Haberler
Bilim & Teknoloji
Yaşam
Kültür & Sanat
Haberler
Bilim & Teknoloji
Kültür & Sanat
3816 | Takipçi
Dünyaca ünlü teorik fizikçi, Utrecht Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Umut Gürsoy, 50 yaşında hayatını kaybetti. Gelen bilgilere göre Gürsoy, ABD’de geçirdiği ani kalp krizi sonucu yaşamını yitirdi. Başarılı akademik kariyeri, bilim dünyasına sunduğu önemli katkıları ve öğrencileri üzerindeki büyük etkisiyle tanınan Gürsoy’un vefatı, hem bilim camiasında hem de yakın çevresinde büyük bir üzüntü yarattı. Umut Gürsoy kimdir? 1974 doğumlu olan Prof. Dr. Umut Gürsoy, İstanbul Teknik Üniversitesi’nde Elektrik Mühendisliği eğitimi alırken gerçek tutkusunun teorik fizik olduğunu keşfetti ve çift anadal yaparak fizik eğitimini tamamladı. Ardından İsrail’deki Weizmann Institute of Science’da yüksek lisans yaptı ve Massachusetts Institute of Technology (MIT)’de “Aspects of the PP Wave/CFT Correspondence” başlıklı teziyle doktorasını tamamladı. Akademik kariyerine Avrupa’da devam eden Gürsoy, Paris’teki Ecole Normale Supérieure, Utrecht Üniversitesi ve CERN’de (Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi) araştırmacı olarak görev yaptı. 2012 yılında Utrecht Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalışmaya başlayan Gürsoy, 2017’den itibaren burada profesör unvanı ile görevine devam ediyordu. Bilimsel çalışmaları ve katkıları Umut Gürsoy’un araştırmaları, özellikle güçlü etkileşimli kuantum alan teorileri ve sicim teorisi üzerine yoğunlaşmıştı. “Holografik Korespondans” (AdS/CFT Korespondansı) kavramı üzerinde önemli çalışmalar yaptı ve bu alanı hem teorik hem de uygulamalı yönleriyle geliştirdi. Gürsoy’un çalışmaları sayesinde, kuantum alan teorileri ile Einstein’ın genel görelilik teorisi arasında köprüler kuruldu. Son yıllarda Gürsoy, ağır iyon çarpışmaları, kuark-gluon plazması ve kondanse madde sistemlerindeki anormal taşıma olayları gibi güncel konulara yönelik projeler yürütüyordu. CERN’deki ALICE deney grubunun, Gürsoy’un teorik tahminlerini test etmek üzere çalışmalara başlaması, onun bilimsel etkisinin bir diğer göstergesiydi. 77 adet bilimsel makale yayımlamış, 4700’ün üzerinde atıf almış ve teorik fizik topluluğunda 30’un üzerinde h-indeks puanı elde etmişti. Ayrıca “Holography and Magnetically Induced Phenomena in QCD” isimli kitabı da bilim dünyasında büyük ilgi gördü. Umut Gürsoy, akademik hayatı boyunca 13 doktora öğrencisi, 13 doktora sonrası araştırmacı ve 40’tan fazla yüksek lisans öğrencisi yetiştirdi. Mezunlarının çoğu Cambridge, ETH Zürih gibi prestijli kurumlarda kariyerlerine devam etti. Öğretim yöntemleriyle de dikkat çeken Gürsoy, Utrecht Üniversitesi’nde 2014 yılında “Yılın En İyi Öğretim Üyesi” seçilmişti. Umut Gürsoy neden öldü? Fizikçi arkadaşları ve sevenleri Umut Gürsoy’un vefat haberini sosyal medya üzerinden duyurdu. Ömer Aygün, “Utrecht’teki en büyük dert ortağım, süper bir baba, efsane bir hoca Umut Gürsoy’u kaybettik. Üzüntüm tarifsiz” ifadeleriyle duygularını paylaştı. Ekrem Aydıner ise, “Türkiye çok kıymetli, çok kaliteli bir fizikçi evladını kaybetti” diyerek Türkiye için büyük bir kayıp olduğuna dikkat çekti. Gürsoy’un yakını Ferdi Özbakır da, “Dünyaca bilinen çok değerli bilim adamı Prof. Dr. Umut Gürsoy’u kaybettik. Ani kalp durması sonucu ABD'de vefat etti” açıklamasında bulundu. Görsel ve Kaynak: https://www.karakosehaber.com/unlu-fizikci-umut-gursoy-kimdir-neden-oldu/193754/
Yeni bir bilimsel araştırma, köpeklerin zeka seviyesi ile yaşlanma süreci arasında doğrudan bir bağlantı olabileceğini ortaya koydu. Çalışmaya göre, eğitilebilirliği yüksek olan köpekler, hücresel yaşlanmayı geciktiren daha uzun telomerlere sahip. Bu da, daha zeki köpeklerin biyolojik olarak daha uzun süre genç kaldığını gösteriyor. Araştırmacılar, 63 evcil köpeğin telomer uzunluklarını ölçerek yaşlanma süreçlerini inceledi. Telomerler, hücrelerin bölünmesi sırasında kromozomları koruyan DNA dizileri olup zamanla kısalıyor. İnsanlarda yapılan önceki çalışmalar, sosyal ve bilişsel faktörlerin telomer dinamiklerini etkileyebileceğini göstermişti, ancak hayvanlarda bu ilişki yeterince araştırılmamıştı. Bu yeni çalışma, köpeklerde telomer kısalmasını hangi faktörlerin etkilediğini anlamak için yürütüldü. Araştırmacılar, cinsiyet, yaş, vücut ağırlığı ve beslenme gibi standart değişkenlerin yanı sıra, köpeklerin bilişsel yeteneklerini “Viyana Köpek Bilişsel Test Bataryası” (Modified Vienna Canine Cognitive Battery) ile değerlendirdi. Köpeklerin eğitilebilirlik seviyeleri (trainability), yaşlanma sürecini en iyi tahmin eden faktör olarak öne çıktı. Eğitilebilirlik, telomer değişimi için en güçlü belirleyici faktör olarak öne çıktı ve 0.7'nin üzerinde bir değişken önem derecesine (Relative Variable Importance - RVI) sahipti. Diğer faktörler (yaş, cinsiyet, beslenme ve genel bilişsel yetenekler) telomer dinamikleri üzerinde çok daha az etkiliydi. Bu bulgular, köpeklerin zihinsel aktivitelerinin yalnızca bilişsel yeteneklerini geliştirmekle kalmayıp, aynı zamanda yaşlanma süreçlerini de etkileyebileceğini gösteriyor. Eğitilebilirlik, köpeğin hem zihinsel olarak aktif kalmasını sağlıyor hem de hücresel düzeyde yaşlanmayı yavaşlatıyor. Yaşlanmayı geciktirmenin anahtarı: Zihinsel uyarım Araştırmacılar, köpeklerde zihin açıklığını korumanın, onların biyolojik yaşlanma sürecini yavaşlatabileceğini vurguluyor. Düzenli eğitim, yeni komutlar öğrenme ve problem çözme gibi zihinsel uyarıcı aktiviteler, köpeklerin daha sağlıklı ve genç kalmasına katkı sağlayabilir. Tıpkı insanlarda olduğu gibi, zihinsel uyarım köpeklerin ömrünü ve yaşam kalitesini artırabilir. Bu bulgular, köpek sahipleri için de önemli mesajlar içeriyor. Köpeklerin uzun ve sağlıklı bir yaşam sürmesi için yalnızca fiziksel aktivite değil, zihinsel egzersizler de büyük bir rol oynuyor. Gelecek çalışmalar ve yeni sorular Bu çalışma, bilişsel faktörlerin köpeklerin yaşlanma süreci üzerindeki etkisini ortaya koyan ilk kapsamlı araştırmalardan biri. Ancak bilim insanları, bu bağlantıyı daha iyi anlamak için daha geniş kapsamlı çalışmalar yapılması gerektiğini vurguluyor. Özellikle, farklı ırklardaki köpeklerin telomer dinamikleri ve bilişsel yetenekleri arasındaki ilişkiler daha ayrıntılı incelenmeli. Sonuç: Akıllı köpekler sadece daha zeki değil, aynı zamanda daha genç! Bu araştırma, bilişsel yeteneklerin yalnızca öğrenme süreciyle sınırlı olmadığını, aynı zamanda yaşlanmayı da doğrudan etkileyebileceğini gösteriyor. Köpeklerde eğitilebilirlik, hücresel yaşlanmayı geciktiren önemli bir faktör olabilir. Köpeğinizi sağlıklı ve genç tutmanın yolu, ona sadece iyi bir diyet sunmak değil, aynı zamanda zihinsel olarak aktif kalmasını sağlamaktan geçiyor! Kaynak: https://journals.plos.org/plosone/article?id=10.1371/journal.pone.0317332
Listede büyük çoğunluk Batılı ülkelerden, bunların dışında sadece 1 Hintli, 1 İranlı ve 1 Iraklı var, Osmanlı ve Türk, ne yazık ki hiç yok. Bu listedeki buluşları tüm dünya kullanıyor! Bazılarına göre bu listedeki aşı, penisilin, anestezi vs. zaten İslam dünyası biliyormuş ama yapmamışlar (!). Önemli Buluşlar Tablosu: Buluş, Buluşu Yapan(lar), Tarih, Ülke Bilim ve Matematik Temelleri Ondalık Sayı Sistemi (Hint-Arap Rakamları) Hintli Matematikçiler Yaklaşık 500 Yıl Cebir El-Harezmi Yaklaşık 820 İran Optik İbn el-Heysem Yaklaşık 1021 Irak Bilimsel Yöntem Roger Bacon 13. yüzyıl İngiltere Güneş Merkezli Evren Modeli Nikolaus Kopernik 1543 Polonya Gezegen Hareket Kanunları Johannes Kepler 1609–1619 Almanya Teleskop Hans Lippershey / Galileo Galilei 1608–1609 Hollanda / İtalya Mikroskop Zacharias Janssen Yaklaşık 1590 Hollanda Hareket Kanunları ve Yerçekimi Isaac Newton 1687 İngiltere Kalkülüs Newton ve Leibniz 1600'lerin sonu İngiltere / Almanya Termodinamik Kanunları James Joule, Rudolf Clausius 1850’ler İngiltere / Almanya Elektromanyetizma James Clerk Maxwell 1860’lar İskoçya Periyodik Tablo Dmitri Mendeleyev 1869 Rusya Evrim Teorisi Charles Darwin 1859 İngiltere Mikrop TeorisiLouis Pasteur & Robert Koch 1850–1880’ler Fransa / Almanya Özel Görelilik Albert Einstein 1905 Almanya Genel Görelilik Albert Einstein 1915 Almanya Kuantum Mekaniği Planck, Bohr, Schrödinger vb. 1900–1930 Almanya / Danimarka DNA'nın Yapısının Keşfi Watson & Crick (Franklin, Wilkins) 1953 ABD / İngiltere CRISPR Gen Düzenleme Emmanuelle Charpentier & Jennifer Doudna 2012 Fransa / ABD Tıp ve biyoloji Aşı (Çiçek Aşısı) Edward Jenner1796 İngiltere Anestezi Crawford Long / William Morton 1846 ABD Antiseptik Cerrahi Joseph Lister 1865 İngiltere X-Işınları Wilhelm Röntgen 1895 Almanya Penisilin (İlk antibiyotik) Alexander Fleming 1928 İskoçya İnsülin Tedavisi Frederick Banting & Charles Best 1921 Kanada Kan Grupları Karl Landsteiner 1901 Avusturya Organ Nakli (Böbrek) Joseph Murray1954 ABD Polio (Çocuk Felci) Aşısı Jonas Salk 1955 ABD MR (Manyetik Rezonans) Paul Lauterbur & Peter Mansfield 1970'ler ABD / İngiltere Tüp Bebek (IVF) Robert Edwards & Patrick Steptoe 1978 İngiltere İnsan Genomu Projesi Uluslararası Ekip 1990–2003 ABD Öncülüğünde Monoklonal Antikorlar Köhler ve Milstein 1975 Almanya / Arjantin BT Tarama (Tomografi) Godfrey Hounsfield 1972 İngiltere Kalp Pili (Pacemaker) Wilson Greatbatch 1958 ABD Yapay Kalp Barney Clark (Jarvik-7) 1982 ABD Kök Hücre İzolasyonu James Thomson 1998 ABD mRNA Aşıları Katalin Karikó & Drew Weissman 2005–2020 Macaristan / ABD Kanser Bağışıklık Tedavisi James Allison & Tasuku Honjo 2010'lar ABD / Japonya Biyonik Protezler Gelişmiş araştırmalar 2000'ler sonrası Uluslararası Mühendislik ve fizik Matbaa Johannes Gutenberg 1440 Almanya Barut Çinli Mucitler 800’ler Çin Pusula Çinli Mucitler 1100’ler Çin Buhar Makinesi James Watt (geliştirdi) 1765 İskoçya Lokomotif George Stephenson 1814 İngiltere Elektrik Lambası Thomas Edison 1879 ABD Telgraf Samuel Morse 1837 ABD Telefon Alexander Graham Bell 1876 İskoçya / ABD Radyo Guglielmo Marconi 1895 İtalya Ampul Joseph Swan / Edison 1870’ler İngiltere / ABD Asansör Güvenlik Sistemi Elisha Otis 1853 ABD Dikiş Makinesi Elias Howe / Isaac Singer 1846 ABD İçten Yanmalı Motor Nikolaus Otto / Daimler 1876 Almanya Elektrik Motoru Michael Faraday 1821 İngiltere Transformatör Lucien Gaulard & John Gibbs 1880’ler Fransa / İngiltere Elektrik Dağıtım Sistemi Nikola Tesla 1887 Sırbistan / ABD Otomobil Karl Benz 1885 Almanya Uçak Wright Kardeşler 1903 ABD Helikopter Igor Sikorsky 1939 ABD Radar Robert Watson-Watt 1935 İngiltere Bilgisayar, elektronik ve iletişim Sayısal Bilgisayar Alan Turing (öncüsü), ENIAC 1936 / 1945 İngiltere / ABD Programlanabilir Bilgisayar Konrad Zuse (Z3) 1941 Almanya Transistör John Bardeen, Brattain, Shockley 1947 ABD Mikroçip (IC) Jack Kilby & Robert Noyce 1958 ABD İnternet (ARPANET) DARPA, Vinton Cerf & Bob Kahn 1969 / 1983 ABD Kişisel Bilgisayar Steve Wozniak & Steve Jobs (Apple I) 1976 ABD World Wide Web Tim Berners-Lee 1989 İngiltere Akıllı Telefon Apple (iPhone) 2007 ABD GPS ABD Savunma Bakanlığı 1978–1995 ABD E-posta Ray Tomlinson 1971 ABD Bluetooth Jaap Haartsen 1994 Hollanda Wi-Fi John O’Sullivan ve ekibi 1991–1997 Avustralya LCD Ekran James Fergason 1971 ABD QR Kod Masahiro Hara1994 Japonya Yapay Zeka Temelleri McCarthy, Minsky, Turing vb. 1950–60’lar ABD / İngiltere Video Konferans Bell Labs (AT&T) 1968 ABD Mikroişlemci Intel (4004 – Federico Faggin) 1971 ABD Grafik Arayüz (GUI) Xerox PARC 1973 ABD Linux Linus Torvalds 1991 Finlandiya Blockchain / Bitcoin