim insanları, okyanusların derinliklerinde yaşayan fener balıklarının benzersiz evrimsel adaptasyonlarını ortaya çıkardı. Araştırmacılar, 1.000 ile 4.000 metre derinlikte yaşayan bu türlerin daha büyük çeneler, küçük gözler ve sıkışmış vücut yapıları geliştirdiğini keşfetti. DNA analizleri ve 3D modellemeler kullanılarak 132 türün genetik verisi incelenerek, bu canlıların deniz tabanından derin denizin açık sularına nasıl adapte olduğu belirlendi. Bu çalışma, ekstrem koşullarda bile yaşamın nasıl çeşitlenip adapte olabildiğini göstererek, gelecekteki çevresel değişimlere organizmaların nasıl tepki verebileceğini anlamamıza yardımcı oluyor.
MÖ 700'lerde inşa edilmeye başlanan Sargon II'nin başkenti Dur-Şarrukin'in terk edilmiş bir inşaat alanı olduğu düşüncesi, yeni jeofizik araştırmalarla değişiyor. Yüksek çözünürlüklü manyetometre ile yapılan incelemelerde, yer altındaki yapılara ait su kapısı, devasa binalar ve 127 odalı bir villa gibi izler keşfedildi. Araştırma, şehrin bir süre boyunca aktif bir yaşam merkezi olduğunu ortaya koyuyor.
Araştırmacılar, çocukların STEM alanlarındaki toplumsal cinsiyet kalıplarını 6 yaşından itibaren içselleştirmeye başladığını keşfetti. 40 yılı aşkın sürede 33 ülkede yapılan 98 çalışmayı kapsayan ve 145.000 çocuğun incelendiği dev araştırma, çocukların bilgisayar bilimi ve mühendislik alanlarında cinsiyete dayalı yetenekli olma algısını ortaya koydu. Çalışma, 6 yaşındaki çocukların %35'inin erkeklerin bilgisayar alanında daha iyi olduğunu düşündüğünü ve bu önyargıların yaşla birlikte arttığını gösterdi. Araştırmacılar, bu stereotiplerin kırılması için erken çocukluk döneminde kızların STEM alanlarıyla desteklenmesi gerektiğini vurguladı.
MIT'li araştırmacılar, yeni bir görüntü işleme yöntemiyle ana asteroit kuşağında çapı yalnızca 10 metre olan asteroitleri tespit etmeyi başardı. James Webb Uzay Teleskobu verilerini kullanarak, daha önce gözlemlenemeyen 138 yeni küçük asteroit keşfettiler. Araştırmacılar, bu küçük asteroitlerin bazılarının
: Uluslararası bir arkeolog ekibi, İspanya'daki Los Murciélagos mağarasında yaklaşık 7.000 yıl önce yapılmış en eski yay kirişlerini keşfetti. Araştırmacılar, keçi, yaban domuzu ve karaca tendonlarından üretilen kirişlerin ve söğüt, zeytin ve kamış ağaçlarından yapılan ok şaftlarının, Neolitik dönem insanlarının yüksek teknik becerilerini gösterdiğini tespit etti. Huş ağacı zifti ile kaplanan ok şaftları, hem koruyucu hem de dekoratif özelliklere sahipti. Çalışma, tarih öncesi toplulukların zanaat uygulamalarını ve günlük yaşamlarını anlamak için yeni fırsatlar sunuyor.
Londra Üniversitesi Koleji araştırmacıları, yaklaşık 35,65 milyon yıl önce Dünya'ya iki dev asteroidin çarptığını ve bu çarpışmaların her birinin birkaç kilometre genişliğinde olduğunu tespit etti. Rusya'nın Sibirya bölgesinde Popigai krateri ve ABD'nin Chesapeake Körfezi'nde oluşan kraterler, asteroit çarpmasıyla meydana gelen en büyük dördüncü ve beşinci kraterler olarak kayıtlara geçti. Araştırmacılar, deniz tabanındaki foraminifer fosillerini inceleyerek çarpışmalardan sonraki 150.000 yıl boyunca iklimde kalıcı bir değişim olmadığını ortaya koydu. Çalışma, gelecekteki potansiyel asteroit çarpışmalarının tespiti ve önlenmesi için bilimsel görevlerin desteklenmesi gerektiğini vurguladı.
Wyoming'de yapılan bir çalışma, son buzul çağında Kuzey Amerikalıların tilki, tavşan ve kedi gibi hayvanların kemiklerinden iğneler yaparak koruyucu giysiler diktiklerini ortaya koydu. La Prele bölgesindeki kemik iğneler ve tavşan kemiğinden yapılmış boncuk, bu dönemdeki yaşam tarzına ışık tutuyor. Araştırmalar, insanların yalnızca büyük avlara değil, küçük hayvanlara da odaklandığını gösteriyor. Bu bulgular, antik giysi üretiminin karmaşıklığını anlamak için önemli ipuçları sunuyor.
İngiltere'nin Doğu Sussex kıyılarında, yaklaşık 135 milyon yıl önce yaşamış tiranozorlar ve velociraptorlar gibi etçil dinozorların keskin dişleri bulundu. Araştırmacılar, fosilleşmiş dişleri analiz etmek için makine öğrenmesi ve istatistiksel yöntemler kullanarak bölgede spinozorlar, orta boy tiranozorlar ve küçük teropodların varlığını tespit ettiler. Yerel emekli taş ocağı işçisi Dave Brockhurst'un 30 yıl boyunca topladığı yaklaşık 5.000 fosil, bu önemli keşife büyük katkı sağladı. Çalışma, İngiltere ana karasında henüz keşfedilmeyi bekleyen daha birçok paleontolojik bulgu olduğunu göstererek, dinozor paleobiyolojisinin hâlâ heyecan verici bir bilim dalı olduğunu ortaya koyuyor.
