1. ana sayfa
  2. Herkese Bilim Teknoloji
  3. Bilim & Teknoloji

Herkese Bilim Teknoloji - Bilim & Teknoloji

3816 | Takipçi

Çam mı, Meşe mi – Kamu mu, Ticaret mi? - Herkese Bilim Teknoloji

Bugün devlet fidanlıklarında Türkiye bitki çeşitliliğine yakışır fidan çeşitliliğini bulmak zordur. Başkalarını ideolojik davranmakla suçlayanlar, özel ağaçlandırmayı, özel fidancılığı ve taahhüt yoluyla dikimleri tercih etmiştir. *** Taraklı, Bilecik derken 13 insanımızı yangınlara verdik. Orman ve canımız yandıkça neden çıralı çamlar dikiliyor dedik, meşelikleri ormancıların çama çevirdiğini iddia ettik. Türkiye’de 1917’de başlayan orman planlaması 1973’de bitmiş, ilk sağlıklı veriler alınmıştır. 1980’de 20.199.296 ha ormanın % 53,31’i meşe, kayın, gibi geniş yapraklı, % 42,16’sı ise çam, göknar gibi iğne yapraklı, ibreli ağaçlardan oluşmuştur. Toplam 26.137.277 m3/yıl artımın, %36,16’sını (0,88 m3/ha) geniş yapraklılar yapıyordu. Ormancılık politikalarında doğal veriler kadar, sosyo - ekonomik özellikler de dikkate alınmalıdır. Türkiye kuruluş yıllarında odun hammaddesi kıtlığıyla karşılaşmış, yegâne döviz kaynağı üzüm, incir ihracı için gerekli ahşap sandık bulamamıştır. Sonrasında da odun üretimi tüketimine yetmemiştir. Kısa dönemde odun üretimini artıracak kapasite, 1,96 m3/ha artımla ile ibreli ormanlardaydı. Orman Genel Müdürlüğü (OGM) odun hammaddesi üretmek, sel ve erozyonu önlemek, kumul durdurmak gibi farklı amaçlarla kurumsal ağaçlandırmalar yapmıştır. 1969 yılında Türkiye’de ilk defa Orman Bakanlığı’yla birlikte Ağaçlandırma ve Erozyon Kontrolü Genel Müdürlüğü (AGM) kurulmuştur. AGM, daha örgütlenirken Türkiye’yi havzalara bölmüş, avan projeler hazırlamıştır. Bu projelerde ekolojik olarak uygun ağaç türleri, dikim aralıkları belirlenmiş, makineli - emek yoğun toprak işleme tekniklerine göre seçenekler üretilmiş, her seçeneğin iç kârlılık oranı, net bugünkü değer, döviz tutumuna etki ölçütleriyle ekonomisi analiz edilmiştir. Yetmiş sente muhtaç olunan yetmişlerde insan kaynağı, projelendirme ve uygulamalarıyla ulusal bir ağaçlandırma kapasitesi oluşurken, 12 Eylül darbesiyle AGM kapatılmıştır. Yaşanan fidan sorunu Ağaçlandırma işi yeniden OGM’ye devredilmiştir. 1982 sonrası ağaçlandırılan alan artmış fakat yapılacak ağaçlandırma yer ve amacına uygun yeterlilikte fidanı verebilecek sistem kurulamamıştır. Bazı yıllar eksik, bazı yıllar fazla fidan sorunu yaşanmıştır. Özel ağaçlandırma ve taahhüt yoluyla iş yaptırma eğilimi yükselmiş, devletin kapasitesi azalırken, fidanlıklar istenen büyüklük ve çeşitliliğe eriştirilmemiştir. Raporlarda “Ağaçlandırma planlamalarında imkanların elverdiği ölçüde karışık orman kurma prensibine ağırlık verilmelidir” dense de, fidan, projelendirme, proje uygulama düzenleri iyileştirilememiştir. Seksenlerde bir meşe fidanı üretmek için (1047 TL), yaklaşık beş çam fidanı (207 TL) bedeli gerekirken, sonrasında meşe fidanı yetiştirmenin ucuz yolu bulunamamıştır. Zamanla ağaçlandırma ve fidan üretim düzeyleri düşmüştür. Yangına dayanıklılık için dikilmesi önerilen meşenin aslında Türkiye’de 18 türü vardır fidan üretimleri artırılamamıştır. Daha büyük ve uzman fidanlıklara ihtiyaç varken ormancılık dışı tahsislerle fidanlıklar küçülmüştür. Karışık orman kurulmak istense de, istenen nitelik ve nicelikte fidan sorunu hep olmuştur. Orman Bakanlığı ve AGM 1991’de ikinci defa kurulmuş, 2011’de yine kapatılmıştır. Açılıp, kapatılan AGM’nin yokluğunda, işler daha ayrıntılanıp uzmanlaşacağına, ihaleyle yaptırılabilen rutinlere dönmüştür. Fidan, dikim ve artım üstünlükleri çamları ağaçlandırmalarda öne çıkarırken, kolay uçan tohumları çamlara terk edilen tarım alanlarını işgal fırsatı vermiştir. Meşelerin payı 2012’de %23,34’e düşse de, 2024’de % 29,30’a yükselmiştir. Fidan üretimi düşen meşelerdeki bu artışın kırsaldaki yakacak ve otlatma baskısının azalışından kaynaklanması olasıdır. Bugün devlet fidanlıklarında Türkiye bitki çeşitliliğine yakışır fidan çeşitliliğini bulmak zordur. Başkalarını ideolojik davranmakla suçlayanlar, özel ağaçlandırmayı, özel fidancılığı ve taahhüt yoluyla dikimleri tercih etmiştir. Meşeleri kızılçama çevirmekten çok, kamusal ağaçlandırmayı, fidancılığı özelleştirmek hedeflenmiştir. Meşelikler kızılçama mı dönüştü diye sormak yerine, kamusal görev, ticari faaliyete mi döndürüldü diye sorgulamak, belki daha yararlıdır. Yine bir yangın fırtınası yaşadık. Dış güçlerin bize kızılçam diktirdiği bu defa daha az dile gelse de, yine neden zeytin yerine çıralı çamlar dikiliyor diye soruldu. Özel ağaçlandırma adı altında badem, ceviz bahçeleri kurduran bir devletin vatandaşının tarım ile ormanı karıştırmasına sitem etme hakkımız yoktur. Ormanlar tüm vatandaşlarımızındır ve her vatandaşın sorgulama hakkı vardır. Üstelik uzmanlık gerektiren alanlarda, alan dışı kişilerin bilmemeleri de haktır. Kızılçamın doğal bir türümüz olduğunu açıklamak, tarım ile ormanın farklı olduğunu hatırlatmakla yetinmek, geçmişte uygulanan politikaların yeterince anlaşılmasını sağlayamamıştır. Bu makalede, Türkiye; yapraklı ormanlarını çam ormanlarına mı dönüştürdü, neden çamlar ağaçlandırmada öne çıktı, yangına dirençli ormanlar kurmaya uygun politikalara sahip miydi, izlediğimiz politikalarla yangına dirençli ormanlar kurmak olanaklı mıdır soruları yanıtlanmaktadır. Türkiye Ormanlarının Durumu: Türkiye’de sahaya çıkarak, tür, orman yapısı, artım, hacim belirleme gibi ölçümlere dayalı ilk orman envanterinin 1917 yılında Hendek’teki orman amenajman çalışmasında yapıldığı söylenebilir. Ardından ölçülen değişkenler geliştirilerek tüm ormanlarda çalışmalar devam etmiş ve 1973 yılına gelindiğinde Türkiye’de planı olmayan orman kalmamıştır. Bu nedenle, ağaç türlerinin dağılımı dahil, miras alınan ormanların durumunu açıklarken 1973’e en yakın verileri temel almak gereklidir. 1980 yılında 20.199.296 ha olan orman alanımızın % 53,31’i meşe, kayın, gürgen, kestane gibi geniş yapraklı ağaçlardan oluşurken, % 42,16’sı ise çam, göknar, sedir gibi iğne yapraklı veya ibrelilerden oluşmuştur (Tablo 1). Türkiye ormanlarında geniş yapraklılar, ibrelilerden % 11 civarında üstün bir çoğunluktu ve ormanlar hep meşe değildi! Ormanları sadece kapladıkları alan büyüklüğüyle değil, ormanı oluşturan ağaçların kapalılık, dikili servet ve artım düzeyleriyle de incelemek gerekir. Türkiye’nin ibrelilerinden kızılçam, yapraklılarından kavaklar, biyolojileri gereği en hızlı artım yapar. Ancak, aşırı kesim, otlatma, açma gibi nedenlerle kapalılık kırılıp, dikili servet azaldıkça artım da azalır ve bir ormanın ne kadar tahrip gördüğünün göstergesidir. 1980 tespitlerine göre tüm ormanlarımız bir yılda toplam 26.137.277 m3 artım gerçekleştirirken, ilginçtir ki alanda %53,31 pay sahibi geniş yapraklılar toplam artımın sadece % 36,16’sını gerçekleştirmiştir. Devralınan geniş yapraklı ormanlar, kerestesi, yakacak odunu, hayvana verilecek yaprağıyla aşırı tahrip edilmiştir ve çoklukla baltalık şeklinde, yakacak elde etmek üzere yönetilmiştir. Orman mühendisleri planları tamamladığında daha geniş bir alanda fakat daha az artım yapabilen, tahrip olmuş bir geniş yapraklı orman varlığıyla karşılaşmıştır. Türkiye Ağaçlandırma Politikasının Temelleri: Orman bakımı ve ağaçlandırma politikası oluştururken, doğal verileri temel almak fakat ülke gereksinimlerini de mutlaka dikkate almak gereklidir. Aksi halde sürdürülebilir bir politika oluşturmak olanaksızdır. Türkiye Cumhuriyeti daha kurulduğu ilk yıllarda odun hammaddesi kıtlığı sorunuyla karşılaşmıştır. Meraklısı Cantürk Gümüş’ün Devlet Ormancılığına Geçiş Sürecinde Karadere Serüveni kitabını okur ve yeni kurulmuş devletin, yegâne döviz kaynağı olan kuru üzüm ve incirleri ihraç etmek için gerekli sandıkları yapmak üzere, nasıl göknar kerestesi aradığını, ithal edemeyince yurt içi üretim olanaklarına nasıl yöneldiğini öğrenebilir. Türkiye ne kuruluş yıllarında ne sonraki dönemlerde hiçbir zaman odun hammaddesi üretimi tüketimine yeten bir ülke olamamıştır. İbreli ormanlardan daha geniş bir alan kaplasa da, geniş yapraklı ormanlar sadece 0,88 m3/ha (Tablo 1) artım yapabilecek haldedir ve kısa dönemde odun üretimini artıracak en büyük kapasite 1,96 m3/ha artımla ibreli ormanlardadır. Yoktan bir orman kurmak, tahrip edilmiş ormanı olması gereken yapıya dönüştürmek için izlenecek süreçleri belirlerken, çalışmanın yapılacağı yerdeki ağaç türlerinin biyolojileri kadar olası tekniklerin yapılabilirliklerini, süreç sonunda oluşacak ekonomik, sosyal ve ekolojik sonuçları dikkate almak gereklidir. Türkiye’de ağaçlandırmanın kökleri Osmanlı’ya kadar uzanmaktadır. Kazım Karabekir örneğinde görüldüğü gibi, aslında ormancı olmayan pek çok kişi ülkenin yeşillendirilmesini kendine dert edinmiş, ağaçlandırma bayramları yapmış, fidan dikim kampanyaları düzenlemiştir. Ormancılık kurumları marifetiyle ve projeler dahilinde, odun hammaddesi üretmek, sel ve erozyonu önlemek, kumul hareketlerini durdurmak gibi farklı amaçlarla ağaçlandırmalar yapılmıştır. 