Satoshi Nakamoto 2008 Bilinmiyor (muhtemelen Japonya / küresel) Enerji, uzay, ulaşım ve diğer buluşlar Roket Bilimi (Modern) Konstantin Tsiolkovsky / Goddard 1903 / 1926 Rusya / ABD İlk Uzay Uçuşu (İnsanlı) Yuri Gagarin 1961 Sovyetler Birliği Ay'a iniş NASA - Apollo 11 1969 ABD Nükleer EnerjiFermi, Szilard, Hahn 1942 İtalya / Almanya / ABD Güneş Enerjisi Hücresi Bell Labs 1954 ABD Elektrikli AraçTesla Inc. (modernleşme) 2008+ ABD Maglev Tren Japon mühendisler 1980’ler Japonya Dron Teknolojisi Askeri ve sivil Ar-Ge 2000 sonrası Küresel 3D Yazıcı Chuck Hull 1984 ABD GPS Navigasyon ABD Savunma Bakanlığı 1990’lar ABD Güneş Paneli Gelişimleri Russell Ohl 1941 ABD Elektronik Haritalar (Google Maps vb.) Google2005 ABD Hibrit Araçlar Toyota (Prius) 1997 Japonya Otonom Araçlar Waymo (Google) ve diğerleri 2010 sonrası ABD Uluslararası Uzay İstasyonu NASA, Roscosmos, ESA, JAXA vb. 1998+ Uluslararası Lityum İyon Pil Akira Yoshino ve diğerleri 1985 Japonya Yenilenebilir Enerji Teknolojileri Küresel Çalışmalar 2000’ler sonrası Uluslararası Mars Keşifleri (Curiosity, Perseverance) NASA 2012–2021 ABD Hızlı Tren (Shinkansen) Japonya Demiryolları 1964 Japonya Kuantum Bilgisayar Temelleri Feynman, Shor, ekibi 1980’ler– ABD / Küresel Aynı listenin kronolojik sıralamasını aşağıda bulabilirsiniz: Decimal System (Hindu-Arabic numerals) - Indian mathematicians, c. 500 CE (Current or Common Era / 0 Milat)) Algebra - Al-Khwarizmi, c. 820 CE Optics - Ibn al-Haytham, c. 1021 Scientific Method - Roger Bacon, 13th century (Osmanlılar- Fatih, Kanuni ve sonraki padişahlar dönemleri aşağıda) Heliocentric Theory - Nicolaus Copernicus, 1543 Laws of Planetary Motion - Johannes Kepler, 1609-1619 Telescope - Hans Lippershey / Galileo, 1608-1609 Microscope - Zacharias Janssen, c. 1590 Laws of Motion & Gravity - Isaac Newton, 1687 Calculus - Newton and Leibniz, late 1600s Thermodynamics Laws - James Joule, Rudolf Clausius, 1850s Electromagnetism - James Clerk Maxwell, 1860s Periodic Table - Dmitri Mendeleev, 1869 Evolution by Natural Selection - Charles Darwin, 1859 Germ Theory - Louis Pasteur & Robert Koch, 1850s-1880s Special Relativity - Albert Einstein, 1905 General Relativity - Albert Einstein, 1915 Quantum Mechanics - Planck, Bohr, Schrodinger et al., 1900-1930 DNA Structure Discovery - Watson & Crick (with Franklin & Wilkins), 1953 CRISPR Gene Editing - Emmanuelle Charpentier & Jennifer Doudna, 2012 Vaccination (smallpox) - Edward Jenner, 1796 Anesthesia - Crawford Long / William Morton, 1846 Antiseptic Surgery - Joseph Lister, 1865 X-rays - Wilhelm Rontgen, 1895 Penicillin - Alexander Fleming, 1928 Insulin Therapy - Banting and Best, 1921 Blood Groups Discovery - Karl Landsteiner, 1901 Organ Transplants - First successful kidney transplant, 1954 Polio Vaccine - Jonas Salk, 1955 MRI (Magnetic Resonance Imaging) - Paul Lauterbur & Peter Mansfield, 1970s In Vitro Fertilization - Edwards & Steptoe, 1978 Human Genome Project - International effort, 1990-2003 Monoclonal Antibodies - Kohler and Milstein, 1975 CT Scan (CAT) - Godfrey Hounsfield, 1972 Pacemaker - Wilson Greatbatch, 1958 Artificial Heart - Jarvik-7, first implanted 1982 Stem Cell Isolation - James Thomson, 1998 mRNA Vaccines - Katalin Kariko and Drew Weissman, 2005-2020 Cancer Immunotherapy (Checkpoint Inhibitors) - 2010s Bionic Prosthetics - Modern developments, 2000s-present Steam Engine - Thomas Newcomen (1712), James Watt (1765) Electric Battery - Alessandro Volta, 1800 Electromagnetic Induction - Michael Faraday, 1831 Internal Combustion Engine - Nikolaus Otto, 1876 Telephone - Alexander Graham Bell, 1876 Light Bulb - Thomas Edison, 1879 Radio - Guglielmo Marconi, 1895 Airplane - Wright brothers, 1903 Nuclear Fission - Otto Hahn & Fritz Strassmann, 1938 Nuclear Reactor - Enrico Fermi, 1942 Transistor - Bardeen, Brattain, and Shockley, 1947 Laser - Theodore Maiman, 1960 Integrated Circuit (Microchip) - Jack Kilby & Robert Noyce, 1958 GPS - U.S. Dept of Defense, deployed 1978-1995 3D Printing - Chuck Hull, 1983 Graphene Discovery - Geim & Novoselov, 2004 Gravitational Waves Detection - LIGO team, 2015 Superconductivity - Kamerlingh Onnes, 1911 Photovoltaic Solar Cells - Bell Labs, 1954 Electric Motor - Michael Faraday, 1821 Printing Press - Johannes Gutenberg, c. 1440 Mechanical Calculator - Blaise Pascal, 1642 Analytical Engine (concept) - Charles Babbage, 1830s Boolean Algebra - George Boole, 1854 Turing Machine - Alan Turing, 1936 ENIAC (first general-purpose computer) - 1945 Programming (first programmer) - Ada Lovelace, 1840s World Wide Web - Tim Berners-Lee, 1989 Personal Computer - Apple I (Jobs & Wozniak), 1976 Smartphone - IBM Simon, 1992; iPhone popularized in 2007 Email - Ray Tomlinson, 1971 Internet (ARPANET) - 1969 Wi-Fi - John O'Sullivan and team, 1992 Bluetooth - 1994 (Ericsson) Blockchain - Satoshi Nakamoto, 2008 Artificial Intelligence (deep learning revolution) - 2010s Search Engines (Google) - Larry Page & Sergey Brin, 1998 Social Media Platforms - Facebook, 2004 (Zuckerberg et al.) Quantum Computing Prototype - IBM, Google, 2010s Cloud Computing - Concept evolved 2000s (Amazon, Google, etc.) Compass (Magnetic) - Chinese inventors, c. 1000 CE Gunpowder - Chinese alchemists, 9th century Mechanical Clock - Europe, c. 1300 Printing with Movable Type - Bi Sheng (China), 1040; Gutenberg (Germany), 1440 Steam Locomotive - George Stephenson, 1814 Electric Train - Werner von Siemens, 1879 Automobile - Karl Benz, 1885 Rocketry - Konstantin Tsiolkovsky (theory), Robert Goddard (practical), 1926 Sputnik (First Satellite) - USSR, 1957 Moon Landing - NASA (Apollo 11), 1969 Space Shuttle - NASA, 1981 Hubble Space Telescope - 1990 International Space Station - 1998-present Reusable Rockets - SpaceX (Falcon 9), 2015 Electric Cars (modern) - Tesla, 2008 Solar Power Satellites (concept) - Peter Glaser, 1968 Carbon Capture Tech - 2000s Hydrogen Fuel Cells - Francis Bacon, 1932; practical use, 2000s Fusion Energy Breakthroughs - 2020s (NIF & ITER progress) Mars Rovers (e.g., Perseverance) - NASA, 2021 Yüksel Atakan, Dr. / Radyasyon Fizikçisi / ybatakan4@gmail.com 19.04.2025 Kaynak: YZ ChatGPT ile yazışmalar ve derlemeler
Gökbilimcilerden oluşan bir ekip, Dünya'dan 120 ışık yılı uzaklıktaki bir yıldızın yörüngesinde dönen ve “K2-18b” olarak bilinen devasa bir gezegende, Dünya dışı yaşamın şimdiye kadarki en güçlü belirtisi olduğunu ileri sürdü. Astrophysical Journal Letters dergisinde yayımlanan çalışma kapsamında söz konusu gezegenin atmosferine dair analizler, deniz yosunu gibi canlı organizmalara benzer bir molekülün bolluğunu gösteriyor. Cambridge Üniversitesi’nden gökbilimci Nikku Madhusudhan, Salı günü düzenlediği basın toplantısında, şunları söyledi: “Erken yaşamı tespit ettiğimizi iddia etmek için erken ama K2-18b yaşamla dolu sıcak bir okyanusla kaplı olabilir. Bu devrim niteliğinde bir an. İnsanlığın, bir gezegende potansiyel biyolojik işaretleri ve yaşanabilirliği gördüğü bir andayız." Bu araştırmayı K2-18b'de ne olduğunu anlamak için “heyecan verici ve düşündürücü bir ilk adım” olarak nitelendiren diğer araştırmacılar, iddialı sonuçlara varmaktan çekindiler. Johns Hopkins Üniversitesi'nde gezegen bilimci olan Stephen Schmidt, “Bu bir ipucu. Ancak henüz yaşanabilir olduğu sonucuna varamayız," ifadelerini kullandı. Bilim insanlarına göre, K2-18b'de veya başka bir yerde “Dünya dışı yaşam” varsa, kesin keşfi yavaş bir hızda gerçekleşecek. San Antonio'daki Southwest Araştırma Enstitüsü'nden gezegen bilimci Christopher Glein, “E.T'nin bize el salladığını görmediğimiz sürece, bu kesin bir kanıt olmayacak,” dedi. K2-18b'nin keşfi Kanadalı gökbilimciler, K2-18b'yi 2017'de Şili'deki yer tabanlı teleskoplardan bakarken keşfetti. K2-18b, Güneş sistemimizin dışında yaygın olarak bulunan bir gezegen türü olsa da Dünya'nın yakınında bilim insanlarının yaşam belirtisi ipucu için yakından inceleyebileceği herhangi bir benzeri yoktu. Daha büyük bir kütleye sahip olmasına rağmen Neptün'den daha küçük yarıçaplı bir gezegen (Alt-Neptün) olarak bilinen bu gezegenler, iç Güneş sistemimizdeki kayalık gezegenlerden çok daha büyük. Ancak dış Güneş sistemindeki Neptün ve diğer gaz ağırlıklı gezegenlerden daha küçükler. Dr. Madhusudhan ve meslektaşları, alt-Neptünlerin ılık su okyanuslarıyla kaplı olduğunu ve hidrojen, metan ve diğer karbon bileşikleri içeren atmosferlerle sarıldığını 2021'de öne sürmüştü. Bu garip gezegenleri tanımlamak içinse "hidrojen" ve "okyanus" kelimelerinin birleşiminden oluşan "Hycean" adlı yeni bir terim ortaya atmışlardı. Aralık 2021'de James Webb Uzay Teleskobu'nun fırlatılması, gökbilimcilerin alt Neptün gezegenlere ve diğer uzak gezegenlere daha yakından bakmasını; değişen dalga boylarını analiz ederek atmosferin kimyasal bileşimini çıkarabilmelerini sağladı. Dr. Madhusudhan ve meslektaşları, K2-18b'yi incelerken bu gezegenin bir Hycean gezegeninin sahip olacağını tahmin ettikleri moleküllerin çoğuna sahip olduğunu keşfetti. 2023'te ise başka bir molekülün ve büyük potansiyel öneme sahip bir molekülün de belirsiz ipuçlarını tespit ettiklerini bildirdiler. Bunlar kükürt, karbon ve hidrojenden oluşan dimetil sülfürdü. Dimetil sülfür = Yaşam Dünya'da dimetil sülfürün bilinen tek kaynağı yaşamdır. Örneğin okyanusta, belirli alg türleri, havaya karışan ve denizin kendine özgü kokusuna katkıda bulunan bileşiği üretiyor. Webb teleskobu fırlatılmadan çok önce, astrobiyologlar, dimetil sülfürün diğer gezegenlerde yaşam belirtisi olup olmadığını merak etmişlerdi. Geçtiğimiz yıl ise Dr. Madhusudhan ve meslektaşları dimetil sülfür aramak için ikinci bir şans elde etti. K2-18b yörüngede dönerken, gezegenin atmosferinden geçen yıldız ışığını analiz etmek için Webb teleskopunda farklı bir alet kullandılar. Bu sefer dimetil disülfür adı verilen benzer bir molekülle birlikte daha da güçlü bir dimetil sülfür sinyali gördüler. Karşıt görüş Pazar günü yayınlanan bir makalede Dr. Glein ve meslektaşları, K2-18b'nin magma okyanusu ve kalın, kavurucu bir hidrojen atmosferine sahip devasa bir kaya parçası olabileceğini ve bunun bildiğimiz şekliyle yaşama pek de elverişli olmadığını savundu. Bilim insanlarının ayrıca yeni çalışmayı anlamlı kılmak için laboratuvar deneyleri yapmaları gerekecek. Örneğin, dimetil sülfürün Dünya'daki gibi davranıp davranmadığını görmek için, alt-Neptünlerdeki olası koşulları yeniden yaratmaları gerekecek. Cornell Üniversitesi'nde bir dış gezegen bilimcisi olan Nikole Lewis, “Uzaylılar!” diye bağırmıyorum. Ama her zaman 'uzaylılar!' diye bağırma hakkımı saklı tutuyorum.” Kaynak Kapak görseli: A. Smith, N. Madhusudhan/University of Cambridge
NASA’nın Uluslararası Uzay İstasyonu'nda (ISS) mahsur kalan iki astronotundan birisi olan Suni Williams, istasyona vardığından bu yana ilk defa uzay yürüyüşüne çıktı. Bu yürüyüş, NASA astronotlarının geçen yaz yarıda kesilen uzay yürüyüşünden bu yana gerçekleştirdiği “ilk uzay yürüyüşü” olarak kayıtlara geçti. The Guardian’da yer alan habere göre, istasyonun komutanı olan Suni Williams, NASA'dan Nick Hague ile birlikte bazı dış mekân onarım çalışmalarını üstlenmek zorunda kaldı. Williams, istasyon Türkmenistan'ın 420 km üzerinde seyrederken, telsizden “Dışarı çıkıyorum,” diyerek ilgili görevi gerçekleştirdi. NASA sorunun giderildiğini duyurdu. İkilinin fırlatmadan 10 ay sonra, yani Mart sonu veya Nisan başında evlerine dönebilecekleri belirtiliyor.