İnsanlar tarafından getirilen yabancı türler, küresel tür azalmasında önemli bir rol oynamaktadır. Araştırmacılar, 230 yabancı memeli türünden 36'sının kendi doğal yaşam alanlarında tehdit altında olduğunu keşfetti. Çalışma, yabancı popülasyonların bazı türlerin küresel yok olma riskini azaltabileceğini ortaya koydu. Gelecekte, türlerin korunması için daha karmaşık ve hassas bir yaklaşım gerekecektir.
Bilim İnsanları, Amerika kıtalarında köpeklerle insan ilişkisinin yaklaşık 12.000 yıl önce başlamış olabileceğini keşfetti. Alaska'nın Swan Point arkeolojik alanında bulunan 12.000 yıllık bir köpek kaval kemiği ve 8.100 yıllık çene kemiği, bu ilişkinin erken dönem kanıtlarını sunuyor. Kimyasal analizler, köpeğin insanlar tarafından verilen somonlarla beslendiğini ve insan toplulukları ile yakın bir ilişki içinde olduğunu gösteriyor. Çalışma, köpeklerle insan ilişkisinin kökenlerini anlamak için önemli bir adım atarak, gelecekteki araştırmalara yol gösteriyor.
Bu makalede, adli antropoloji disiplininin sunduğu metodolojik yaklaşımlar ile insan iskelet sistemi üzerinde gerçekleştirilen analizler aracılığıyla bireyin kimliklendirilmesine yönelik elde edilebilecek bilgileri detaylı bir şekilde ele aldık. İskeletin belirli anatomik bölgelerinden yola çıkarak cinsiyet, yaş, boy ve bireyin yaşamı boyunca karşılaştığı patolojik durumlara ilişkin bilgilerin nasıl tespit edilebildiğini inceleyerek, bu süreçte kullanılan çeşitli bilimsel yöntemleri ve bu yöntemler arasındaki karşılaştırmalı ilişkileri açıkladık. Özellikle kafatası, pelvis, uzun kemikler ve dişler gibi iskeletin spesifik bölümlerinin farklı analiz teknikleriyle yorumlanması üzerine yoğunlaştık. Bu bağlamda, morfolojik ve metrik değerlendirmelerin birbiriyle olan tamamlayıcı rollerini vurgularken, tarihsel olarak geliştirilen klasik yöntemlerin modern teknolojik uygulamalarla nasıl desteklenebileceğini de tartıştık. Ek olarak elde edilen verilerin istatistiksel modeller ve bilgisayar temelli analizlerle nasıl doğrulandığını ve daha kesin sonuçlar üretmek için kullanılan multidisipliner yaklaşımları ele aldık. Bu yazı, adli antropolojide kimliklendirme çalışmalarının yalnızca teorik yönlerini değil, aynı zamanda adli tıp, hukuk ve sosyal bilimler gibi farklı disiplinlerle olan ilişkisini de kapsamlı bir şekilde irdelemektedir. Hedefimiz, okuyuculara bu alanın potansiyelini ve sınırlarını aktarırken, aynı zamanda alandaki güncel gelişmeleri ve geleceğe yönelik öngörüleri de sunmaktır.
PeerJ dergisinde yayımlanan bir çalışma, insan dilinin ve teknolojik kültürün temelini oluşturan yeteneklerin milyonlarca yıl önce evrimleşmiş olabileceğini ortaya koydu. Araştırmacılar, Gine'deki vahşi şempanzelerinin fındık kırma eylemlerini inceleyerek, onların eylemleri esnek ve karmaşık bir şekilde düzenleyebildiğini keşfetti. Çalışma, yetişkin şempanzelerin yarısının insan benzeri üst düzey işlemler gerçekleştirebildiğini ve eylem parçalarını planlayabildiğini gösterdi. Bulgular, bu yeteneklerin insanlar ve şempanzeler ayrılmadan önce evrimleşmiş olabileceğini ve gelecekte daha fazla araştırılması gerektiğini işaret ediyor.
Bilim insanları, hafıza oluşumuna dair geleneksel teorileri sarsan yeni bir çalışma gerçekleştirdi. Araştırma, kısa süreli hafızanın uzun süreli hafızaya dönüşümünün tek bir doğrusal yol olmadığını, aksine paralel bir yol da içerdiğini ortaya koydu. Farelerde yapılan deneyler, kısa süreli hafıza engellendiğinde bile uzun süreli hafızanın oluşabildiğini gösterdi. Bu keşif, hafıza mekanizmaları hakkındaki anlayışımızı değiştirebilir ve gelecekteki araştırmalara yeni bir bakış açısı getirebilir.
Çin Ulusal İpek Müzesi ve Sichuan Kültürel Kalıntılar ve Arkeoloji Araştırma Enstitüsü, Yangtze Nehri Havzası'ndaki Tunç Çağı medeniyetinin kurban törenlerinde ipek kullandığını keşfetti. Araştırmacılar, Sanxingdui bölgesindeki kurban çukurlarında, bronz ve yeşim taşı eserler üzerinde, immünafinite kolon, ELISA ve elektron mikroskobu gibi gelişmiş tekniklerle ipek kalıntıları tespit etti. İncelemeler sonucunda, dut ipeğine ait liflerin ritüellerde iletişim aracı olarak kullanıldığı ve yaklaşık 3.148–2.966 yıl önceye dayandığı belirlendi. Bulgular, erken Bronz Çağı'nda ipeğin kültürel önemini ve antik Shu uygarlığının teknolojik bilgisini ortaya koyarak, bölgenin ipek üretimindeki tarihsel rolüne ışık tutuyor.