1969 yılında Türkiye’de ilk defa bir Orman Bakanlığı kurulmuş, 1840’da kurulan Orman Genel Müdürlüğü (OGM) bu bakanlığın merkezdeki en köklü genel müdürlüğü konumunu korurken, Ağaçlandırma ve Erozyon Kontrolü Genel Müdürlüğü (AGM) kurularak ülke ağaçlandırması uzman bir kuruma emanet edilmek istenmiştir. AGM, 1975 yılına kadar taşra örgütünü açamasa da, Türkiye’yi havzalara bölmüş ve tümü için avan projeler (Fotoğraf 1) hazırlamayı başarmıştır. Bu projeler incelendiğinde, toprak ve iklim gibi yetişme ortamı özelliklerinin ortaya konduğu, kullanılabilecek ağaç türleri ile uygulanabilecek dikim aralıklarının belirlendiği, hatta toprak işlemenin makineli veya emek yoğun yapılma hallerini dikkate alarak, farklı ağaçlandırma seçenekleri üretildiği görülmektedir. Projelerden, dönemin orman mühendislerinin oluşturdukları ağaçlandırma seçeneklerini, ekolojik yeterlilik yanında, ekonomik açıdan da incelemek üzere iç kârlılık oranı, net bugünkü değer, katma değer, döviz tutumuna etki gibi ölçütlere göre değerlendirdikleri anlaşılmaktadır. Petrol krizi, Kıbrıs barış harekâtı ve ABD ambargosunun konuşulduğu yetmişli yılların, yetmiş sente muhtaçlığı hatırlandığında, ülke ormancılarının odun arz açığının farkında olduğu, alacakları kararlarla ülke ekonomisini etkilediklerini bildikleri açıktır. Yapılan ağaçlandırmaların biyolojik çeşitlilik üzerine olumsuz etkileri veya artan yangın riski noktalarında hangi ormancılık dışı kişi ve kurumun o yıllarda orman mühendislerini uyardığı bugün bilinmese de projelerde yangın emniyet yol ve şeritlerine yer verilmiş fakat bu şeritlerin çevresinde, yangına özel dikimler yapılamamıştır. Bu dönem ağaçlandırmaları genelde kamunun sahip olduğu araç gereç ile orman köylülerinin işçiliği ve AGM müdendislerinin sevk ve idaresinde gerçekleştirilmiş, bazı muhafaza memurları ve işçiler “fidancı” olarak yetiştirilmeye başlanmış ve ara kademe uzman oluşturulmaya çalışılmıştır. Fakat AGM bu alanda bir birikim oluşturmaya başlamışken 1980 askeri darbesine takılmıştır. 12 Eylül askeri ortamında, Orman Bakanlığı ile birlikte kapatılmıştır. Ağaçlandırma yapma görevi yeniden OGM’ne verilmiştir. AGM Sonrası Niceliğin Niteliğe Tercih Dönemi: AGM kapatılınca, bu kurumda çalışan ve kendilerine “ağaçlandırmacı” diyen orman mühendisleri dağıtılmıştır. Oluşan bilgi birikimi küçümsenmiş, mevcut makine parkı ile tesislerin OGM’ye devredilmesiyle çalışmaların aksamadan ilerleyeceği iddia edilmiştir. Gerçekten de, 1982 sonrası ağaçlandırılan alan büyüklüğünde bir artış yaşanmış (Şekil 2) ve bazıları bu artışı, AGM olmadan da ağaçlandırmanın yapılabildiğine kanıtı olarak göstermiştir. Ancak, yapılacak ağaçlandırma alanına uygun orijinden toplanmış tohumlardan yetiştirilmiş fidan üretimi, yapılacak ağaçlandırmanın amacına hizmet edecek ağaç türlerinin tamamından yeterince fidan verebilecek bir fidanlık üretim düzenine bir türlü geçilememiştir. Bazı yıllar ağaçlandırılacak alanlarda, teraslar açılmış fakat dikilecek “çam fidanı bile” bulunamamışken, bazı yıllarda da fidanlıklarda hazır edilmiş fidanları dikecek yer bulunamamış ve üretim fazlası fidanlar sürülerek yeşil gübre yapılmıştır. Fidan üretimi ve ağaçlandırılan alan değişkenleri arasında 0,7839 gibi orta üstü bir korelasyon yakalanmışsa da (Şekil 2), yetiştirilen fidanların tür bileşimi ile ağaçlandırma amacı ilişkilendirilememiştir. Diğer yandan, ağaçlandırmaları müteahhitler marifetiyle yapma eğilimi artmış, 1987 yılıyla birlikte özel kişileri orman kurmaya teşvik etmek üzere, özel ağaçlandırma kredileri ısrarla dağıtılmaya çalışılmıştır. Şekil 2: Yıllara göre ağaçlandırılan alan ve üretilen fidanlık düzeylerinin değişimi Meslek camiasında özel ağaçlandırmalar ile taahhüt yoluyla yapılan ağaçlandırmalar eleştirilmeye başlanmış ve nitekim 1990 yılında yazılan VI. Beş Yıllık Kalkınma Planı Ormancılık Özel İhtisas Komisyonu raporunda “Ağaçlandırma planlamalarında imkanların elverdiği ölçüde karışık orman kurma prensibine ağırlık verilmelidir” ifadesine yer verme gereği duyulmuştur. Bu ifade karışık orman kurmanın faydasının farkına varıldığı fakat “imkanlar elverdiği ölçüde” diyerek, uygulamaya geçişteki kısıtları gördüklerini düşündürmektedir. Karışık ormanları kurmaya engel sınırlayıcı imkânların başında, tohum, fidanlık ve ağaçlandırma zincirini başarıyla çalıştırabilmek sorunu gelmektedir. Bir kızılçam veya meşe tohumunu elde etmek, çimlendirip fideye dönüştürmek, fideyi başarıyla ağaçlandırma sahasına aktarmak aynı kapsamda işler değildir. Yol kenarlarında, kendiliğinden gelmiş tohumlardan çimlenebilmiş, yanında yakınında hiçbir fidan veya ağaç olmayan bir çamın veya karaağacın fidesiyle karşılaşmanız mümkündür. Ancak, ağır tohumlu bir meşe, kestane veya kayın için bu durum istisnadır. Bu nedenle, her ağacın fidanını yetiştirmek için kurmanız gereken fidanlık düzeni de, büyüklüğü de değişir. Çam gibi uzaklara tohum atabilen, açıkta çimlenip fidana dönen bir ağacın fidanı, çok gelişmemiş bir fidanlıkta kolaylıkla yaşatılabilirken, meşe gibi ağır tohumunu dibine düşürerek çoğalan bir cinsin fidanını yetiştirmek için, çimlenen tohumu güneşten, aşırı soğuklardan koruyacak siperliklerle desteklenmiş fidanlıklar kurmanız gerekir. Çam fidanlarının çimlendirme yataklarında sadece bir yıl kalsa dahi söküldüğünde bir başka yere dikilme ve tutma şansı vardır. Meşe fidanları için ise önce özel hazırlanmış yataklarında çimlendirmek, ardından güneş ve dondan koruyucu bir siperlik altında birkaç yıl kollamak ve açık arazide kalabilecek yeteneğe kavuşuncaya kadar yetiştirmek gereklidir. Üstelik bu arada dikim sahasına uyum sağlayabilecek kök bakımı gibi işlemleri yapmak, bütün bunlar için daha fazla masrafı göze alıp daha büyük fidanlık düzenleri oluşturmak zorunludur. Ülkemizde ağaçlandırma çalışmalarının büyük artış gösterdiği seksenli yıllardaki birim fidan maliyetleri Tablo 2’de gösterilmiştir. Üç yaşında (1+2) tek bir meşe fidanı yetiştirmek için harcanan kaynakla yaklaşık beş çam fidanı yetiştirmek mümkündür. Üstelik 1+0 yani bir yıl çimlenme yastığında kalmış ve sökülüp ağaçlandırmaya sevk edilmiş çam fidanlarının tutma şansı vardır ve plantuvar dikimi gibi düşük dikim masrafları dikkate alındığında çamları ağaçlandırmada öne çıkarır. Ucuz ve çabuk yetişebilen fidanları, kolay ve az bütçeyle yapılabilen dikimi, gösterdiği yüksek artım ve oduna olan acil ihtiyaç, çam türlerini meşe cinsinin ve diğer türlerin önüne geçirmiştir. Ne yazık ki, yetiştirilen fidanların türlere göre dağılımını 2010 sonrası dönemde izlemek mümkündür. Tablo 3’den görüldüğü gibi, kızılçam dışında başka çamların da fidanı yetiştirilmektedir. Başarılı bir ağaçlandırma için bu ağaçlandırmayı destekleyen bir fidanlık düzeni gereklidir. Orman fidanlıklarının, müşteri bekleyen süs bitkisi fidanı yetiştiricileri gibi, tercih ettiği fidanları üretip sonra alıcı beklemesi değil, yapılacak ağaçlandırmalara uygun orijin ve türlerde fidan üreten bir yapısı olmalıdır. Bu nedenle 2010 yılında toplam fidan üretimi içerisinde %25,80 paya sahip karaçam fidan üretiminin hangi gerekçeyle 2024 yılında %12,18’e düştüğü veya kızılçam fidan payının 2021 yılında yaşanan ve 120 bin ha bulan Manavgat, Marmaris ve Bodrum mega yangınları nedeniyle mi, aynı dönemde % 12,72’den % 37,01’e yükseldiği açıklanmaya muhtaçtır. Esasen tüm türlerdeki fidan üretim değişimleri, uygulanacak politikaların yansıması olarak, açıklanabilir olmalıdır. Benzer şekilde, 2010 yılında tüm fidanlar içerisinde sadece %1,10 düzeyinde meşe fidanı yetiştirirken, 2024 yılında bu cinse ait payın %0,50 seviyesine çekilmesinin bir açıklaması olmalıdır. Üstelik Prof. Dr. Faik Yaltırık hocamızın 1984 yılında hazırladığı kılavuzdan beri Türkiye’deki tüm orman mühendislerinin ülkemizde meşe (Quercus) cinsi altında 18 ayrı doğal türün olduğunu ve ülkenin farklı bölgelerinde bu türlerin hepsinin fidanına ihtiyaç duyulacağını bilmesi gereklidir. Karışım yapacağım diye eline geçen meşeyi değil, yöreye uyan meşe türünü kullanmak gereklidir. Yangına dirençli orman kurmakta, özellikle yangın emniyet şeritleri ile yollarının kenarına dikilecek serviler önemlidir ve fidanından ne kadar üretildiği incelenmelidir. 