Karıncadan yoğurt mu? Süt dolu bir kabın içine topu topu dört canlı karıncanın eklenmesi, yoğurdun mayalanma sürecini başlatmaya yeterli mikrop, enzim ve asitleri sağlayabiliyor. Güneydoğu Avrupa’ya özgü geleneksel bir yoğurt yapma yöntemi: Maya olarak canlı karıncalardan yararlanılması. Yoğurdun mayalanması için gerekli bakteriler ve asit karıncalardan sağlanıyor. Süt dolu bir kabın içine topu topu dört canlı karıncanın eklenmesi, yoğurdun mayalanma sürecini başlatmaya yeterli mikrop, enzim ve asitleri sağlayabiliyor. Günümüzde yoğurtların büyük bir çoğunluğu ticari mayalarla sütün mayalanması sonucunda üretiliyor. Ve bu sürecin sanayileşmesi dünyanın farklı yerlerindeki çeşitli geleneksel mayalama uygulamalarının görmezden gelinmesine yol açtı. Bilim insanları Türkiye, Arnavutluk, Bulgaristan ve Makedonya’nın da aralarında yer aldığı dünyanın çeşitli ülkelerinde yoğurdun mayalanma sürecini başlatmak için karıncalardan yararlanıldığı kültürel bir uygulamanın varlığını daha önce belgelerle ortaya koymuşlardı. Şimdi Danimarka Teknik Üniversitesi’nden Leonie Jahn ile Kopenhag Üniversitesi’nden Veronica Sinotte önderliğinde bir araya gelen mikrobiyoloji, budunbilim (etnoloji) ve karınca biyolojisi uzmanları, bu konuda daha ayrıntılı bilgilere ulaşmak amacıyla karınca mayalanmasının temelinde yatan bilimsel gerçekleri araştırdılar. Bulgaristan’ın güneyindeki Nova Mahala köyünün yoğurt yapımcılarıyla birlikte çalışan araştırmacılar yoğurt için kırmızı bir orman karıncasını (Formica rufa) seçtiler. Ardından yoğurdu mayalamak amacıyla cam bir kavanozun içindeki ısıtılmış süte dört canlı karınca ekleyip üzerini tülbentle örttüler ve gece boyunca mayalanmasını beklediler. Ertesi gün sütün yoğurdun mayalanma sürecinin ilk aşamalarını içeren asidite, doku ve tada ulaştığı görüldü. Araştırmacılar hazırladıkları raporda mayalanma sürecinin bu aşamasında elde edilen maddeyi, “Otla beslenen hayvan yağına özgü tatların ağır bastığı, hafif keskin otsu bir tadı vardı” biçiminde betimliyorlardı. Araştırmacılar karıncaların yoğurdun mayalanmasına nasıl katkıda bulunduklarını anlamak için karıncalarla ilişkili mikroorganizmaları ve asitleri incelediler. Süt genellikle belirli türde bakterilerin laktik asit üretmeleri sonucunda koyulaşmaya başlar. Araştırmacılar yaptıkları incelemeler sonucunda karınca ile mayalanmış yoğurtta, mayalı besinlerde yaygın olarak görülen Lactobacillus delbrueckii bulgaricus ve Fructilactobacillus sanfranciscensis adlı iki laktik asit bakteri türüne tanık oldular. Sözü edilen bu bakteri türlerinden ikincisi genelde ekmek yapımında yararlanılan ekşi maya kültürlerinde bulunan bir türdü. Ancak araştırma F. sanfranciscensis’in karıncalarda ortaya çıkışının bu bakterinin mayalı yiyeceklerin yapımında yararlanılmaya başlanmasından milyonlarca yılı aşkın bir süre öncesine uzanabileceği olasılığını gündeme getirdi. Jahn, “Bu bakterinin ilk önce karıncalarda ve bir olasılıkla da başka böceklerde ortaya çıkmış olabileceğini düşünüyoruz”diyor. Bağımsız bir süt ürünleri araştırmacısı olan Ian Powell de karınca ile mayalanmış yoğurdun, temelinde yatan kimyasal ve dirimsel gerçekler konusunda belki de tümden habersiz olmalarına karşın atalarımızın ne denli yenilikçi olduklarının bir göstergesi olduğunu belirtiyor. Ancak Powell bu sürecin günümüzdeki yoğurtların atası olduğunu düşünmemizi gerektirecek hiçbir neden olmadığına da dikkat çekerek, “Sonuçta, çiğ sütün bildik mikrobiyotası yoğurt yapımı için gerekli bakterileri içeriyor. Bu bakteriler, düşük düzeylerde olsa bile, oradadırlar ve uygun koşullar sağlandığında gelişirler,” diyor. Powell karınca yönteminin daha sıklıkla peynir yapımında tanık olunan, söz gelimi koyulaştırma amacıyla limon suyu ya da sirke gibi asitlerin, incir reçinesi ve devedikeni sütü gibi bitkisel unsurların ya da hayvansal mide özütlerinin eklendiği başka geleneksel yöntemlerle çok daha uyumlu olduğuna inanıyor. “Olaya bu bağlamdan bakıldığında, süte karınca eklemek insana hiç de garip gelmiyor,” diye ekliyor. Rita Urgan Kaynak: https://www.newscientist.com/article/2450495-ants-can-be-used-to-make-yogurt-and-now-we-know-how-it-works/
Birçok uzmana göre tropikal hayvanlar, görece daha istikrarlı termal şartlara alışık olmaları nedeniyle iklim değişikliğinin öncelikli olarak tehdit ettiği türler arasında yer alıyor. Artan sıcakların tropikal kuşlara etkisini inceleyen yeni bir araştırma ise, sıcak dalgalarına karşı oldukça dayanıklı olabileceklerini gösteriyor. Tropikal türlerle birlikte ılıman iklimlerde yaşayan türlerin de incelendiği çalışmada, akut sıcaklık stresiyle baş etmede kuşların beklenenden çok daha iyi oldukları görüldü. Araştırmacılar, tropikal iklime özgü türlerin küresel ısınma karşısında daha savunmasız olduğuna işaret eden araştırmalar mevcutken, tropikal türler de dahil olmak üzere kuşların çoğunun, günlük yaşamlarında deneyimlediklerinden çok daha yüksek sıcaklıklara tahammül edebiliyor olmasını şaşırtıcı bir sonuç olduğunu belirtiyor. ABD'deki Illinois Üniversitesi'nden araştırmacılar, tropikal ve ılıman iklim kuşların sıcaklık stresi ile başa çıkma becerilerinde farklılık olduğu varsayımını test etmek için Panama ve Güney Karolina'dan getirilen 81 türü saha laboratuvarlarında gözlemledi. Mini sensörler yardımıyla, gittikçe artan sıcaklığa maruz bırakıldıklarında kuşların vücut içi sıcaklıklarının yanı sıra metabolizma hızları da tespit edilebildi. Çalışma sonucunda, kimi araştırmaların öngördüğü gibi sıcaklıklarda 3- 4 derecelik bir artış olması durumunda bile çalışmaya dahil olan tüm kuş türlerinin fizyolojik açıdan güvenli sıcaklık sınırları içinde kalacağı görüldü. Çalışmada, Güney Karolina'daki kuşların ortalama olarak Panama kuşlarından daha yüksek bir sıcaklık toleransına sahip olduğu, her iki grubun da artan sıcaklıkla baş etmede bir sorun yaşamadığı görüldü. İncelenen kuşlar arasında en yüksek sıcaklık toleransı güvercin ve kumrulara aitti. Araştırmacılar, bunun nedeninin, diğer türlerde görülmeyen terleme özelliği olduğunu belirtiyor. Çalışmanın sonuçları, kuşların yüksek sıcaklıklardan doğrudan etkilenmeyebileceğini gösterse de, araştırmacılar küresel ısınmanın dolaylı etkilerinin kuşlar için de yaşamsal tehdit oluşturduğunu ifade ediyor. Artan sıcakların besin kaynaklarını ve tropikal ormanların yapısını değiştirmesi muhtemel olduğu belirtilirken, kuşların fizyolojik açıdan yüksek sıcaklığa dayanıklı olmasının onlara iklim değişikliği karşında tam bir koruma sağlamayacağı ifade ediliyor. Kaynak: https://aces.illinois.edu/news/warming-climate-can-birds-take-heat
Güneydoğu Asya ormanlarında yaşayan yaprak maymunları (Trachypithecus) hayatta kalmak için savaşıyorlar. Gerçi yirmi türü bulunan bu maymunlar Colobus maymunu cinsinin en zengin türlüsüdür, ama evrimleri ve akrabalık ilişkileri hakkında hemen hemen hiçbir şey bilinmiyor. Güneydoğu Asya’nın yağmur ormanlarında ve dağ ormanlarında yaşayan uzun kuyruklu ve zayıf bedenli bu maymunların soyu tehdit altındadır. Alman bilim insanları şimdi bu ender görülen maymunlar arasında bilinmeyen bir türün bulunduğunu keşfettiler. Araştırmacıların asıl hedefleri aslında yaprak maymunların akrabalık ilişkileri hakkında bilgiler edinmekti. Bu amaçta barınak ve hayvanat bahçesinde yaşayan sekiz yaprak maymunun ve Myanmar’da yakalanan altı hayvanın dışkı örnekleri incelenmiş. Ayrıca bazı tarihi müze örneklerinin DNA analizleri de incelenmiş. Bu incelemeler sonucunda Trachypithecus phayrei türüne sınıflandırılan bazı örneklerin diğerleriyle örtüşmediği ortaya çıkmış. Mitokondriyal DNA’ları şimdiye dek bilinen türlerden farklı olduğu gibi dış görünüşleri de değişik. Hayvanların tüy rengi, kuyruk uzunluğu ve kafatası boyutu da diğer yaprak maymunlarından farklı. Tüm bunlar burada yeni bir yaprak maymunu türü olduğu anlamına geliyor. Günümüzde özellikle de Orta Myanmar’daki yağmur ormanlarında yaşayan ve Popa yaprak maymunu adını alan tür, bir milyon yıl kadar önce diğer yaprak maymunlarından ayrılmış. Yeni keşfedilen türle birlikte toplamda 22 yaprak maymunu türü bulunuyor. Ancak ne var ki bu yeni keşfedilmiş tür kaybolmuş da olabilir. Çünkü dört izole popülasyonda yaşayan Popa yaprak maymunlarının sayısı 200-250 civarında. Bilim insanları diğer yaprak maymunları gibi Popa yaprak maymun soyunun da yaşam alanlarının yok olması nedeniyle tehdit altında olduğunu söylüyorlar. Bu ürkek hayvanların yaşam alanları zarar görmemiş ormanlık alanlardır. Fakat ne yazık ki Güneydoğu’daki ormanlar hıza yok olmaya devam ediyor. Kaynak: https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC7671912/