2010’dan 2024’e geçen sürede servi fidanı üretim payı toplam içerisinde %1,59’dan % 6,53’e çıkmış gibi görünse de, toplam fidan üretimi düştüğünden, servi fidanına duyulan ihtiyacın fark edilerek üretime yansıtıldığını söylemek güçtür. Orman ağaçları için en önemli tohum kaynağı, kamu mülkiyetindeki tohum meşcereleri ve tohum bahçeleridir. Orman fidancılığı, süs bitkilerine göre, çok fazla miktarda fidan üretimini gerektirir ki bu da geniş üretim alanlarına ihtiyaç duyar. Üstelik meşe veya diğer yapraklı türler ile fidanı güç yetişen ardıçlar gibi ibrelilerden yeterince üretmek isteniyorsa daha büyük ve uzmanlaşmış fidanlıklara ihtiyaç vardır. 1982 yılından günümüze orman fidanlıklarının sayıları ve toplam alan büyüklüğü Şekil 3’de gösterilmiştir. 1982 yılında ortalama bir orman fidanlığı 26,16 ha büyüklüğündeyken, 2024 yılında 24,68 ha büyüklüğe gerilemiştir. Bilmem ne firmasına fabrika yeri yapılmak, bilmem ne belediyesine park inşa edilmek, filanca ilçenin yenilenecek hastanesine mekan olmak üzere orman fidanlığı tahsis ede ede Şekil 3’den görüldüğü gibi, bırakınız büyüyüp gelişmeyi, mevcudu korumak başarı sayılmıştır. Şekil 3: Yıllara göre orman fidanlıklarının sayısal ve toplam alan değişimi Devlet fidancılığı kan kaybederken “özel sektör marifetiyle sözleşmeli fidancılık politikasına” geçiş tercih edilmiştir. Özel kişilere fidanlık kurmak üzere krediler açılmış, fidan alım garantileri verilmiştir. Özel kişilerin hangi ağaçlandırmaya özel, hangi tohum kaynağından ve hangi türlere ait fidan üretirse, ülke ağaçlandırma hedeflerini yerine getirebilecek bir fidan arzının oluşacağı yeterince düşünülmemiş, dert edinilmemiştir. Özet olarak karışık orman kurmak istese de, ülke ağaçlandırmalarından sorumlu orman mühendisleri, meşe veya diğer geniş yapraklı orman ağaçlarından istedikleri nitelik ve nicelikte fidana hiçbir zaman sahip olamamıştır. Projelendirme, Proje Uygulama ve Teknolojik Gelişim: İlk AGM mühendislerinin yetirince karışık orman kuramamasını sadece gerekli fidan kaynağındaki yetersizlikle açıklamak yeterli değildir. Bu mühendislerin ellerindeki haritaların ölçeği ile proje hazırlarken, araziye aplike ederken kullandıkları araç gereç ve ara kademe eleman durumunu da dikkate almak gereklidir. Yetmişli yılların ağaçlandırma mühendisleri 1/100.000 ölçekli toprak haritaları ile 1/250.00 ölçekli askeri paftalardan yararlanmış, bu ölçeklerin verdiği detayda arazi farklarını görebilmiş, belirlediği bitki durumunu bu haritalara kaydetmek zorunda kalmıştır. Bir ağaçlandırma sahasında var olan ve karışıma bırakılması yararlı bir bitki grubunu, merhum hocamız Prof. Dr. İbrahim Atay’ın tabiriyle “ziynet ağaçları” olarak fark ve tespit etmişse de, bunları haritalarına kaydetmek, diri örtü temizliği veya toprak işleme yapacak ekiplere bunları işaretleyip verebilmek imkânını hiç bulamamıştır. Üstelik yeni kurulmuş taşra teşkilatında, kendisine verilen “fidancı” isimli birkaç eleman dışında, sahada kendisini destekleyecek bir ekibi de olamamıştır. Bu nedenle, büroda planlanan ile arazide olanın uyumunu sağlamak noktalarında hep eksiklikler hissetmiştir. İlk AGM kapatılıp işler OGM’ye devredilmişken, 1991 yılında Orman Bakanlığı’nın ikinci defa kurulmasıyla birlikte AGM yeniden açılmıştır. İster istemez, ilk AGM döneminde oluşan fakat dağılan kurumsal yapı toparlanmaya çalışılsa da, bu kurum 2011 yılında yeniden kapatılmış ve OGM içerisinde bir daire başkanlığına dönüştürülmüştür. Orman Bakanlığı da kapatılmış ve yeni bakanlık içerisinde Çölleşme ve Erozyonla Mücadele Genel Müdürlüğü (ÇEM) isimli, taşra örgütü olmayan, politikalar oluşturmakla yetinecek, yeni bir genel müdürlük yaratılmıştır. Bugün ise ÇEM, ormancılık kurumlarının bağlı Tarım ve Orman Bakanlığı’ndan da ayırılmış ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na bağlanmıştır. Ülkemiz “politika” düzeyinde çölleşme ve erozyonla mücadeleyi Çevre ve Şehircilik Bakanlığı altında yaparken, OGM’nin ağaçlandırma çalışmaları ile eşgüdümünün nasıl sağlandığı ise bilinmemektedir. Oysa tıpkı fidanlıklardaki uzmanlaşma gereksinimi gibi, ağaçlandırma, erozyon kontrolü, tahrip görmüş orman arazilerinin rehabilitasyonu konularında uzmanlaşmış bir kurumun Türkiye örgüt yapısı içerisinde yer alması, bu işleri gelişen bilgi ve teknik ışığında daha da geliştirmesi gerekliydi. Yetmişli yılların orman mühendislerinin GPS cihazları bulunmazken, bugünün orman mühendislerinin, tıpkı peyzaj projesi yapar gibi, dere kenarları, tepe sırtları, iki dağın kesişim yerleri veya yangın emniyet şeridi ve yolu kenarı ile tarım alanına komşu bantlara, köy ve diğer yerleşim yerleriyle ilişkisine dikkat eden, endemik bitkilerin konumunu birkaç metre duyarlılıkla kaydedebilen bir coğrafi bilgi sistemi olanağı bulunmaktadır. Bugün bu olanakları kullanarak, sadece dikim aralığı ve eğimi vermekle yetinmeyip, özel dikim planları yapabilen ağaçlandırma projelerinin üretilebilmesi, projeleri sahaya bir dantel gibi işleyecek ara kademe elemanlarına sahip olunması gerekliydi. Ne yazık ki, temelsiz gerekçelerle bir açılıp bir kapatılan AGM koşullarında, yangına dayanıklı tür çeşitliliğini sağlayacak ağaçlandırmaları yapabilecek fidanları yetiştirmek mümkün olamadığı gibi, günümüz gereksinimlerine yanıt verebilecek proje yönetimini sağlayacak kurumsal kapasite de geliştirilememiştir. Sonuç olarak... 1999 yılından günümüze çamların ve meşelerin ormanlarımızda kapladığı alansal değişim Tablo 4’deki gibi gerçekleşmiştir. Bu değişimin bir kısmı yapılan ağaçlandırmalardan kaynaklanmışken bir kısmı insan baskısı ortadan kalkınca ormanlaşan yerlerde kendiliğinden gerçekleşen değişimin bir sonucudur. Hafif ve kanatlı tohumlu çamlar, ormancıların bir desteği olmadan, yandan tohumlama yetenekleriyle, özellikle terk edilmiş eski tarım alanlarında ormanlar kurmuştur. Meşelerin tüm ormanlar içerisindeki payının 2012’de 1999’a göre bir düşüş (%23,34) yaşasa da, yeniden % 29,30 düzeyine yükseldiğini görülmektedir ki bu bir fırsattır. Meşe fidan üretimindeki düşüş dikkate alındığında, meşeliklerdeki bu artışın da, kırsaldaki yakacak ve otlatma baskısının azalmasına bağlı olması olasıdır. Türkiye; yapraklı ormanlarını çam ormanlarına dönüştürme politikası uygulamamış fakat fidan ve ağaçlandırma avantajları ile odun arz açığını kapatma üstünlükleri çamları öne çıkarmış, boşalan bazı yerleri çamlar kaplamıştır. Yapraklı türlerle ağaçlandırma yapmak veya ibreli ağaçlandırmalara yapraklıları karıştırmaya uygun bir fidanlık kapasitesi ise oluşturulamamıştır. Bugün Türkiye’nin bitki çeşitliliğine yakışır bir fidan çeşitliliğini, devlet fidanlıklarından büyük ölçekli projelere yönlendirebilecek hazır fidan yoktur. Başkalarını ideolojik davranmakla suçlayanlar ısrarla özel ağaçlandırmaları artırmayı, fidancılıkta özel sektörü öne çıkarmayı, taahhüt işletmeciliği marifetiyle ilerlemeyi tercih etmiş ve aslında ideolojik bir saplantının peşinden giderek, kurumsal kapasiteyi zayıflatmıştır. Bu nedenle, Ağaçlandırma Genel Müdürlüğü yeniden kurulmalı, tohum kaynakları ile fidanlıklar bu kuruma bağlanmalı, OGM ile daha önce kurulamayan ve sanki kurulması mümkün değilmiş gibi sunulan eşgüdümü sağlayacak şekilde görev tanımları yenilenmelidir. Aslında meşelikler kızılçama mı dönüştü diye sorgulamak yerine, uzmanlık yüzeysel bilgiye, kamusal görev, ticari faaliyete mi döndürüldü diye sorgulamaya başlamak, belki daha yararlıdır. Prof. Dr. Kenan Ok, İÜC Orman Fakültesi, Ormancılık Ekonomisi Anabilim Dalı Dr. Aytekin Ertaş, İÜC Orman Fakültesi, Silvikültür Anabilim Dalı *** OKURA NOT: Burada ormanlarımız konusunda uzman iki bilim insanımızın ayrıntılı ve uzun bir makalesini sunuyoruz. Tüm gerçekler burada... Önce okuyacağınız, bu büyük makalenin, HBT dergide de yayınladığımız bir özeti olacak. Bu kısa özetin ardından hemen geniş makale gelecek…