Genç evrende, ilk patlamadan hemen sonra milyarlarca derecelik sıcaklıklar hüküm sürüyordu. Evren soğumaya başladığında ilk önce atom çekirdekleri, daha sonra ise atomlar oluşmuş ve arka plan ışını serbest kalmıştır. Evren o zamandan bu yana genleşmeye devam etmiştir. Geçerli olan teoriye göre gelecekte madde yoğunluğu ve sıcaklık düşmeye devam edecek ve evren en sonunda soğuk ve boş kalacak. Ancak iş oraya gelene dek başka bir süreç kozmik soğumaya karşı etki yapıyor: Maddenin yerçekimi nedeniyle bir araya gelerek yıldızları, galaksileri ve galaksi kümelerini oluşturması. Kendi yerçekimi etkisiyle gaz, toz ve karanlık madde birbirlerini çekiyor ve hızlanıyorlar, tıpkı dünyamıza doğru gelen bir meteoritin hızlanması gibi. Ve yine buna benzer olarak bu süreçte de kozmik yapılarla sıcaklık ortaya çıkıyor. Kozmik gelişme sırasında kütle çekimi, karanlık madde ve gazı bir araya getirerek galaksileri ve galaksi kümelerini oluşturuyor diyor Ohio Eyalet Üniversitesi’nden Yi-Kuan Chiang. Bu çekim o kadar kuvvetli ki gitgide daha fazla gaz ısınıyor. Evrendeki yapı oluşumundaki ısıtıcı yan etki, 2019 Fizik Nobel Ödüllü araştırmacı James Peebles tarafından öncelenmişti. Chiang ve ekibi şimdi kütle çekimine bağlı madde çöküşünün, evreni ne derece ısıttığını hesapladı. Bunun için de “kızgın” maddenin enerjisinin bir kısmını, kozmik arka plandaki fotonlara yansıttığı gerçeğinden yararlandılar. Buna göre gazlar, galaksiler ve galaksi kümeleri mikrodalga arka planında ince işaretler bırakıyorlar. Sunjajew- Seldowitch etkisi olarak bilinen bu olay örneğin Avrupa’nın Planck-Uyduları’nda okunabiliyor. Fakat evrenin termik enerji yoğunluğunu belirlemek isteyen astrofizikçilerin başka bir bilgiye daha ihtiyaçları vardı: Ön plandaki yapıların bizden ne kadar uzaklıkta yer aldıklarını bilmek zorundaydılar. Araştırmacılar bunun için Planck uydularının, IRAS enfraruj uyduları ve Sloan Digital Sky Survey uydularının kırmızıya kayma verilerini incelemiş. Bu onlara yakın evrendeki enerji yoğunluğu kadar, on milyar yıl öncesindeki yapıları da hesaplamaya izin vermiş. Elde edilen sonuçlara göre günümüzde evrendeki sıcaklık yaklaşık olarak iki milyon Kelvin. Bu on milyar yıl kadar önceki sıcaklığın on katı kadar. O zamandan bu yana evrendeki termik enerji yoğunluğu da önemli ölçüde artmış. Bu sıcaklık artışının yüzde 70’i, z=1 kırmızıya kayma dahilinde yani evrenin günümüzden yarı yarıya küçük olduğu zamanda gerçekleşmiş. Ne var ki bu kozmik sıcaklığın büyük bir kısmı termometreyle değil, atom ve moleküllerdeki enerji miktarı ve güçlenen moleküler hareketlilikle tespit edilebiliyor. Araştırmacılara göre bu ısınma bir süre daha devam edecek. Yani yeni yıldızlar oluşana ve galaksilerin büyümelerine ve kaynaşmalarına dek evrendeki ısınma devam edecektir diyor uzmanlar. Kaynak: https://iopscience.iop.org/article/10.3847/1538-4357/abb403
Grönland günümüzde birkaç kilometrelik buz tabakasıyla örtülüdür. Bu buz tabakası kıyı buzullarını beslediği gibi çok sayıda buzulaltı gölü ve eriyik su akıntıları barındırır. Hatta Grönland buzu altında devasa bir kanyon bile vardır. Fakat Arktik ada her zaman bu kadar buzlu değildi. 2,5 milyon yıl kadar önce buzsuz olabilirdi ve bu zamandan sonra bile Grönland’da hep sıcak ve en azından buzsuz zamanlar olmuştur. Bununla birlikte Grönland’ın son olarak ne zaman buzsuz olduğu ve o tarihlerde hangi yaşam dünyasının bulunduğu pek bilinmez. Kilometrelerce kalınlıktaki buz tabakası o tarihe ait fosillere ve diğer kalıntılara ulaşmak zordu. Araştırmacılar şimdi Grönland’ın sıcak zamanlarına ait bir zaman kapsülü bulmuş olabilirler: Büyük bir ilkel gölün kalıntıları. Columbia Üniversitesi’nden Guy Paxman ve ekibi aslında Kuzeybatı Grönland’ın buz tabakasını daha ayrıntılı bir şekilde haritalandırmak istiyorlardı. Bunun için de NASA’nın IceBridge misyonuna ait radar verileriyle, yerçekimi ve manyetik ölçümleri değerlendirmişler. Böylece eski Amerikan Askeri üssü Camp Century’nin yakınlarında dikkat çekici bir yapıya ulaşmışlar. Buradaki kayacın alt kısmı kuzeybatıda dik, güneybatıda ise eğimli bir kenara sahip geniş bir havza oluşturuyor. Radar verilerine göre bu havza 7100 kilometre genişliğinde ve 160 kilometre uzunluğunda. Araştırmacılar yerçekimi ölçümlerini de değerlendirdiklerinde, yeraltının bileşimini de görmüşler. Çevresindeki zeminde sert granit hüküm sürerken, havzasının için daha az yoğunlukta malzemeyle dolu, yani tortul. Bu tortul çok eski bir gölün ya da iç denizin temelinde yüz binlerce yıl içinde birikmiş olmalı. Bu da günümüzde kilometrelerce kalınlıkta buzun bulunduğu yerin altında buzsuz dev bir gölün bulunduğu anlamına geliyor. Bu göl radar verilerinden anlaşıldığı üzere kuzey ucunda on sekiz nehirle besleniyordu. Güneyinde ise büyük bir nehir suyu sahile doğru yönlendiriyordu. Araştırmacılar bu tarih öncesi gölün 50-250 metre derinliğinde olduğunu tahmin ediyorlar. Camp-Century havzası buzsuz bir dönemde oluşan ve daha sonra buzun altında hapsolan tarih öncesi bir gölün ilk kanıtını taşıyor. Bununla birlikte bu gölün tam olarak ne zaman açıkta olduğu kesin olarak bilinmiyor. Havzada bulunan tortulun Grönland’daki buzulun genleştiği zaman ait olabileceği ya da bundan sonraki birkaç buz arası döneme diyor bilim insanları. Ancak o tarihlerde Kuzeybatı Görünland’ın göl ve nehir ağlarını oluşturacak kadar nemli ve sıcak olduğu bir gerçek. Buzun altında kalan gölün tortulunda Grönland’daki buzlanma öncesindeki yaşama ait eşsiz kalıntılar barınıyor olabilir. Polen, fosil hatta yaşama elverişli alanlara ait kimyasal izlerin de bulunabileceği sanılıyor. Araştırmacılar bu nedenle karot örnekleri alabilmenin yollarını arayacaklar. Kaynak: https://news.climate.columbia.edu/2020/11/10/scientists-discovered-ancient-lake-bed-deep-beneath-greenland-ice/
Ördeğe benzer gaga ve perdeli ayakları, kunduzlarınki gibi kuyruğu ve su samuruna benzeyen gövdesi ve postuyla ornitorenk en sıra dışı türler arasında yer alıyor. Görüntüsünün yanı sıra elektriği algılayabilen gagası, yumurtlayarak üremesi ve arka ayaklarındaki zehirli iğneleri bu canlıyı en ilginç memelilerden biri haline getiriyor. Avustralya'ya özgü bu hayvanların yeni bir özelliği daha keşfedildi: Ultraviyole ışık altında parlıyorlar. Tüyleri parlayan bir uçan sincabın tesadüfen görülmesinden sonra araştırmacılar aynı şekilde floresan özelliğe sahip başka türlerin de olup olmadığını öğrenmek için ABD’de iki doğal tarih müzesindeki memeli koleksiyonunu inceledi. Sincap ve yakın akrabası türlerin müzede korunan postlarını inceleyen ekip, üç uçan sincap türünün yanı sıra ornitorenklerin su geçirmez postlarının da UV ışığı emerek mavi-yeşil parladığını tespit etti. Araştırmacılar, floresan özelliğe sahip olduğu bilinen keseli hayvanlar gibi, canlı ornitorenklerin de postlarının parlamasının muhtemel olduğunu belirterek, gelecekteki saha çalışmalarında yanlarında mutlaka bir UV ışık kaynağı olacağını ifade ediyorlar. Bu parlama özelliğinin bir işlevi olup olmadığı bilinmiyor. UV ışığı yansıtmamanın, çoğunlukla gece faaliyette olan ornitorenkleri UV görüşe sahip gece yırtıcılarından koruyor olabileceği, parlamanın doğada ornitorenklerin birbirlerini bulmalarına yardımcı olduğu tahminler arasında… Kaynak: https://www.sciencenews.org/article/platypus-glow-blue-green-ultraviolet-light-fluorescent-fur
Yaşanan günlerin ortalama hava sıcaklıkları ve güneş ışınlarıyla ilgili verilerini değerlendiren maymunlar, olgunlaşmakta olan bir incir ağacına tırmanışın, kazançlı olup olmadığını tahmin edebiliyor. İlginç sonuç Uganda’daki Kibale Ulusal Parkı’ndaki gri yanaklı Mangabey maymunlarını (Lophocebus albigena) inceleyen İskoç bilim insanlarına ait. Karline Janmaat ile çalışan araştırma ekibi, 20 maymundan oluşan Mangabey grubunu 120 gün boyunca takip etmiş. Maymunlar ne zaman bir incir ağacına tırmansalar, bilim insanları ağaçta incirin bulunup bulunmadığını ve bunların olgunlaşıp, olgunlaşmadığını kaydettikleri gibi o günün hava sıcaklığına ve havanın güneşli olup olmadığını da dikkat etmişler. Belleklerinde tutuyor İşte bu gözlemler sonucunda maymunların, sadece ilk tırmanışta üzerinde incir buldukları ağaçlara yeniden çıktıklarını fark etmişler. Ve havanın birkaç gün önce güneşli ve sıcak olması, ağaca tırmana olasılığını artırmakta diyor araştırmacılar. Mangabey maymunlarının, besin arayışlarını gerçekten de hava durumuna göre yaptıkları diğer testlerle de ortaya çıkmış. Araştırmacıların düşüncesine göre maymunlar, birkaç günlük hava durumunu hatırlayabildikleri gibi meyvelerin olgunluk durumunu da akılda tutabiliyorlar, hatta hava sıcaklığı, güneşli hava ve meyvelerin olgunlaşması arasında da bağlantı kurma yetisine sahipler. Bundan sonraki araştırmada maymunların hava sıcaklıklarındaki farklılıkları ne kadar iyi hatırlayabildikleri saptanmaya çalışılacak. Araştırmacılar maymunlardaki bu yetinin, evrim süreci içinde daha zeki primatların gelişiminde etkili olmuş olabileceğini sanıyorlar.