Sigara izmaritleri, karıncaların hayatını tehlikeye atıyor - Herkese Bilim Teknoloji

Sigara izmaritlerindeki zehrin sadece bitkilerin değil, özellikle karınca gibi böceklerin yaşamını da tehdit ettiği anlaşıldı. İzmaritler dünya genelinde en büyük atık olarak bilinmektedir. İçindeki nikotin artıkları çiçek nektarlarında birikerek, karınca ve diğer böceklerin besin kaynaklarını kirletiyor. Avusturyalı araştırmacılar, nikotinle kirlenmiş besinin, nikotinsiz besine kıyasla karıncalar üzerinde ne gibi etkiler yaptığını incelediler. Araştırmada Cardiocondyla obscurior karınca türü kullanıldı. Bu tür dünya genelindeki tropikal bölgelerde yaygın olduğu gibi Avrupa seralarında da bulunuyor. Sonuçlara göre nikotin gerçi sağlıklı karıncaları etkilemiyor, ama mantar enfeksiyonuna sahip karıncaların ölüm riskini artırıyor. Bununla birlikte sonuçların tüm böcekler için geçerli olmayacağı da söyleniyor. Nitekim her tür zehirlere karşı farklı reaksiyon gösteriyor. Fakat araştırmacılar yine de nikotinin ve hastalık etkenlerinin böcek popülasyonunu olumsuz etkileyebileceği konusunda uyarıyorlar. Bakteriler ve virüsler böceklerin azalmasında önemli bir rol oynuyor bu yüzden bu durumu kötüleştirebilecek her türlü faktöre dikkat etmemiz gerekiyor diyor uzmanlar. Kaynak: https://journals.biologists.com/bio/article/14/5/bio061928/367895/Chronic-exposure-to-nicotine-in-diet-enhances-the

Kurşunu altına dönüştürme hayali gerçek oldu - Herkese Bilim Teknoloji

LHC'de kurşun atomları çarpıştı, altın atom çekirdekleri oluştu Ortaçağ simyacılarının büyük bir hedefleri vardı: Kurşun gibi değersiz madenleri en değerli ve en kalıcı maden olan altına çevirmek. Birçok alim bunu denediyse de başarılı olamamıştı. Aslında bu hiç de şaşırtıcı değil. Çünkü kurşun ve altın hiçbir kimyasal reaksiyonla dönüştürülemez farklı elementlerdir. Başarıya giden tek yol, kurşun atomlarını manipüle etmektir. Kurşundan üç protein çıkarıldığında, altın oluşabilir. İşte tam da bu CERN’deki Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’nda (LHC) gerçekleşti. 27 kilometre uzunluğundaki halkada normalde protonlar neredeyse ışık hızında çarpışıyorlar. Fizikçiler birkaç haftadır burada kurşun atomlarını çarpıştırıyorlardı. Asıl amaç, LHC’nin ALICE detektöründe bir kuark-gluon plazması, yani kozmik “ilkel çorbayı” yaratmak ve incelemekti. Ancak LHC’deki kurşun çarpışmalarında, ağır kurşun atomlarının birbirlerini kıl payı ıskaladıkları da görüldü. Işık hızının yüzde 99.999993’üne kadar hızlandırılan pozitif yüklü atom çekirdekleri, yakın geçişleri sırasında birbirleriyle etkileşen güçlü elektromanyetik alanlar üretiyor. Bunun sonucunda ise kurşun atomları bazı nötronlarını ve protonlarını kaybediyor ve talyum, cıva ve altın gibi yeni elementler oluşuyor. Fizikçilerin analizlerine göre, yalnızca ALICE detektöründe saniyede 89.000 altın atom çekirdeği oluşuyor. Üç yıllık deney süresince toplamda yaklaşık 86 milyar altın çekirdeği tespit edildi. Ancak bu sayı bile sadece 29 pikograma, yani bir kırmızı kan hücresinin üçte biri kadar kütleye denk geliyor. Altın oluşuyor ama gözle görülemeyecek kadar az! Bu mikro-altın üretimi, hızlandırıcı teknolojilerindeki kayıpların anlaşılması ve elektromanyetik ayrışma teorilerinin geliştirilmesi açısından kritik önem taşıyor. Kaynak: https://journals.aps.org/prc/abstract/10.1103/PhysRevC.111.054906

Hayvanlar başka türlerin “dillerini” öğrenebilir mi? - Herkese Bilim Teknoloji

Afrika’nın kurnaz kuşu drongo, yırtıcı alarmı gibi sesleri başka türlerden öğrenip taklit ederek onları kandırıyor. Peki bu sadece bir taklit mi, yoksa gerçek bir “iletişim zekâsı” mı? Doğadaki sesler yalnızca arka plan gürültüsü değildir. Filler kulak çırparak ve düşük frekanslı homurtularla selamlaşır, çıplak kör fareler koloniye özgü “aksanlarla” konuşur, ispermeçet balinaları ise bağlama göre tıklama seslerini değiştirir. Ancak farklı türler, bu sesleri sadece duymakla kalıyor mu? Birbirlerinin “dillerini” gerçekten anlayabilirler mi? Bu soruya kesin bir yanıt yok, ama bazı örnekler var. Hayvanlar, kendi türleri dışındaki sesleri öğrenip, bazı durumlarda bu sesleri stratejik biçimde kullanabiliyor. Ancak bu “anlama” ve “kullanma” sürecinin ne kadar bilinçli gerçekleştiği hâlâ bir tartışma konusu. Zürih Üniversitesi’nden evrimsel antropolog Simon W. Townsend, Live Science’a verdiği demeçte, “Dil, teknik olarak sadece insanlara özgü bir iletişim sistemi. Ancak hayvanlar arasında da belirli seslerin belirli anlamlara geldiği sistematik iletişim biçimleri gözlemliyoruz,” diyor. Örneğin göç eden ötücü kuşlar üzerine yapılan bir araştırma, bu kuşların, yolculuk sırasında karşılaştıkları farklı türlerden gelen uyarı seslerini algılayabildiklerini ortaya koydu. Bu tür “türler arası sinyaller” özellikle göç yollarında hayatta kalma şansını artırıyor olabilir. Ancak bu kuşların birbirine ne “söylediği” hâlâ tam anlamıyla çözülebilmiş değil. Asıl etkileyici örnek ise Afrika’da yaşayan çatallı kuyruklu drongo (Dicrurus adsimilis) adlı kuşta ortaya çıkıyor. Drongolar, sık sık mirketler gibi diğer hayvanların peşinden gidiyor. Amaçları yiyecek çalmak. Bunun için de bir strateji izliyorlar: Yırtıcı uyarısı anlamına gelen kendi alarm çağrılarını çıkararak mirketleri korkutup deliklerine sokuyor, ardından yere düşen yiyecekleri kapıyorlar. Ancak bu numara sık kullanıldığında etkisini yitiriyor. Mirketler, drongolara güvenmemeye başlıyor. İşte bu noktada drongoların sıra dışı yeteneği devreye giriyor: Diğer türlerin alarm çağrılarını taklit etmek. Bu sayede, mirketler yine kandırılıyor ve drongolar besine ulaşabiliyor. Hatta bazen mirketlerin kendi alarm seslerini bile birebir kopyalayabiliyorlar. Capilano Üniversitesi’nden Thomas Flower, bu davranışın yalnızca ezberden ibaret olmadığını düşünüyor. “Drongolar, işe yaramayan sesi bırakıp işe yarayan başka bir türün sesine geçiyor. Bu, esnek öğrenmeye işaret ediyor,” diyor. Ama bu davranış gerçekten bilinçli bir “aldatma” mı, yoksa sadece ödül temelli bir öğrenme mi? Bu soru hâlâ cevap bekliyor. Flower, genç drongoların bu taklitleri anlamadan tekrar ettiğini, tıpkı insanların konuşmayı öğrenirken yaptığı gibi, zamanla deneme-yanılma yoluyla anlam kazandığını belirtiyor. Yani, tam anlamıyla bir “başka türün dili”nden söz etmek henüz mümkün olmasa da, hayvanlar arası iletişimde sınırların göründüğünden daha geçirgen olduğu kesin. Kaynak: https://www.livescience.com/animals/can-animals-learn-another-species-language

Köpekler ıslakken neden silkinirler? - Herkese Bilim Teknoloji

Islandığında hızla sarsılıp üzerindeki suları çevresine sıçratarak atmaya çalışan köpeklere sıklıkla tanık olmuşsunuzdur. Bilim insanları ıslanan köpeklerin neden böyle bir davranışta bulunduklarını açıklığa kavuşturdular. Yeni bir araştırmaya göre, “ıslak köpek silkelenmesi” memelilerin derilerinde bulunan C-LTMR adlı alıcıdaki bir kusurdan kaynaklanıyor. Söz konusu alıcıdaki bu kusur, kedilerden köpeklere ve farelere, boynunun arkası sıvıyla uyarılan her türden tüylü ya da kürklü hayvanın şaşırtıcı benzerlikte bir silkinme davranışında bulunmasına neden oluyor. Harvard Üniversitesi Howard Hughes Tıp Enstitüsü doktora öğrencilerinden Dawei Zhang ve arkadaşları tarafından yürütülen ve 7 Kasım’da Science dergisinde yayımlanan araştırmada, bilim insanları  önce farelerin genlerinde değişiklikler yaparak derilerindeki  ya mekanik güçleri belirleyici kanalları, ya da sıcaklık değişimlerini belirleyici alıcıları devre dışı bıraktılar. Sonuçta, sıcaklık değişimlerini saptama becerisinden yoksun farelerin boyunlarına yağ damlacıkları serpildiğinde yine de silkelendikleri görülürken, mekanoreseptör kanalları yok edilen farelerde bu davranışa tanık olunmadı. Araştırmacılar kısaca C-LTMR olarak bilinen C-lif-düşük eşikli mekanoreseptörler adlı sinir türünü uyardıklarında farelerin ansızın duş almışçasına silkelendiklerine tanık oldular. Bu bulguyu kesinleştirmek amacıyla C-LTMR’lerden yoksun fareler ürettiklerinde de, üzerlerine su serpildiğinde bu farelerin %58 oranında daha az silkelendiklerini gördüler. C-LTMR alıcılarının uzun süre gizemini koruduğunu belirten Zhang, 80 yıl önce yapılan araştırmalar ışığında bunların gıdıklanma duyusu yarattıklarından kuşkulanıldığına, ancak hayvanların bu uyarılmayı nasıl deneyimlediklerinin açıklanamadığına dikkat çekiyor. Araştırmalar insanlardaki C-mekanoreseptörler adlı benzer alıcıların tene hafif dokunuşların verdiği hazla bağlantılı olduğuna işaret ediyor. C-LTMR alıcıları kürklü hayvanların kıl köklerinden gelen sinyalleri aktardığından, bu yeni araştırma söz konusu alıcıların asalaklar ya da su damlacıkları gibi rahatsız edici minik uyarımları belirlemek üzere uzmanlaşmış olabileceklerine işaret ediyor. Zhang, “Silkinme, temelde, hayvanların tüylerindeki olası zararlı uyarıcılardan kurtulmalarına yarayan bir savunma sistemi işlevini görüyor,” diyor. Gizemini koruyan bir başka soru da, ıslak köpeklerin üzerlerindeki suyu atmaya çalışırlarken neden insanların yanı başlarına geldikleri ki, bunu yanıtlamak çok daha güç olsa gerek.      Rita Urgan Kaynak: https://www.livescience.com/animals/dogs/we-finally-know-why-dogs-shake-when-theyre-wet

Yoksa Mars’ta bir zamanlar sıcak su kaynakları mı vardı? - Herkese Bilim Teknoloji

Bir Mars meteoritindeki mineraller, hidrotermal aktiviteye dair jeokimsayal kanıtlar sundu. Güneş sisteminin ilk zamanlarında Mars’ta da belki Dünya’da olduğu gibi göller, nehirler ve hatta geniş bir okyanus vardı. Teorik olarak o dönemde komşu gezegende ilkel bakteriyel yaşam ortaya çıkmış olabilirdi. Fakat Kızıl Gezegen’deki yaşama elverişli çağın üzerinden çok zaman geçti: 3,5 milyar yıl kadar önce iklim istikrarsız hale geldi, Mars iyice soğudu, atmosfer inceldi ve bir zamanlar sıvı olan su dondu, zemine sızdı veya gaz olarak uzaya savruldu. Mars’ın daha ılıman, potansiyel olarak yaşama elverişli geçmişine dair kanıtlar artık yalnızca eski yüzey biçimleri, buz birikintileri, kayalar ve mineraller biçiminde bulunabilmekteler. Kızıl Gezegen’in ilk dönemlerine ait Mars meteoritleri, gezegenin o zamanlar neye benzediğine dair ipuçları verebiliyor. Mars’ın ilk dönemlerine ait böyle bir “zaman kapsülü”, Sahra’da bulunan Mars göktaşı NWA7034. Koyu renkli göktaşı, alışılmadık derecede yüksek su içeriğine sahip volkanik kayadan oluşuyor ve yaklaşık 4,4 milyar yıl önce Mars’ta oluşan mineralleri içeriyor. Daha sonraki bir çarpışmada uzaya savrulan bu kaya parçası nihayetinde Dünyaya düşmüştü. Curtin Üniversitesi’nden (Avustralya) Jack Gillespie ve ekibi, bu meteoritin geldiği bölgenin nasıl göründüğü öğrenmek için kimyasal ve izotop analizleriyle NWA7034’deki minik zirkon taneciklerini analiz etti. Analizler demir, alüminyum ve sodyum gibi elementlerin yanı sıra manyetik kalıntılarda da çarpıcı bir birikim olduğunu gösterdi. Bu elementler mineral taneciklerinin içine bir büyüme halkası şeklinde toplanmış. Bu elementlerin bulunduğu büyüme bölgeleri, magmatik ortamlardan gelen zirkon yatakları için alışılmadık bir durumdur. Bunun yerine birikme modeli, sıcak sıvıların varlığında kristalleşe karasal zirkonunkine benziyor. Böylece 4,45 milyar yıl önce Mars’ta sıcak kaynak suyuna ait kanıtlar bulmuş olduk diyor araştırmacılar. Bu da Mars’ın erken dönemlerde sadece volkanların değil, aynı zamanda Dünyanın erken dönemlerindekine benzer hidrotermal kaynakların da bulunduğunu kanıtlıyor. Dünyadaki hidrotermal sistemlere benzer şekilde, bu kaynaklardan gelen sıvılar mineraller açısından zengindi ve Mars göktaşı örneğinde olduğu gibi özellikle de bol miktarda metal içeriyordu. Mars göktaşı, Mars’ın oluşumundan kısa bir süre sonra, 4,4 milyar yıl önce kabuğunda sıvı, ılık suya sahip olduğunda dair kanıt sunmuş oldu. Ki bu da Kızıl Gezegen’de ilk hücrelerin ve ilk yaşam biçimlerinin oluşabileceği yerlerin erken dönemde var olabileceği anlamına geliyor. Ancak bunu kesin olarak söylemek mümkün değil diyor araştırmacılar. Kaynak: https://www.science.org/doi/10.1126/sciadv.adq3694