Her Ağustos ayında, Perseid meteor yağmuru, 12 Ağustos'un erken saatlerinde en iyi şekilde görülebilen parlak meteorlar ve ateş toplarından oluşan nefes kesici bir görüntü sunar. 132.000 mil/saate kadar atmosferik hızlara ulaşan bu meteorlar, Swift-Tuttle Kuyruklu Yıldızı'ndan kaynaklanan bir gösterinin parçasıdır. Swift-Tuttle Kuyrukluyıldızı'ndan kopan parçaların neden olduğu yıllık bir meteor yağmuru olan Perseidler, her ağustos ayında muhteşem meteor ve ateş topu görüntüleri sunuyor. Perseid meteor yağmuruyla birlikte bazı kayan yıldızlar görmeyi bekleyebilirler. Dünya'nın Swift-Tuttle Kuyruklu Yıldızı'nın geride bıraktığı enkaz izlerinden geçmesiyle oluşan yağmur, yüzyıllar boyunca göksel havai fişeklerin tutarlı gösterisi nedeniyle ünlendi. NASA'nın Alabama, Huntsville'deki Marshall Uzay Uçuş Merkezi'ndeki Meteoroid Çevre Ofisi'ni yöneten Bill Cooke , "Perseidler, sıradan bir yıldız gözlemcisi için en iyi yıllık meteor yağmurudur," dedi . "Yağmur sadece parlak meteorlar ve ateş topları açısından zengin olmakla kalmıyor, aynı zamanda hava hala sıcak ve rahat olduğunda ağustos ortasında zirveye ulaşıyor. Bu yıl, Perseid maksimumu 11 Ağustos gecesi ve 12 Ağustos şafak öncesi saatlerinde gerçekleşecek. Yağmurdan gelen meteorları yerel saatle 23:00 civarında görmeye başlayacaksınız ve oranlar şafağa kadar artacak. 11'inci geceyi kaçırırsanız, bu saatler arasında 12'nci gece de oldukça fazla meteor görebileceksiniz." Gözlerinizin karanlığa alışması için yaklaşık 45 dakika bekleyin. Sırt üstü uzanın ve doğrudan yukarı bakın. Cep telefonlarına veya tabletlere bakmaktan kaçının çünkü parlak ekranları gece görüşünüzü bozar ve gözlerinizi gökyüzünden ayırır. Perseid meteorları 132.000 mil/saatlik inanılmaz bir hızla hareket eder, dünyanın en hızlı arabasından 500 kat daha hızlı. Bu hızda, bir toz parçası bile Dünya atmosferine çarptığında canlı bir ışık çizgisi oluşturur. Perseidler, gezegenimizin 90 km kadar yukarısında neredeyse hepsi yandığı için yerdeki insanlar için hiçbir tehlike oluşturmaz.
Kimi böceklerin cinsel organları bedenlerinden ayrılabilirken, kimileri bedenlerinin 20 katına eşit büyüklükte spermler üretiyor, kimileri de özel donanımlarla rakiplerini olası eşlerinden uzak tutuyorlar. Böcekler ürkütücü olabilir, önlerine çıkanla cinsel ilişkiye girip, kana susamış olabilirler-ama asla sıkıcı olamazlar. Avrupa’nın en büyük böceği olan geyik böceğinin erkekleri çiftleşmekte olan eşleri zorla birbirlerinden ayırmaya yarayan boynuz adı verilen çok geniş çenelere sahiptirler. Erkekleri dişilerden ayırmak üzere evrilen farklı biçimlerde boynuzlara sahip olan çeşitli böceklerde bu davranışa tanık olunur. Japon gergedan böceğinin boynuzu çatalı andırır. Dişileri ele geçirmeye çalışan başka erkekler arasındaki savaşta da bu boynuzlardan yararlanılır. Bu böcek türlerinin çoğunda daha küçük olan erkeklerin savaşta üstün gelme olasılıkları yoktur. Buna karşılık, başka sinsi çiftleşme taktiklerinin evrildiği bu küçük böcekler erkeklerin birbirlerine girmelerini beklerler ve onlar boğuşurlarken dişilerle çiftleşirler. Küçük erkek bok böcekleri, içinde dişilerin olduğu dehlizlerin girişinde nöbet tutan iri erkeklerin arasından sıvışarak yeraltındaki dişileri bulmak için gizli geçitler oluştururlar. Sperm yarışı Erkekler arasındaki fiziksel çekişmelerin dışında, spermler arasında da yumurtayı dölleme yarışları yaşanır. Hayvanlar aleminde dişiler çok ender olarak eşlerine sadık kaldıklarından, dişilerin üreme organlarında büyük olasılıkla çok sayıda erkeğin spermleri bulunur. Erkeklerin bu duruma karşı koyabilmeleri amacıyla, büyük spermler üretmek gibi, çeşitli yöntemler evrilmiştir. Meyve sineklerinin spermleri açılmamış durumda 6 santimetreyi bulabilir ki, bu da sineğin boyutunun yaklaşık 20 katına eşittir. Ancak sperm yarışında uygulanan belki de en sıradışı yönteme, son derece incelikli üreme organları olan, yusufçuk ve kızböceklerini içeren odonata takımının üyelerinde tanık olunur. Bu türün penislerinde düşman erkeklerin spermlerini yerinden etmelerine ve kendi spermlerini dişinin üreme organlarının en dip köşelerine yerleştirmelerine olanak tanıyan kanca ve kamçılar vardır. Üstelik incelikli üreme organlarına sahip olanlar yalnızca erkekler değildir. Brezilya mağara böceklerinin dişileri erkeklere ulaşma konusunda birbirleriyle yarışırlar. Bu böcekler karşı cinsin üreme organına sahip olup, erkeklerinde vajinayı andıran bir boşluk ve dişilerinde de penisi andıran sivri uçlu sertleşebilir bir organ vardır. Dişi mağara böceği “penisiyle” erkeğin spermini emerek dışarıya çıkarır ve bedenindeki iki bölmeden birinde depolar. Dişiler 70 saat sürebilen çiftleşme sırasında aldıkları meniyi tüketerek enerji sağladıklarından, bu davranışın kısıtlı yiyecek sunumuna uyum sağlamak üzere evrildiği düşünülüyor. Kelebekler yalnızca birkaç hafta yaşayabildiklerinden, kimi ayrıksı durumlar dışında, baba olmak isteyen erkeklerin aylaklık edecek zamanları yoktur. Kelebeklerin birçoğu kozadan çıkar çıkmaz cinsel olgunluğa erişirler. Bu yüzden, kimi türlerde erkekler dişilerden birkaç gün önce ortaya çıkıp beklemeye koyulurlar ve ilk fırsatta dişilerle çiftleşirler. Daha sinir bozucu bir davranış biçimine tahtakurularında tanık olunur. Erkekler dişinin karnını oyup spermini oradan karın boşluğuna akıtır. Böcekler açık bir dolaşım sistemine sahip olduklarından sperm kolaylıkla karın boşluğundan yumurtalıklara ulaşıp döllenir. Cinsel yamyamlık Böceklerin cinsel davranışları arasında belki de en ünlüsüne sahip olanı peygamber böceğidir. Bu böceklerin dişileri cinsel ilişkinin ardından erkeğin başını yiyerek kendisine ve yavrularına yiyecek sağlar. Bu davranış erkeklerin döllediği yumurta sayısını arttırır. Kısa bir süre önce bilim insanları bu böceğin erkeklerinin de dişilere saldırdıklarını, onları yemeseler bile, çok ciddi biçimde yaraladıklarını gördüler. Dişilerle giriştikleri savaşı kazanan erkekler olasılıkla yenip bitirilmek yerine çiftleşmeyi sürdürürler. Bekaret kemerleri Erkek böceklerin birçoğu, eşleri tarafından yenmediklerinde bile, yalnızca bir kez çiftleşme olanağına sahip olur. Örneğin, erkek arılar insanların bile duyabilecekleri gürültülü bir sesle boşalırlar. Bu davranış spermin dişiye aktarılmasını sağlasa da, erkeğin felce uğraması ve sonunda ölmesiyle sonuçlanır. Bu yüzden erkekler güçlerinden en iyi biçimde yararlanmak zorundadırlar. Başka erkeklerin bir dişiyle çiftleşmesini önlemenin bir yolu da, farklı bir erkeğin spermini dişiye aktarıp döllemesini önleyici bir tıkaç üretmesidir. Avrupa cüce örümceği birleşme sırasında zaman içinde sertleşen bir sıvı salgılar. Araştırmacılar daha uzun süreli birleşmeler sonucunda başka erkeklerin baş edemeyecekleri denli sert tıkaçlar oluştuğunu gördüler. Küremsi ağ ören örümceklerin erkeği, öldükten sonra dişisinin başka erkeklerle çiftleşmemesini güvenceye almak amacıyla, olağanüstü bir tıkaç oluşturur. Bu türün erkeği birleşmenin ardından dişinin bedeninde kalan, yerinden oynayabilir bir penise sahiptir. Örümceğin penis ucunun dişinin bedeninde kırılıp başka erkeklerin girişini önlemesi yaygın görülen bir durum olmakla birlikte, küremsi ağ örümceğinin yerinden oynayabilen penisi 20 dakikayı aşkın bir süre boyunca kendi spermlerini aktarmayı sürdürmek gibi ek bir işleve de sahiptir. Görüldüğü gibi, böcekler gerçekten büyüleyici canlılar. Rita Urgan Kaynak: https://theconversation.com/the-fascinating-sex-lives-of-insects-231619
Yılanlarda, verilen yem miktarı/elde edilen canlı ağırlık biçiminde hesaplanan, yem dönüşüm oranı (Feed Conversion Rate) öteki besi hayvanlarına kıyasla çok daha yüksek. Ayrıca yılanlar atık etle de beslenebilirler. Ancak bu yılan etinin doğası gereği sürdürülebilir olduğu anlamına gelmiyor. En sürdürülebilir et türü hangisi? Tayland ve Vietnam’daki besi amaçlı yılan yetiştirilen çiftliklerle ilgili bir araştırmaya göre, bu sorunun yanıtı yılan eti olabilir. Yemin verimli bir biçimde kiloya dönüştürülmesi konusunda yılanların başı çektiğini belirtiliyor. EPIC Biodiversity’den Daniel Natusch’un sözleri ilginç: “Bugüne dek incelenen besi hayvanları arasında besin güvenliği ve üretim oranı yılanlar denli yüksek olan başka bir türe tanık olunamadı. Yılanlar uzun süredir, ufak çapta da olsa, zehir ve benzeri özel ürünlerin üretiminde yararlanmak üzere yetiştiriliyordu. Ancak yılanın eti için yetiştirilmesine son yıllarda başlandı” diyor. Natusch ve arkadaşları bir yılda bu çiftliklerde yetiştirilen yaklaşık 5000 ağlı piton ve Burma pitonunun (Mayalopython reticulatus ve Python bivittatus) ağırlıklarının yanı sıra, verilen yem miktarını ve onların iç organları, derileri, baş ve kuyrukları alındıktan sonraki karkas ağırlıklarını ölçtüler. Ardından elde edilen bu değerler başka hayvanlarla ilgili verilerle karşılaştırıldı. Araştırmada pitonlara verilen yemin kuru kütlesinin karkas ağırlığının 1.2 katına eşit olduğu, buna karşılık bu oranın somon için 1.5, çekirgeler için 2.1, kümes hayvanları için 2.8, domuz için 6 ve sığır için de 10 olduğu görüldü. Pitonlara verilen proteinin kuru kütlesi yılan karkasındaki proteinin 2.4 katına eşitken, bu oran somon için 3, çekirge için 10, kümes hayvanları için 21, domuz için 38 ve sığır için 83 idi. Ancak İsveç’teki Stockholm Resilience Center/Dirençlilik Merkezi’nden Kajsa Resare Sahlin, kiloya dönüşen yem miktarını hesaplamanın son derece incelikli bir konu olduğuna dikkat çekerek, hayvanların ne tür proteinle beslendiklerinin ve bunun nereden geldiğinin de hesaba katılması gerektiğine inanıyor. Sahlin, “Araştırmada kıyaslamaya gidilirken gözden kaçırılan önemli bir konu, etobur olarak yılanların otlarla beslenen hayvanları yerlerken, çiftlik hayvanlarının çoğunlukla bitkilerle besleniyor olmaları. Her bir kilo karkas için gerekli bitkisel malzemenin toplam kütlesi kıyaslanacak olduğunda, yılanlar öylesine verimli değillermiş gibi görünüyor,” diyor. Bu konu Natusch’a sorulduğunda, yılan etini sürdürülebilir kılan unsurun yemin dönüştürülmesinden çok, bunların - tuzağa düşürülmüş kemirgenler ve ölü doğan domuzlar gibi - atık etlerle beslenmeleri olduğunu ve bu etlerin yılanların yedikleri sosis ve sucuklara dönüştürüldüğünü belirterek, “Bir zamanlar doğal bir yaşam ortamının bulunduğu alanların tek tür bir tahıl ürününün yetiştirildiği tarlalara dönüştürülmesiyle elde edilen bitkisel proteinle beslenen çiftlik hayvanlarına kıyasla, zararlı kemirgenler ya da atık proteinle beslenen yılanlar çok daha sürdürülebilir hayvanlar” diyor. Tartışmalı bir konu Natusch tam da bu nedenle yılan etinin bitkisel yemlerle beslenen birçok hayvana kıyasla daha sürdürülebilir olduğuna dikkat