Kendi kendine konuşan yunusun gizemi - Herkese Bilim Teknoloji

Baltık Denizi’nde yıllardır tek başına yaşadığı tespit edilen yunusun kendi kendine konuşması yalnızlığının bir göstergesi olabilir... Oldukça geniş bir dağılım alanına sahip olan ve genelde göletlerde yaşayan şişe burunlu yunuslar ya da diğer adıyla afalinalar (Tursiops truncatus ) sosyal canlılar . Ancak 2019 yılında Danimarka’da yerel halk tarafından Delle adı verilen ve tek başına yaşayan erkek bir yunusun Funen Adası’nın güneyindeki Svendborgsund kanalında gezinmeye başladığı görüldü. Bu bölge şişe burunlu yunusların alışılagelmiş yaşam alanlarının dışındaydı ve o yakınlarda başka hiçbir yunusa tanık olunmamıştı. Tek başına yaşayan yunusun varlığının Baltık Denizi’nde yaşayan bir başka yunus türü olan liman yunuslarını (musurlar) nasıl etkilediğini anlamak amacıyla suyun altına kayıt aygıtları yerleştiren araştırmacılar Delle’nin çeşitli sesler çıkardığını duyunca dehşete kapıldılar. Uzmanlık konusu memeli deniz hayvanları olan ve araştırmayı yürüten Güney Danimarka Üniversitesi yaşambilimci Oleg Filatova, “Uzaktan gelebilecek birkaç ıslık sesini ya da başka tınıları yakalayabilirim düşüncesiyle suyun altına ek bir aygıt yerleştirdiğimde binlerce ses kaydedeceğim aklımın ucundan bile geçmedi,” diyor. Araştırmacılar 8 Aralık 2022 ile 14 Şubat 2023 arasındaki 69 günlük süre içinde, aralarında iletişim kurmayla bağlantılı çeşitli seslerin de yer aldığı 10,833 farklı ses belirlediler. Bu sesler arasında 2,291 ıslık sesine, kimi zaman saldırganlıkla bağdaştırılan hızlı bir dizi tıklamadan oluşan 2,288 ani patlama sesine, 5,487 düşük frekanslı ses ve 767 vurma sesine tanık olundu. Çalışmadan elde edilen bulgular 31 Ekim tarihli Bioacustics dergisinde yayımlandı. 3 farklı ıslık sesi Yunusun çıkardığı bu seslerin arasında üç farklı ıslık sesine tanık olundu. Filatova, “Şişe burunlu yunusların kendilerine özgü olduğu bilinen ve tıpkı ad gibi her bireye özel olduğuna inanılan ‘imza ıslıkları’ vardır. Delle’nin yalnız olduğunu bilmesek en az üç yunustan oluşan bir topluluğun iletişimde olduğu sonucuna varabilirdik,” diyor. Filatova iletişimle bağlantılı sesler duymayı hiç beklemiyordu, ama duydukları genelde iletişimsel nitelikte seslerdi ve bu da en az iki yunusun birbirleriyle “konuştuğu” anlamına geliyordu. Oysa, Delle tek başınaydı. Araştırmacılar önce yunusun bölgenin yerlisi bir kürek sörfçüsü ile iletişim kurmaya çalıştığını düşündüler. Ancak gece de kayıt yapmayı sürdürdüklerinde suda tek bir insan yoktu. Başkalarına göre elde edilen bu sonuçlar tümüyle şaşırtıcı değildi. Çalışmada yer almayan Sussex Yunus Projesi’nin yöneticisi Thea Taylor, “Yunuslar çok farklı sesler çıkaran canlılar olduğundan, yunusun tek başına olmasına karşın ses çıkarması beni hiç de şaşırtmadı. Avlanma ve çevrelerinde olup bitenleri algılama gibi temel etkinliklerde seslere bel bağlayan yunuslar, uzak mesafelerle iletişim kurmak için de seslerden yararlanırlar,” diyor. Hala gizemini koruyor Yalnız yunusun neden öylesine çok ses çıkardığı gizemini koruyor. Filatova, “Yunus ya kendi başına konuşuyor olabilir, ya da bu sesler-tıpkı gülünç bir şey okurken bizlerin çevrede kimse olmadığında bile çıkardığı sesler gibi-belli bir duygunun tetiklediği istemsiz sesler olabilir,” diyor. Bir başka görüş de, Della’nın yakınındaki başka yunusların ilgisini çekme umuduyla bir tür çağrıda bulunma sesleri çıkardığı yönündeydi. Ancak araştırmacılara göre böyle bir durumun söz konusu olması görünürde çok düşük bir olasılıktı, çünkü üç yıldır orada yaşayan yunusun yörede başka yunusların olmadığını çoktan öğrenmiş olması gerekirdi. Yunusun çıkardığı seslerin istem dışı duygusal sinyaller olabileceği görüşünün araştırmanın en ilginç unsuru olduğuna dikkat çeken Taylor, “Bu görüş yunusların doğada sergiledikleri davranışları ve yaşadıkları duyguları daha iyi anlayabilmek için onların iletişim biçimlerinden yararlanıp yararlanamayacağımız konusunda birçok soruyu da beraberinde getiriyor,” diyor. Filatova da, bilim insanlarının tek başına yaşayan yunuslara toplum dışına itilmiş ya da sıra dışı canlılar gözüyle baktıklarına ve bu yüzden çıkardıkları sesleri de belgelenmeye değer görmeyip pek sık kaydetmediklerine dikkat çekiyor. Rita Urgan Kaynak: https://www.livescience.com/animals/dolphins/dolphin-in-the-baltic-sea-has-been-talking-to-himself-and-researchers-think-its-a-sign-hes-lonely

Ağaca dokunmak bizi nasıl sakinleştiriyor?  - Herkese Bilim Teknoloji

Omanda yürümek bağırsak mikroplarımızı nasıl değiştiriyor? Görme duyumuzla iyileşme oranımız arasında doğrudan bir ilişki var. Shinrin-Yoku ya da orman banyosu… İnsanın tüm duyularıyla kendini doğaya ve yeşile bırakmasına olanak tanıyıp, farkındalık yaratan bir meditasyon biçimi. Çeşitli araştırmalar doğayla iç içe olmanın sağlığımıza çok ciddi yararlar sağladığına işaret etse de, bunun klinik uygulama ortamına taşınması olası mıdır? Doğaya tüm duyularımızla sarılmak çok farklı sorunlardan yakınan kişiler için etkili bir sağaltım seçeneği olabilir mi? Oxford Üniversitesi biyoçeşitlilik uzmanlarından Kathy Willis’in Good Nature başlıklı yeni kitabında bu konular irdeleniyor. Kitapta doğayla çevrelenmiş olmanın sağlığa yararları ve hastalara doğada zaman geçirmenin sağaltımın bir parçası olarak önerilebileceği somut kanıtlarla ortaya konuyor. Willis, doğanın farklı biçimlerinin insan bedeniyle nasıl bir etkileşime girdiği, ağaca dokunmanın insanı nasıl daha dinginleştirdiği, çam ormanında yürüyüş yapmanın uzun süreli etkileri ve kent gürültüsünün insanı neden huzursuz ettiği gibi çok çeşitli konulara açıklık getiriyor. Willis, doğa ekosistemine ilişkin  hükümetler arası bir proje üzerinde çalışırken, ilgisini çeken bir makaleye rastlamış. Bir hastane odasında pencereden dışarı bakıp ağaçları görebilen safra kesesi ameliyatı geçirmiş hastalarının odanın ağaçları görmeyen duvara bakan hastalara göre  çok daha hızlı iyileştiklerinin saptandığı bu makale onu bu konuda çalışmaya yönlendirmiş. Görme dışında diğer duyuların rolü Doğayla görsel bir ilişki kurulduğunda bedende ağrıyı azaltıp iyileşmeyi hızlandıran bir düzeneğin devreye girdiğini belirten Willis, görmenin dışında başka duyuların da, örneğin, doğayı koklamanın, ona dokunmanın ya da işitmenin de hastalığın iyileşme hızını etkileyip etkilemediğini araştırmaya koyulmuş Bu süreçte duyuların doğanın belirli türleriyle etkileşime girmesinin bedende kesinlikle çapıcı değişimlere yol açtığına ve bunun kendiliğinden gelişen bir tepki olduğuna tanık olmuş. Örneğin hormonların düzeyinde bir değişim oluyor, adrenalin hormonu azalıyor ya da kalp atım hızı değişkenliği artıyormuş. Willis kitabında tüm bu olup bitenleri niceliksel kanıtlarla sunmaya çalışıyor.       Willis’e göre, yeşile-özellikle de yeşil ve beyaz yapraklara-bakmak  insana iyi geliyor. Bu görselleştirme üç yolak aracılığıyla etkili oluyor. İlki otonom sinir sistemini etkiliyor ve böylelikle kalp atış hızıyla kan basıncı düşüyor. İkincisi endokrin sistemini-hormonları-etkiliyor ve örneğin gerginliğin göstergesi olan tükürük bezlerindeki amilaz düzeylerinde bir değişime neden oluyor. Üçüncüsü de, insanların daha dingin ve kaygı düzeylerinin daha düşük olduğunu gösteren ruhsal göstergeleri etkiliyor. Willis insanlarda bu tepkilerin evrilmiş olabileceğine, sürecin en ilginç yönünün farklı çevrenlere farklı tepkiler verilmesi olduğuna dikkat çekiyor. Araştırmalar ufuğa bakıldığında gözlerin fraktal boyutu (görüntüdeki ayrıntının karmaşıklığını) algıladığını ve kendiliğinden orta karmaşıklıkta fraktal boyutlara (1.3) yöneldiğini gösteriyor. Deneylerde insanların seçimlerini her zaman, kentsel ya da tropikal görüntülerden çok, yer yer ağaçlıklı açık alan görüntülerinden yana yaptıkları, bu görüntülerin dinginliği arttırdığı görülüyor. Ancak doğanın yalnızca belirli türleri bu etkiyi yaratıyor. Bu bağlamda koku alma duyusunun şaşırtıcı bir etki yarattığına dikkat çeken Willis, bir bitkinin kokusunu içimize çektiğimizde gerçekte uçucu organik bileşiklerin akciğerlerden çıkarak kana karıştığını, bu yüzden çam ormanında gezinmenin kandaki pinen düzeylerini arttırdığını belirtiyor. Sonuçta, herhangi bir sorun için (örneğin, kaygı için) verilen reçeteli bir ilaçla aynı biyokimyasal yolaklar etkileşime girmiş oluyor. Deneyler özellikle servi ve sedir türü ağaçların kokusunu içe çekmenin yalnızca adrenalin hormonu düzeylerinde bir düşüşe neden olmakla kalmayıp, kanser ve virüslere saldıran kandaki doğal öldürücü hücreleri de arttırdığını ortaya koyuyor. Oncotarget  dergisinde yayımlanan bir araştırma servi ormanlarına yakın yerlerde yaşayanların daha sağlıklı olduklarını ve bu kişilerde otoimmün hastalıklara daha az tanık olunduğunu ortaya koyuyor. Bu ormanlarda beş saatlik bir yürüyüş kandaki öldürücü hücrelerde çarpıcı bir artışa yol açarak, sağlığa uzun erimli yararlar sağlıyor. Öte yandan, yapay bitkilerin de sağlığa herhangi bir yarar sağlayıp sağlamayacağını anlamak için Japonya’da yapılan bir araştırma görüntüleri doğalı aratmayacak denli inandırıcı polyester bitkilere bakmanın herhangi bir yarar sağlamadığına işaret ediyor. Bu da, bilinç altında olsa bile, kokunun ciddi bir fark yarattığı anlamına geliyor. Finlandiya’da yapılan bir başka araştırma, çevresel biyoçeşitlilik ne denli yüksek olursa bağırsak mikrobiyomundaki çeşitliliğin de o oranda arttığını ortaya koyuyor. Bağırsak floramızın yalnızca %7’sinin kalıtımsal olduğu ve geri kalanının çevresel unsurlarla belirlendiği düşünülürse, hepimizin yeşilliklere yakın yaşamasında gerçekten de yarar var. Masada çiçeklerle dolu ufacık bir vazo bile size ilaç gibi gelebilir.  Rita Urgan Kaynak: https://www.livescience.com/health/a-direct-relationship-between-your-sense-of-sight-and-recovery-rate-biologist-kathy-willis-on-why-looking-at-nature-can-speed-up-healing

Yarasaların baş aşağı uyumasının evrimsel bir nedeni var - Herkese Bilim Teknoloji

Yarasalar uçmadıklarında çoğu zaman mağara tavanlarından ya da köprü altlarından baş aşağı sarkarak dinlenirler. Peki, yarasalara özgü bu davranışın ardında ne gibi nedenler yatıyor olabilir? Bilim insanlarına göre yarasalara özgü bu tepetaklak durma davranışı  onların uçma yönündeki evrimsel yolculuklarının bir sonucu. Uzmanlık konusu yarasalar olan Illinois Yarasa Koruma Programı’nın yürütücüsü Tara Hohoff  “Yarasalar karada yaşayan memelilerden evrilip uçuşa geçtiklerinde işe uçan sincaplar gibi havada süzülerek başladılar” diyor. Humboldt  Kaliforniya Eyalet Politeknik Üniversitesi yarasa araştırmacılarından Alexander Lewis’e göre, günümüz yarasalarının ataları yüksek ağaçlara tırmanıp ağaç gövdeleri arasında süzülerek aşağıya iniyor olmalılardı. Lewis, yarasaların atalarında büyük bir olasılıkla bu inişler için evrilen güçlü bacakların zaman içinde evrilerek kanatlara dönüşmüş olabileceğini belirtiyor. Daha az enerji harcıyorlar Gelgelelim, yarasalar kuşlar gibi içleri oyuk kemiklere sahip olmadıklarından uçuş için yeterli bir güce de sahip değiller. Hohoff, “Bu yüzden yine de uçuşa geçmek için genelde baş aşağı durup kendilerini boşluğa bırakmak zorunda kalırlar,” diyor. İnsanlar için bir tepenin kenarından ya da başka bir yüzeyden aşağıya sarkmak, ister baş aşağı ister yukarıya doğru olsun, son derece zorlayıcı bir edimdir. Oysa, yarasalarda kaslar, tendonlar ve pençeler buna uygun bir biçimde evrildiğinden bu canlıların baş aşağı sarkmaları insanlara kıyasla çok daha kolaydır. Yarasa tüneyecek bir yer bulduğunda pençelerine ilişik kaslar büzülerek pençelerin açılması sağlanır. Pençeler tüneğin yüzeyine değdiğinde, yarasa bedenini gevşetir. Bu da beden ağırlığının pençelere bağlı tendonları çekmesine olanak tanır. Pençelerdeki eklemler kilitlenir ve yarasanın beden ağırlığı pençelerin kapalı kalmasını sağlar. Bir başka deyişle, yarasalar baş aşağı sarktıklarında yok denecek denli az bir enerji harcarlar; bedenleri gevşemiştir ve onların yapacağı işi yer çekimi yerine getirir. Iowa Doğal Kaynaklar Dairesi’ne göre, insanların tersine, yarasalar uzun süre baş aşağı kalabilirler. İnsanların baş aşağı durmaları kanın beyinde toplanmasına yol açabilir ve bu da zamanla çeşitli sağlık sorunlarına neden olabilir. Oysa, yarasaların küçük gövdeleri kalbin kanı her yana kolayca pompalamasına olanak tanır. Başka özellikler de evrildi Baş aşağı durma yarasalar için en uygun dinlenme yöntemine dönüştükten sonra, bu yeni yaşam biçimi çok sayıda başka özelliklerin de evrilmesine yol açtı. Örneğin, yarasa iskeleti uçuşa uygun olacak bir biçimde hafifleşti. Ulaşılması güç mağara tavanları gibi yerlerde baş aşağı durmanın yarasaları baykuş, şahin ve yılan gibi olası düşmanlarından da koruyabiliyor. Ne var ki, özellikle baş aşağı uyumayan kimi yarasa türleri de var. Örneğin, Orta ve Güney Amerika’ya özgü disk kanatlı yarasaların baş parmaklarında bulunan özel emici vantuzlar onların yaprak altlarına yapışmalarına olanak tanır. Yarasalar uçabilen tek memeliler olduklarından, bu canlılarda uçuşun evrimiyle ilgili daha geniş kapsamlı araştırmalardan çok ilginç sonuçlar elde edilebileceğine dikkat çeken Hahoff, “Yerden uçmaları görünürde daha kolay olan kimi yarasa türleri de olduğundan, bu türlerin arasındaki morfolojik farklılıkların belirlenmesi son derece ufuk açıcı bilgilere ulaşmamıza yardımcı olabilir,” diyor.          Rita Urgan Kaynak: https://www.livescience.com/animals/why-do-bats-hang-upside-down-to-sleep

Avrupa dillerinin kökeni Kuzey Pontus Bölgesi’ne uzandı - Herkese Bilim Teknoloji