çekerek, “Veganlar için her yıl ekilecek tahıllar yüzünden sıkıntı çekecek hayvanların sayısı, pitonu beslemek için öldürülen hayvanların sayısından çok daha fazla olacak” diyor. Resare Sahlin de buna, “Yılanlar başka amaçlarla kullanılmayan atıklarla besleniyorsa, o zaman kaynaklardan verimli bir biçimde yararlanıldığı söylenebilir. Ancak yabanıl kemirgenlerin birçok türü var. Sıçanlar söz konusu olduğunda, bunlardan yararlanmak kısa erimde işe yarayabilir, ama bu uygulamanın koca bir endüstriye dönüştürülmesi çok ciddi sorunlara yol açabilir” diyor. Öyle ki, halihazırda üretildiği biçimde yılan eti başka birçok et türüne kıyasla daha sürdürülebilir olsa da, bu araştırma yılan etinin özünde daha sürdürülebilir olduğunu ortaya koymuyor. Ancak Natusch yılan çiftçiliğinden yana iki gerekçe daha sunuyor. Bu gerekçelerin ilki besin güvenliğiyle ilgili. Yılanların birçoğunun 127 güne varan sürelerle aç kalabildiklerini, buna karşın beden kütlelerinin çok küçük bir yüzdesini yitirdiklerini belirten Natusch, “Bu da yılan yetiştiricilerinin tedarik zincirlerinde aksamalara neden olabilecek küresel kriz dönemlerinde onları beslemeye haftalarca ya da aylarca ara verebilecekleri anlamına geliyor” diyor. Covid-19 pandemi döneminin bunun bir örneği olduğunu dile getiren Natusch, “Bu dönemde çiftçiler domuzlarını satamadılar. Onları beslemek de son derece pahalı olduğundan, ne yazık ki, ötanazi yapıp gübreye dönüştürmek zorunda kaldılar,” diye ekliyor. İkinci olarak, Natusch yılan yetiştirmenin kuş ya da memelilere kıyasla daha etik olduğunu düşünüyor. Yılanların aynı bilişsel yetiye sahip olmadıklarını, yiyecek bulamadıklarında korunaklı bir yere sığınıp beklemeyi yeğlediklerini dile getiriyor. Konu yılan etinin tadına gelince de Natusch, “Tavuk etini andırdığını söyleyebilirim. İyi hazırlanırsa, tadına doyum olmaz” diyor. Rita Urgan Kaynak: https://www.newscientist.com/article/2422260-should-everyone-start-eating-snakes-to-save-the-planet/
Ay'ın arka tarafında dev bir delik var. Ay'ın en büyük ve en eski çarpma krateri olan Güney Kutbu-Aitken (SPA) Havzası, 2500 kilometreden fazla genişliğe ve 8 kilometre derinliğe sahip. Bu da, neredeyse iki Hindistan'ı yutmaya ve Himalayalar'ı gizlemeye yetecek kadar büyük. Şimdi Çin oraya inmeyi planlıyor. Havza, milyarlarca yıl önce Dünya'yı ve diğer Güneş Sistemi'nin iç kısımlarını vuran asteroit yağmuru sırasında patlamış olabilir. Bilim insanları da, bunun doğru olup olmadığını anlamak için, uzun süredir SPA kayalarını ele geçirmek istiyordu. Çin Ulusal Uzay İdaresi (CNSA), programa yakın bilim insanlarının 3 Mayıs gibi erken bir tarihte başlatılabileceğini söylediği Chang'e-6 misyonunu onlara sağlamayı hedefliyor. Münster Üniversitesi'nden gezegen jeologu Carolyn van der Bogert, "Topluluk, SPA havzasının herhangi bir yerinden gelen Ay örnekleri konusunda heyecan duyuyor" diyor. Adını efsanevi bir Ay tanrıçasından alan bir dizi görevin sonuncusu olan Chang'e-6, NASA'nın Apollo görevlerinden bu yana ilk Ay kayalarını geri getiren Chang'e-5'i takip ediyor. Önceki model gibi, Chang'e-6 yörünge aracı da 2 kilogram toprak ve kayayı delecek ve toplayacak bir iniş aracı bırakacak. Yükseltici bir modül, numuneleri eve dönüş yolculuğu için yörüngeye taşıyacak ve fırlatmadan 53 gün sonra dönüş kapsülüne paraşütle son dalışı yapacak. Herkes ile paylaşacak CNSA'nın , tıpkı şu anda Chang'e-5'in kayalarında yaptığı gibi, Chang'e-6 örneklerini uluslararası olarak paylaşması bekleniyor . Osaka Üniversitesi'nden kozmokimyacı Kentaro Terada, bilim insanlarının SPA etkisinin zamanlamasına dair ipuçları vereceklerini umduklarını, bunun da "tartışma konusu olmayı sürdürdüğünü" söylüyor. Bazı araştırmacılar havzanın 4,3 milyar yıl önce oluşturulduğuna inanıyor, ancak diğerleri çarpmanın yüz milyonlarca yıl sonra meydana geldiğini düşünüyor; bu, yaklaşık 3,9 milyar yıl önce iç Güneş Sistemine yönelik varsayımsal bir "geç dönem ağır bombardımanının" bir parçası. o dönemdeki diğer büyük ay çarpma havzalarının kümesi. Bombardımanın, Dünya'nın yeni doğan kıtaları ve yeni ortaya çıkan yaşam üzerinde derin sonuçları olacaktı. Ancak bu kadar büyük asteroitin Güneş Sistemi'nin iç kısmına doğru neyin fırlattığı belli değil. Olası mekanizmalardan biri, Jüpiter'in ve diğer dev gezegenlerin yörüngelerindeki ani bir değişimdi, ancak zamanlama doğru görünmüyor. Son araştırmalar bu değişimin çok erken gerçekleştiğini gösteriyor; Güneş Sistemi'nin 4,56 milyar yıl önceki doğumundan yalnızca on milyonlarca yıl sonra. Van der Bogert, SPA olayı tarafından eritilen tarihleme materyalinin "Ay'ın ve iç Güneş Sisteminin son dönemdeki ağır bombardımana maruz kalıp kalmadığı sorusunun çözülmesine yardımcı olabileceğini" söylüyor. Ancak Chang'e-6'nın şansa ihtiyacı var: Beklenen örnekleme alanlarındaki kayaların çoğu bazalttır; yani daha sonraki volkanik patlamalardan kaynaklanan lavlardır. Bir başka şanslı fırsat da, onlarca kilometre derinlikten oyulmuş ay mantosunun bir parçasını bulmak olacak. Ancak Çin Yer Bilimleri Üniversitesi'nden gezegen bilimcisi Xiao Long, uzaktan algılama verilerinin "manto malzemesi bulma olasılığının düşük olduğunu" gösterdiğini söylüyor. Neden iki yüzü de farklı Geri getirilen örnekler Ay'ın iki yüzünün neden bu kadar farklı olduğunu açıklamaya da yardımcı olabilir. Yakın tarafı "maria" (pürüzsüz, deniz benzeri lav akıntıları) ile kaplıdır ve kabuğunun 30 ila 40 kilometre kalınlığında olduğu tahmin edilmektedir. Uzak tarafı çarpma kraterleriyle doludur ve kabuğu iki kat daha kalındır. İki tarafın kompozisyonları bile farklı. Bazı modeller, bu ikilemin Ay'ın oluşumuna, Dünya üzerindeki dev bir çarpışma sonucu erimiş kaya parçalarının yörüngeye fırlatılmasına dayandığını öne sürüyor. Çarpmanın etkisinden hâlâ kurtulmaya çalışan, cayır cayır yakacak kadar sıcak bir Dünya ile karşı karşıya olan yeni doğan Ay'ın yakın tarafı erimiş halde kalırken, uzak tarafı soğuyup kristalleşti. Rochester Üniversitesi'nden gezegen bilimci Miki Nakajima, uzak taraftaki kayaların ne zaman kristalleştiğini öğrenmek ve yakın taraftaki kayaların tarihlerini karşılaştırmak "bazı modellerin desteklenmesine veya reddedilmesine yardımcı olabilir" diyor. Chang'e-6'nın Fransa, İtalya, İsveç ve Pakistan'dan yükler taşıması, Çin'in uzay programını uluslararasılaştırmaya devam ettiğinin kanıtı. 48 saat boyunca, iniş aracına monte edilen bir Fransız cihazı, yüzeyi saran ince bir gaz tabakası olan ay ekzosferinin kökenini ve dinamiklerini inceleyecek. Amaçlardan biri, ekzosferin yoğunluğunda zamana ve konuma göre görülen keskin değişiklikleri açıklamaktır. Astrofizik ve Planetoloji Araştırma Enstitüsü'nde gezegen bilimci olan Pierre-Yves Meslin, "Bu farklılıkların nedenini gerçekten anlamıyoruz" diyor. Eğer Chang'e-6 numuneleri geri getirirse, Çin'in altı başarılı ay görevi serisini tamamlamış olacak. Terada, Hindistan, İsrail, Japonya ve Rusya'dan gelen Ay sondalarının hepsinin yakın zamanda düştüğünü belirtiyor. "Chang'e programının başarısız olmamasının dikkate değer bir başarı olduğunu düşünüyorum. Kaynak: https://www.science.org/content/article/china-set-fetch-first-rocks-mysterious-far-side-moon?
Titanyum, alüminyum, helyum-3, değerli metaller ve nadir toprak elementleri… Her türlü değerli kaynak Ay’ın yüzeyinde. Öyle olunca da uzay ajanslarının ve özel şirketlerin Ay’da üsler, bilimsel deneyler ve madencilik operasyonları planlamalarına şaşırmamak gerek. Ay’a ayak basan ikinci insan olan Buzz Aldrin, ayak bastığı anki manzarayı “muhteşem bir ıssızlık” olarak nitelendirmişti. Apollo görevleri için belirlenen iniş alanları, özellikle yumuşaktı. İniş noktaları, yüzeyin düzgünlüğü ve zorlu tepelerin, kayalıkların ve kraterlerin bulunmaması nedeniyle seçilmişti. Son yıllarda yapılan Ay araştırmaları ise uydumuzun daha zengin bir resmini ortaya çıkarmak için daha çetin noktalara odaklandı. Mesela Ay’ın kraterleri, kayalıklar sayesinde uzay radyasyonundan doğal olarak korunacak Ay üslerini barındıracak kadar büyük dehlizlere kadar iniyor. Bu noktalar bilimsel açıdan ilgi çekici. Ay’ın kutuplarındaki derin kraterler, değerli su, oksijen ve hidrojen kaynağı olan buz birikintilerini barındırıyor. Bazıları tüm yıl boyunca Güneş enerjisi sağlayabilmek için hayati önem taşıyan Güneş ışığını yakalayan yüksek sırtlarla çevrelenmiş durumda. Bu alanlarda, titanyum, alüminyum, helyum-3, değerli metaller ve nadir toprak elementleri gibi her türlü değerli kaynaklar mevcut. Bu durumda uzay ajanslarının ve özel şirketlerin Ay’da üsler, bilimsel deneyler ve madencilik operasyonları planlamalarına şaşırmamak gerekiyor. Ay’ın yüzeyinin büyüklüğü göz önüne alındığında orada “kalabalık” olmak, bilimsel açıdan endişeden uzak gibi görünebilir. Ancak Ay’da birkaç önemli nokta var ve bilimsel deneyler için mükemmel olan bu noktaların, diğer faaliyetler göz önünde bulundurulduğunda Ay görevlerinin gözdesi olması bekleniyor. “Gözde alanları korumalıyız” Olağanüstü bilimsel öneme sahip olan bu alanları (SESI’leri) korumak isteyen araştırmacılar için acil görev ise hangi noktaların ne tür korumaya ihtiyaç duyduğuna karar vermekten geçiyor. Araştırmacılar, bilimsel açıdan önemli alanların korunması için önümüzdeki birkaç yıl içinde “küresel fikir birliğine” ihtiyaç duyulduğunu söylüyor. Royal Society tarafından yayınlanan “SESI riskleri hakkındaki” bir çalışmanın ortak yazarı olan Missouri Bilim ve Teknoloji Üniversitesi’nden siyaset bilimci Dr. Alanna Krolikowski, “Bilim insanlarının bilimsel varlıkların tehdit altında olduğu gerçeğini değerlendirmeleri ve bunların korunmaya değer olduğunu proaktif bir şekilde belirlemeleri gerekiyor,” diye belirtiyor. SESI’leri korumak için çok yönlü bir yaklaşım geliştirme çağrısında bulunan rapor, yakın zamanda Ay’a yönelik görevler planlayan ülkeler için bunu “acil bir durum” olarak nitelendiriyor. Raporda, Ay faaliyetlerine ilişkin kuralların belirlenmesi amacıyla iki büyük uluslararası çabanın yürütüldüğü ancak şu ana kadar hiçbirinin SESI’lerin korunmasını içermediğini vurguluyor. İki önemli çaba ABD ile ABD’nin Artemis Ay keşif programına ortak olan ülkeler arasında yapılan bir anlaşma olan Artemis Anlaşmaları, kurulu ekipmanın çevresinde birtakım “güvenlik bölgeleri” belirliyor. Ancak tarihi öneme sahip alanların ötesindeki alanların korunması hakkında hiçbir ifade yok. Anlaşmalar özel şirketlerin kâr amacıyla malzeme çıkarmasına izin veriyor. Artemis Anlaşmaları ne karar verirse versin, bir Ay araştırma istasyonu üzerinde iş birliği yapan Rusya ve Çin’in bu anlaşmaya dahil olacağı düşünülmüyor. Ay’ın korunmasına yönelik ikinci bir çaba ise Birleşmiş Milletler’in uzayın barışçıl kullanımı çalışmasında (Copuos komitesi) ortaya çıkıyor. Yeni bir çalışma grubu, gök cisimlerinden doğal kaynakların çıkarılmasına ilişkin kurallar üzerinde kafa yoruyor ve grubun, görev alanını SESI’leri kapsayacak şekilde genişleteceğine dair umut var. Bunun olup olmayacağı ve gökbilimciler için yeterince yakın bir tarihte olup olmayacağı ise başka bir mesele. “Geri dönüşü olmayan ciddi hasarları önlemek için yaklaşık beş yıllık bir zaman diliminde SESI koruma düzenlemelerine ihtiyacımız var,” diyen Krolikowski, “Küresel bir fikir birliği oluşturmak gerçekten önemli,” diye ekliyor. 2026’ya kadar Ay trafiği artacak 2026 sonuna kadar en az 22 uluslararası görevin Ay’a; bunların yarısının Ay’ın Güney Kutbu yakınındaki bölgelere gitmesi bekleniyor. Bunu ticari ve sivil iniş araçları da dahil olmak üzere daha fazlası takip edecek ve biri ABD, diğeri Çin ve Rusya olmak üzere iki Ay üssünün 2030'larda faaliyete geçmesi bekleniyor. Massachusetts’teki Harvard ve Smithsonian Astrofizik Merkezi’nden gökbilimci Dr. Martin Elvis ise “İnsanlığın, Güneş Sistemi’nde nasıl genişleyeceğimize, belki de ilk kez karar vermesi gerekiyor,” diyor ve ekliyor: “Evreni anlamak için eşi benzeri olmayan fırsatları kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyayız.” Sonuç olarak araştırmacılar, herhangi bir koordinasyon otoritesi olmadan Ay yüzeyinde gelecekte yaşanacak çatışmaları önleyecek hiçbir düzenlemenin olmadığını söylüyor. Riskler, fiziksel çarpışmalar ve Ay faaliyetleri nedeniyle ortaya çıkan toz bulutlarından sondaj ve diğer operasyonlardan kaynaklanan zararlara kadar uzanıyor. Batuhan Sarıcan Kaynak: https://www.theguardian.com/science/2024/mar/25/bases-experiments-mining-the-race-to-protect-the-surface-of-the-moon https://www.theguardian.com/science/2024/mar/25/scientists-call-for-protection-of-moon-sites-astronomy-telescopes
Yeni bir çalışma, avın peşinden koşmanın onu yavaşça takip etmekten daha verimli olabileceğini öne sürüyor. Bu da insanların neden uzun süreli hareket için optimize edilmiş kaslar geliştirdiğini, çok terleyebildiğini ve çıplak cildi ısıtabildiğini açıklayabilir. Örneğin insan, kendi koşma hızıyla bir antilopu sadece 24 dakikada tükenme noktasına getirebilir; bu da harcanan zaman başına kazanılan kalorinin beş kat daha fazla getirisiyle sonuçlanır. Çalışmanın yazarları ayrıca, dünya çapında yerli halkların dayanıklılık araştırmalarına ilişkin 400 tarihi rapor buldular. Antropolog Cara Wall-Scheffler, bazı araştırmacıların ısrarla avlanmanın insan evrimini şekillendirmede önemli bir rol oynadığına şüpheyle yaklaştığını söylüyor. Diğer yöntemler tarihsel kayıtlarda daha sık belgeleniyor, diyor. Kaynak: https://www.science.org/content/article/born-run-early-endurance-running--may-have-evolved-help-humans-chase-down-prey
Arılar Mart-Nisan aylarında ortaya çıkıyor. Ama erken çiçeklenen bitkilerin azalması onların da yaşamlarını kısaltıyor. Bilim insanları arıların erken ilkbahar ‘açlığına’ çözüm getiren öneriler sundu. Yabanıl bitkilerin tozlayıcıları olarak, bizleri besleyip ekosistemleri ayakta tutan arılar… 20 bini aşkın arı türü var doğada. Ve kötü haber: Arıların sayısı giderek azalıyor. Neden mi? Bu durum arıların doğal yaşam ortamlarının yitirilmesine, özellikle de arıların kendilerini ve yavrularını (yumurta, larva ve pupalarını) besledikleri çiçek özü (polen) ve bal özünü (nektar) sağlayan bitkilerin yok olmasına bağlanıyor. Arılar ve öteki tozlaştırıcı böceklerin giderek azalması üzerine “tozlayıcı ekme” girişimlerine hız verilse de, azalmanın önüne geçilemedi. Sorunun en azından bir bölümü görünürde çiftçi, bahçıvan ve toprak sahiplerine arıları beslemek amacıyla çok daha geç çiçeklenen bitkiler ekmeleri önerisinden kaynaklanıyor. Oxford Üniversitesi’nden Tonya Lander ile Exeter Üniversitesi’nden Matthias Becher önderliğindeki yeni bir araştırmada, gerçek bir çiftliğin bilgisayar benzetiminden yola çıkılarak arıların ulaşabilecekleri yiyecek miktarıyla ilgili bir model oluşturuldu. Araştırmacılar tozlayıcı ekme girişimlerinde önerilen bitki türlerinin genelde erken ilkbaharda (yani Mart ve Nisan aylarında) ortaya çıkan arılar için yaklaşık bir ay gecikmeli çiçeklendiklerine tanık oldular. Bu “açlık dönemi” çok daha az sayıda arı kolonisinin yaz sonuna dek yaşamda kalabildikleri ve ertesi yıl için yeterince kraliçe arı üretilememesi anlamına geliyor. Ancak tozlayıcı ekme girişimlerinin ilkbaharın başlarında çiçeklenen bitkilere de yer verilecek biçimde genişletilmesiyle yaşam savaşı veren arıların daha uzun süre yaşamaları sağlanabilir. Erken ilkbahar neden önemli? Araştırmacılar, alışılagelmiş mevsim koşullarında, kısıtlı yiyecek olanaklarının en çok ne zaman yaban arılarının üretkenliğini tehlikeye düşürdüğünü ve bu sorunun çözümünde en çok hangi bitki türlerinin etkili olabileceğini anlamaya çalıştılar. Bu amaçla oluşturulan modellerde, Britanya’da ilkbaharda ortaya çıkan iki tür olan, toprak yaban arısı (Bombus terrestris) kolonilerine ve sıradan bambul arılarına (Bombus pascuorum) yer verildi. Yaban arılarının yaşam döngülerinin örnek alındığı modelde, sanal arılar çevrelerini araştırarak balözü ve çiçeközü topluyor, koloniler oluşturuyor ve yavrularına bakıyorlardı. Mevsim sonunda erkek arılar ve kız kıraliçe arılar üretiliyor ve yıllar içinde sayıları artıp azalabiliyordu. Modelleme oluşturulurken gerçek bir çiftliğin doğal görünümü sayısallaştırıldı ve farklı alanları (çalı çitleri, çayırlıklar, otlaklar) sayısal bir haritada işaretlendi. Bu alanlardaki çiçekli bitki türleri farklı deneylere göre ayarlanabiliyordu. Araştırmacılar modele Mart ve Nisan aylarında çiçeklenen yer sarmaşığı, kırmızı ballıbaba, akçaağaç, alıç, kiraz ya da söğüt gibi bitki türlerini eklemenin arı topluluklarının on yılda yaşamda kalma oranlarını %35’ten %100’e çıkardığına tanık oldular. Bu da, erken çiçeklenen bitkilerin eklenmesinden on yıl sonra her iki türden tüm kolonilerin her yıl yaşamlarını sürdürebildikleri anlamına geliyordu. Bu bitkiler tahıl üretimine ayrılan alanları daraltmadan çalı çitlerinin arasına sıkıştırılabilir. Böylece çiftçiler besin üretimlerini sürdürüp geçimlerini sağlayabilirlerken, tozlayıcıları da besleyebilirler. Araştırmacılar, şaşırtıcı bir biçimde, ilkbaharın başında arı kolonilerinde bal özü ve çiçek özü gereksinimlerindeki artışın, erişkin işçi arıların sayısından çok, larvaların sayısından kaynaklandığına tanık oldular. Ancak bildik bir arı kolonisinin yaşam döngüsüne bakıldığında bu bulgu son derece akla yatkındı. İlkbaharda, kraliçe arı kış uykusundan uyanıp yuva yapabileceği uygun bir yer bulur, çiçek özü ve bal özü toplayıp, ilk kuşak yavrularını yetiştirir. Bu koloni kurma aşamasını, yeterli sayıda pupanın olgunlaşıp yetişkin işçi arılara dönüştükleri ve koloni için yiyecek arayıp yavrulara bakma görevini devraldıkları toplumsal aşama izler. Kuruluş aşaması haftalarca sürebilir ve bu süreçte çok sayıda yavrunun gereksinimlerini karşılayabilecek yetişkin toplayıcı arıların sayısı çok azdır. Bu durum, ilkbaharda ortaya çıkan türlerin Mart ve Nisan aylarında neden daha çok yiyeceğe gereksinim duyduklarını açıklıyor. Rita Urgan Kaynak: https://theconversation.com/early-spring-brings-a-hungry-gap-for-bees-heres-how-you-can-help-226541
Hintli ve Amerikalı araştırmacılar, modern Hint DNA’sında önemli Neandertal genleri buldular. Araştırmaya göre, Hintliler Neandertaller'den, diğer halklara kıyasla çok daha fazla sayıda genetik özellik almışlar. Bilim insanları tarafından gerçekleştirilen DNA çalışması, Hintliler'in dünya genelinde Neandertal genleri açısından en zengin kalıtıma sahip olduğunu ortaya koydu, yani Hintliler Neandertaller'den, diğer halklara kıyasla çok daha fazla sayıda genetik özellik almışlar. Modern Hint DNA’sındaki Neandertal ve Denisova soyunun izlerini bir araya getiren araştırmacılar, Hintliler'in kalıtımında %50Neandertal genomu ve %20 oranında da Denisova kalıtımı tespit ettiler. Araştırma çerçevesinde Neandertaller'den kalan miras genlerinin Hintliler'in bağışıklık fonksiyonu ve hastalık riski üzerindeki etkileri incelendi. Berkeley Üniversitesi, Güney Kaliforniya Üniversitesi ve AIIMS Delhi Üniversitesi araştırmacıları, aralarında Delhi, Maharasta, Pencap, Rajasthan ve Haryana’nın da bulunduğu 23 eyalette doğanlardan 2700 kalıtım örneği aldılar. Çalışmada ayrıca bu Neandertal genlerinin daha yaygın olduğu kalıtım bölgeleri ve bunların modern Hint toplumlarının sağlığı üzerindeki etkileri de araştırıldı. Bunların arasında üçüncü kromozomda bulunan ve Covid 19’a verilen yanıtı da etkileyen bir gen kümesi de var. Enfeksiyon riskini artırıyor Neandertaller'den miras kalan ve Hintliler'in %20-35’inde bulunan bu kalıtım bölgesi, Covid enfeksiyonu ve hastaneye kaldırılma sonrasında ciddi semptom riskini artırıyor diyor araştırmacılar. Son çalışmayla Hint soyunun %1 ila %2'sinin Neandertaller ve Denisovalılar'a uzandığı ortaya çıktı. Modern Hintli DNA’sını inceleyen uzmanlar, uzun zaman önce Hintliler'in gen havuzuna giren Neandertal genomunun yaklaşık %50'aini ve Denisova kalıtımının %20'sini bulduklarını söylüyorlar. Böylece Hintliler'in dünya genelindeki insanlarla karşılaştırıldığında en benzersiz Neandertal kalıtım bölümlerine sahip olduğu saptanmış oldu. Bu bölümler Neandertaller'den miras kalan ve nesiller boyunca hayatta kalmaya başaran DNA parçaları. Neandertaller kimdi? Neandertaller, yaklaşık 40.000 yıl öncesine kadar Avrasya’da yaşamış, soyu tükenmiş bir insan türüdür. Denisovalılar da binlerce yıl önce yaşamış soyu tükenmiş bir hominin grubuydu. Araştırmacılar, Hintliler'deki Neandertal genlerinin incelenmesi sayesinde, genetik sağlık risklerinin tahmin edilebileceğini söylüyorlar. Örneğin modern insanlarda Neandertal DNA’sının Lupus Crohn hastalığı, biliyer siroz ve tip 2 diyabetle ilişkili olabileceği düşünülüyor. Hintliler'deki Neandertal ve Denisova kalıtımı, beyin gelişimi, kas oranımı ve bağışıklık fonksiyonuyla ilgili genler üzerinde etkili. Atalarımızdan gelen bu genetik katkılar, bedenimizin yaralanmalara ve hastalıklarla mücadeleye ne şekilde tepki vereceğini etkiliyor. Son çalışma Hindistan’daki altmış yaş üzeri nüfusa odaklanmış ve tropikal bir ülkede çeşitli hastalıklara ve enfeksiyonlara rağmen ne şekilde hayatta kaldıklarını açıklamaya yardımcı olabilir ve bu konuyu daha iyi anlayabilmek için yeni araştırmalar için kullanılabilir diyor bilim insanları. Kaynak: https://timesofindia.indiatimes.com/india/indians-exhibit-most-diverse-neanderthal-ancestry-globally-study/articleshow/108169035.cms https://www.newscientist.com/article/2420884-genomes-of-modern-indian-people-include-wide-range-of-neanderthal-dna/
Ağlayan tek canlı türü insanlar olabilir, ama başka türler de görünürde belli nedenlerle gözyaşı döküyor. Geçtiğimiz yıl fotoğrafçı Chris Henry’nin Instagram’da paylaştığı “ağlayan bizon” videosunu 8 milyonu aşkın kişi izlerken, binlerce de yorum yapıldı. Peki, bir bizonun ya da insan dışında bir canlı türünün üzüntüden ağladığı olur mu? Gözyaşı insanların olduğu denli başka birçok hayvanın gözleri için de yararlıdır. Memeliler, sürüngenler ve kuşların birçoğunda sıvı salgılayan gözyaşı bezleri vardır. Gözyaşındaki biyokimyasal bileşenlerin yoğunlukları türlere göre değişir; bunlar farklı çevresel koşullara uyum sağlamak üzere evrilmişlerdir. Gözyaşının bilinen üç farklı türü vardır. Bazal gözyaşı gözün temel bakımını sağlar. Gözyaşı bezleri gözün saydam katmanı üzerinde koruyucu ve besleyici bir örtü oluşturmak üzere sürekli olarak bu gözyaşlarını salarlar. Bir de gözün kaşınması ya da zarar görmesi gibi dış uyaranlara tepki olarak üretilen refleks gözyaşı vardır. Bu gözyaşları soğukla karşı karşıya gelindiğinde ya da, söz gelimi soğan doğrarken olduğu gibi, belli kimyasallar karşısında üretilirler. Refleks gözyaşı gözleri kirden arındırıp, gözdeki hasarın iyileşmesine yardımcı olur. Üçüncü gözyaşı türü, bireyin ruh durumundan kaynaklanan duygusal gözyaşıdır. Toplumlar uzun süredir üzüntüden ağlamanın yalnızca insana özgü bir davranış olduğuna inanmışlardır. Ağlamak acı, üzüntü ya da kırılganlık gibi duygusal durumların üstesinden gelmemize yardımcı olabilir. Gözyaşları çevremizdekileri etkileyebilir ve böylelikle toplumsal ilişkileri güçlendirip, işbirliğini özendirebilir, saldırganlığı önleyip sevecenliği ve yardımseverliği körükleyebilir. Ağlayarak annesinin ilgisini çeken yavrular Günümüzde bilim insanlarının ortak görüşü duygusal gözyaşlarının salt insanlara özgü olduğu yönünde. Ancak başka hayvanların benzer davranışlar sergilediklerine işaret eden az sayıda da olsa kanıt var. Örneğin, birçok yetişkin hayvanın güçsüzlüğünü sergilemesinin yararı olmasa da, genç hayvanların gözyaşı dökmeden ağlayarak annelerinin ilgisini çekmeye çalıştıkları görülüyor. Genç geyikler de gergin ya da aç olduklarında gözlerinin altındaki bir bezin ürettiği salgıyla annelerine çağrıda bulunurlarken, erişkinleri çevreye kokular yaymak amacıyla aynı bezden yararlanıyorlar. Üzüntüden ağlayan fil, hüzünlü goril ve bitkin düşüp sürünün gerisinde kalan üzgün kurtlar gibi, insan dışındaki hayvanlarla ilgili çeşitli öyküler olsa da hiçbiri kanıtlarla desteklenmiş değil. Oksitosin hormonu… Ya evrim? 1985 yılında yayımlanan bir araştırma, meslekleri gereği sürekli hayvanlarla zaman geçiren kişilerin herhangi bir hayvanın ağladığına hiç tanık olmadıklarını gösteriyor. Daha yakın bir geçmişte yapılan araştırmaların sonuçlarıysa biraz daha farklı. 2022 tarihli bir çalışmada sulu gözlü köpekleri inceleyen araştırmacılar bu canlıların olumlu bir duygu karşısında, mesela sahiplerini görünce, gözyaşı döktüğünü gördüler. Bu tepkiyi tetikleyen bağlanmayı destekleyici oksitosin hormonuydu. İnsanların bu tepkiyi fark edip hoşlandıklarına da tanık olunan araştırmada, kendilerine köpek fotoğrafları gösterildiğinde katılımcıların gözlerine tuzlu damla damlatılan gözleri yaşlı köpeklere daha yoğun bir ilgi gösterdikleri görüldü. Köpekler kuşaklar boyunca bizlerle göz teması yoluyla iletişim kurmak üzere evrildiklerinden, gözyaşı dökmelerinin ardında sevilmek ve korunmak gibi güdüler yatıyor olabilir. Kötü koşullarda ağlayan ve gözlerinin altı kızaran evcil domuzları da belgeleyen bilim insanları bu sıvının gerçekte her canlıda bulunan ancak insanlarda yeterince gelişmemiş olan Harder bezinin salgısı olduğunu belirtiyorlar. Domuzlarda bu salgılar gerginlik durumunda da üretiliyor. Bir başka gerginlik göstergesi sayılan kalp atış hızı değişkenliğinin düşük olması, huzursuzluk ve korku gibi durumlarda göz altındaki kızarıklıklar artıyor. Aynı olguyu sıçanlar da sergiliyor ve salgı gözün altında pas rengi izler bıraktığından kimi zaman “kanlı gözyaşları” olarak biliniyor. Bu kemirgenlerde tepkinin çevresel baskıyla arttığı, bunun yaş ve genel sağlık durumuyla da ilintili olduğu düşünülüyor. Ancak bu bağlantıların daha kapsamlı çalışmalarla kanıtlanması gerekiyor. Bu durumda “ağlayan bizon” videosu bağlamında, bizonun üzgün olup olmadığını söyleyemeyiz, ama insanların “antropomorfik” bir yaklaşımla bizona insana özgü davranış ve özellikler yüklemeye çalıştıklarını söyleyebiliriz. İnsan dışında bir hayvanın gözyaşı dökebileceği, bunun yalnızca insana özgü bir davranış olduğunu düşündüğümüzden olsa gerek, bizlere olağanüstü gelir ve karşılığında o canlıya duygusal bir tepki vermek isteriz. Videodaki bizona gelince, Utah’ın çayırlıklarında bağımsız bir yaşam sürdüren bu canlı oldukça formda görünüyor ve rahatça soluk alıp veriyor. Gerginliğe işaret eden başka bir belirti göstermeden sessizce durup çevresine bakınan bizonun gözüne toz kaçmış olabilir ya da rüzgardan etkilendiği düşünülebilir. Kaynak: https://www.scientificamerican.com/article/do-animals-cry-when-theyre-sad/
Dinozorlar dev boyutları ve ürkütücü dişlerinden ötürü değil, yürüyüş biçimlerinden dolayı gezegenin hakimi oldular. Triyas döneminde yaşanan kurak iklim koşullarında 2 ayak üzerindeki yürüyüşlerinin kendilerine sağladığı üstünlükten ötürü dünyadaki egemenliklerini 160 milyon yıl boyunca sürdürmüş olabilirler. Yeni bir araştırma dinozorların yürüme biçimleri sayesinde gezegeni ele geçirmiş ve 160 milyon yıl boyunca egemenliklerini sürdürmüş olabileceklerine işaret ediyor. Hem iki hem de dört ayakları üzerinde yürümeye uyum sağlayabilen dinozorlar, başka canlıları gölgede bırakan çeşitlilikleriyle Triyas döneminden (günümüzden 251.9 milyon yıl önce başlayıp 201.3 milyon yıl önce sona eren) 66 milyon yıl önce Kretas döneminde (günümüzden 145 ile 66 milyon yıl önce) soyları tükeninceye dek gezegenin baskın kara omurgalıları durumuna geldiler. 7 Şubat 2024 tarihinde Royal Society Open Science dergisinde yayımlanan bu yeni araştırmada dinozorların bir dizi çevresel çöküşün ardından ortaya çıkan ekolojik yaşam alanlarını doldurarak dünyayı nasıl ele geçirdikleri açıklanıyor. Dinozorlar önce arka ayakları ve daha sonra da dört ayak üzerinde yürüdüklerinden çok önemli çevresel değişimlerin yaşandığı bir dönemde ciddi bir üstünlüğe sahiptiler. Dinozorlar, günümüz timsahlarının atalarının da aralarında yer aldığı Pseudosuchia adlı birbirleriyle bağlantılı sürüngenlerle birlikte evrilen, Avemetatarsalia adlı topluluğun bir parçasıydılar. Her iki topluluk da, 252 milyon yıl önce yaşanan Permiyen dönemindeki kitlesel yok oluşun hemen ardından gelen, Triyas dönemi sırasında ortaya çıktı. 208 farklı türün fosilleri incelendi Araştırmacılar avemetatarsalia, pseudosuchia ve yakın akrabalarından oluşan 208 farklı türün fosilleşmiş bacak kemiklerinden yararlanarak zaman içinde geçirdikleri değişimleri belirlemeye çalıştılar. Timsah soylu arkozorlar adıyla da bilinen Pseudosuchianlar, ilk ortaya çıktıklarında en çok çeşitliliğe sahip olan topluluktu. Bu topluluğun kimi üyeleri arka bacakları üzerinde yürüseler de, çoğunluğu sürünerek ilerleme alışkanlığını sürdürmekteydi. Dinozorlar ilk başında iki ayaklıydılar ve ataları gibi hantal hantal yürümek yerine koşabiliyorlardı. Hızlı devinebilmeleri bu canlıların avcı ya da yırtıcı hayvanlardan paçayı sıyırma becerilerini de geliştirerek Triyas döneminin kurak iklim koşullarında onlara bir üstünlük sağladı. Yiyecek bulmak çok zordu Araştırmanın baş yazarı olan Bristol Üniversitesi paleobiyoloji bölümü yüksek lisans öğrencilerinden Amy Shipley, “O sırada yiyecek bulma açısından ciddi bir baskı söz konusuydu. 20 milyon yıldır sayıları zaten azalmış olan dinozorlar bir biçimde kalkışa geçerlerken, pseudosuchianlarda böyle bir durum yaşanmadı. Büyük bir olasılıkla ilk dinozorlar, tıpkı günümüzün birçok sürüngen ve kuş türleri gibi, suyun korunması konusunda iyiydiler. Ne var ki, elde ettiğimiz bulgular yürüme ve koşma konusunda daha gelişkin bir uyum sağlama becerisine sahip olmanın dinozorların üstünlük kazanmasında çok önemli bir rol oynadığını ortaya koyuyor,” diyor. Triyas döneminin sonunda bir başka kitlesel yok oluş dört ayak üzerinde duran krokodilomorfların (crocodylomorph) dışında kalan pseudosuchianların büyük bir çoğunluğunu yeryüzünden silip süpürdü. Kimi dinozorlar iki ayaklı dik duruşlarını korurlarken, kimileri yeniden dört ayak üzerinde durmaya başladılar. Bu da onların çeşitlilik kazanmalarına ve çok farklı ekolojik alanları doldurmalarına olanak tanıdı. 2 ayaklıların dönemi Araştırmanın eş yazarlarından Suresh Singh, “Triyas dönemindeki kitlesel yok oluşun ardından uzunlukları on metreyi aşan, kimileri zırhlı, birçoğu dört ayaklı, ancak birçoğu da ataları gibi iki ayaklı, gerçekten dev boyutlu dinozorlar ortaya çıktı. Duruş ve yürüyüşlerindeki çeşitlilik bunların son derece uyumlu oldukları anlamına geliyordu ve bu da onların dünya üzerinde öylesine uzun bir süre boyunca başarılı olmalarını sağladı” diyor. Dinozorlarda zaman içinde-söz gelimi, sıcaklıkları tüyleriyle düzenlemek ve daha etkili soluk alıp verme düzenekleri gibi-başka özellikler de gelişti. Ne var ki, araştırmacılar onlara asıl üstünlük sağlayan özelliğin yine de çok büyük çeşitlilikteki devinim becerileri olduğunu düşünüyorlar. Rita Urgan Kaynak: https://www.livescience.com/animals/dinosaurs/dinosaurs-dominated-our-planet-not-because-of-their-massive-size-or-fearsome-teeth-but-thanks-to-the-way-they-walked
NASA'nın yıldızlararası uzay aracı, beş ay boyunca bozuk veriler ilettikten sonra sağlığı ve çalışma durumu hakkında güncellemeler gönderdi. 1977 yılında fırlatılan Voyager 1, Güneş Sistemi'ni terk eden ilk insan yapımı nesneydi. Şimdi Dünya'dan 24 milyar kilometre uzakta, geçen yılın Kasım ayında anlamsız sinyaller göndermeye başladı. Voyager 1'in aksaklığı gidermeye yönelik verileri saklama biçiminde yapılan değişikliklerin ardından NASA'nın uçuş ekibi, 22 Nisan'da uzay aracıyla bir kez daha iletişim kurabildiklerini doğruladı. Bilim verilerini geri gönderme yeteneğini de geri getirmeyi umuyorlar. Kaynak: https://www.space.com/voyager-1-communications-update-april-2024
Çin Bilimler Akademisi, Ay'ın şimdiye kadarki en yüksek çözünürlüklü jeoloji atlasını yayınladı. Ay Küresi Jeolojik Atlası, ay yüzeyine ilişkin diğer temel jeolojik bilgilerin yanı sıra toplam 12.341 krater, 81 havza ve 17 kaya türünü ortaya koyuyor. Haritalar benzeri görülmemiş bir ölçekte 1:2.500.000 oranında yapıldı. Çin, haritaları Ay hedeflerini desteklemek için kullanacak ve araştırmacılar, haritaların kendi Ay görevlerini üstlenen diğer ülkelere faydalı olacağını söylüyor.