Yeni genetik araştırma büyük göç dalgalarını aydınlatıyor Nature dergisinde yayımlanan 2 yeni araştırma, Avrupa’nın dilsel ve genetik kökenlerine dair önemli bulgular ortaya koydu. Araştırmaya göre, Karadeniz’in kuzeyindeki bölge Avrupa'nın ilk çiftçileri ile Avrasya steplerinin avcı-toplayıcı ve hayvancı topluluklarının kesişim noktasıydı. Bu bölgeden yayılan büyük göç dalgaları, Avrupa’nın genetik yapısını ve kültürel gelişimini derinden etkiledi. Yeni genetik araştırmalar, Avrupa ve Asya’nın tarihini şekillendiren Yamna kültürünün kökenlerini ve Hint-Avrupa dillerinin yayılışını aydınlatıyor. Karadeniz ve Hazar Denizi’nin kuzeyindeki Avrasya steplerinde M.Ö. 3300 civarında ortaya çıkan Yamna halkı, M.Ö. 3000 yılına gelindiğinde Macaristan’dan Kazakistan’a kadar geniş bir coğrafyaya yayılmıştı. Ancak onların kökeni çok daha eskiye dayanıyor. Araştırmacılar, bölgede yaşamış 81 tarihöncesi bireyin genom verilerini inceledi. Sonuçlar, Kuzey Pontus avcı-toplayıcılarının Balkan ve Doğu Avrupa kökenli olduğunu, zaman içinde Avrupalı çiftçilerle ve Kafkas avcı-toplayıcılarıyla karıştıklarını gösterdi. Ancak asıl büyük değişimler, Neolitik Çağ’da (M.Ö. 4500 civarı) başlayan göç dalgalarıyla yaşandı. Üç büyük göç dalgası Avrupa'yı şekillendirdi Araştırmaya göre, bu bölgede üç büyük göç dalgası meydana geldi: Kafkasya ve Aşağı Volga’dan Gelen İlk Göç (M.Ö. 4500): Bu göç dalgası, yerel avcı-toplayıcıları büyük ölçüde atlayarak, Trypillia kültürüne ait çiftçilerle karıştı ve Usatove Kültürü'nü oluşturdu. Kafkasya ve Aşağı Volga’dan Gelen İkinci Göç (M.Ö. 4000): Bu kez göçmenler, çiftçiler yerine yerel avcı-toplayıcılarla karışarak Serednii Stih kültürünü meydana getirdi. Yamna Kültürü’nün Doğuşu (M.Ö. 3300): Serednii Stih halkının torunları olan Yamna insanları, genetik ve kültürel çeşitliliği daha da genişleterek Erken Tunç Çağı’nda büyük bir yayılma gerçekleştirdi. Özellikle Yamna kültürü, hem genetik hem de dil açısından büyük bir etki bıraktı. Proto-Hint-Avrupa dillerinin kökeninin Yamna insanlarına dayandığı düşünülüyor. Yamna göçleri, Hint-Avrupa dillerinin Avrupa’ya yayılmasında kilit rol oynadı ve bölgedeki kültürel dönüşümün itici gücü oldu. Esnek kimlik yapısı yayılmada önemli rol oynadı Araştırmacılar, Yamna  insanlarının farklı kültürlerden gelen insanları bünyelerine katma konusunda esnek bir strateji izlediğini vurguluyor. Bu sayede genetik çeşitlilikleri artarken, kültürel etkileşimler sayesinde geniş alanlara yayılmayı başardılar. Bu yeni bulgular, Avrupa'nın genetik ve dilsel kökenlerine dair uzun süredir devam eden tartışmalara ışık tutuyor. Kuzey Pontus’tan yayılan bu göç dalgaları, günümüz Avrupa’sının temel taşlarını oluşturmuş olabilir. ➡️ Bu araştırma, Hint-Avrupa dillerinin kökeni hakkında yeni sorular ortaya çıkarırken, Avrupa’nın tarih öncesi dönemlerine dair önemli bir pencere açıyor. Kaynaklar: https://www.nature.com/articles/s41586-024-08531-5 https://www.nature.com/articles/s41586-024-08372-2

Kuzey Kutbu'nda ilk buzsuz güne sadece birkaç yıl kaldı - Herkese Bilim Teknoloji

Kuzey Kutbu’nda ilk buzsuz günün 2030’dan önce gerçekleşmesi bekleniyor. Kuzey Kutup denizindeki buzun tamamen yok olması Orta Avrupa’yı da etkileyecek. Kuzey Kutbu ve Kuzey Kutup denizi, iklim değişiminden çok fazla etkilendiği yeni  bilgi değil aslında. Kuzey Kutbundaki deniz buzu yıllardan bu yana küçülüyor ve deniz buzu gitgide inceliyor. Aynı zamanda, Arktik Okyanusu’ndaki buzu birikintilerini besleyen kaynaklar da giderek tükeniyor. 2020’deki MOSAiC araştırması sırasında Kuzey Kutbu’na gemiyle kolayca ulaşılabiliyordu zaten. Ve şimdiye kadarki tahminlere göre Kuzey Kutbu’nun 2050’den önce ilk kez tamamen buzsuz olabilecekti. Fakat son iklim tahminlerine göre Kuzey Kutbu'ndaki ilk buzsuz gün çok daha erken yaşanabilir. Colorado Üniversitesi bilim insanları Arktik buzunun geleceğini, 2023 yılındaki iklim durumuna göre tahmin edebilmek için çok sayıda iklim modelinden yararlandılar. Kuzey Kutup denizi, deniz buzu alanının bir milyon kilometrekarenin altına düştüğünde buzsuz kabul ediliyor. Sonuca göre ilk buzsuz gün 7 ila 20 yıl içinde yaşanabilecek. Araştırmacılar ayrıca Arktik deniz buzunun tamamen yok olması için hangi hava ve iklim koşullarının hakim olması gerektiğini de belirlediler. Tetikleyici, yaz sonu ve sonbaharda deniz buzunun önemli ölçüde incelmesiyle başlayan olaylar zinciri diyor araştırmacılar. Bunu alışılmadık derecede ılıman bir kış ve eksi 20 derecenin üzerinde sıcaklıklar izlerse, deniz buzu çok az büyür ve bir sonraki yazda güçlü bir fırtınayla bile parçalanacak kadar incelebilir. Uzmanlar küresel ısınmanın beş yıllık ortalamasının 1,5 dereceye ulaşması veya bu sıcaklığı aşması halinde bu gerçekleşebilir. 2024 yılı bu eşiğe ulaşan ilk yıl oldu. Bu trend bu şekilde devam ettiği taktirde en kötü senaryo gerçeğe dönüşebilir ve Kuzey Kutbu birkaç yıl içinde buzsuz kalabilir. Deniz buzu Arktik Okyanusu için koruyucu bir örtü görevini görür. Güneş ışınlarını geri yansıtarak, altındaki suyu serin tutar. Fakat eğer bu yalıtım örtüsü yok olursa, karanlık deniz yüzeyi güneş ısınını daha fazla soğurur ve Arktik Okyanusu ısınır ki bu da sonbahar ve kış aylarında kapalı bir buz örtüsünün yeniden oluşmasını zorlaştırır. Buzsuz bir Kuzey Kutup denizi bu yüzden küresel iklimi daha da şiddetlendirir. Ancak buz kaybının Orta Avrupa’da da sonuçları olacak. Araştırmalar Kuzey Kutbu’nun çok sıcak olmasının tüm kuzey yarımkürede hava durumunu etkilediğini ve sıcak hava dalgaları, kuraklıklar, fırtınalar ve şiddetli yağışların yanı sıra kışın soğuk dönemleri gibi uç hava koşullarını tetiklediğini de gösteriyor. Görsel: Nima Sarikhani / Wildlife Photographer of the Year Kaynak: https://www.nature.com/articles/s41467-024-54508-3

Ünlü fizikçi Umut Gürsoy hayatını kaybetti - Herkese Bilim Teknoloji

Dünyaca ünlü teorik fizikçi, Utrecht Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Umut Gürsoy, 50 yaşında hayatını kaybetti. Gelen bilgilere göre Gürsoy, ABD’de geçirdiği ani kalp krizi sonucu yaşamını yitirdi. Başarılı akademik kariyeri, bilim dünyasına sunduğu önemli katkıları ve öğrencileri üzerindeki büyük etkisiyle tanınan Gürsoy’un vefatı, hem bilim camiasında hem de yakın çevresinde büyük bir üzüntü yarattı. Umut Gürsoy kimdir? 1974 doğumlu olan Prof. Dr. Umut Gürsoy, İstanbul Teknik Üniversitesi’nde Elektrik Mühendisliği eğitimi alırken gerçek tutkusunun teorik fizik olduğunu keşfetti ve çift anadal yaparak fizik eğitimini tamamladı. Ardından İsrail’deki Weizmann Institute of Science’da yüksek lisans yaptı ve Massachusetts Institute of Technology (MIT)’de “Aspects of the PP Wave/CFT Correspondence” başlıklı teziyle doktorasını tamamladı. Akademik kariyerine Avrupa’da devam eden Gürsoy, Paris’teki Ecole Normale Supérieure, Utrecht Üniversitesi ve CERN’de (Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi) araştırmacı olarak görev yaptı. 2012 yılında Utrecht Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalışmaya başlayan Gürsoy, 2017’den itibaren burada profesör unvanı ile görevine devam ediyordu. Bilimsel çalışmaları ve katkıları Umut Gürsoy’un araştırmaları, özellikle güçlü etkileşimli kuantum alan teorileri ve sicim teorisi üzerine yoğunlaşmıştı. “Holografik Korespondans” (AdS/CFT Korespondansı) kavramı üzerinde önemli çalışmalar yaptı ve bu alanı hem teorik hem de uygulamalı yönleriyle geliştirdi. Gürsoy’un çalışmaları sayesinde, kuantum alan teorileri ile Einstein’ın genel görelilik teorisi arasında köprüler kuruldu. Son yıllarda Gürsoy, ağır iyon çarpışmaları, kuark-gluon plazması ve kondanse madde sistemlerindeki anormal taşıma olayları gibi güncel konulara yönelik projeler yürütüyordu. CERN’deki ALICE deney grubunun, Gürsoy’un teorik tahminlerini test etmek üzere çalışmalara başlaması, onun bilimsel etkisinin bir diğer göstergesiydi. 77 adet bilimsel makale yayımlamış, 4700’ün üzerinde atıf almış ve teorik fizik topluluğunda 30’un üzerinde h-indeks puanı elde etmişti. Ayrıca “Holography and Magnetically Induced Phenomena in QCD” isimli kitabı da bilim dünyasında büyük ilgi gördü. Umut Gürsoy, akademik hayatı boyunca 13 doktora öğrencisi, 13 doktora sonrası araştırmacı ve 40’tan fazla yüksek lisans öğrencisi yetiştirdi. Mezunlarının çoğu Cambridge, ETH Zürih gibi prestijli kurumlarda kariyerlerine devam etti. Öğretim yöntemleriyle de dikkat çeken Gürsoy, Utrecht Üniversitesi’nde 2014 yılında “Yılın En İyi Öğretim Üyesi” seçilmişti. Umut Gürsoy neden öldü? Fizikçi arkadaşları ve sevenleri Umut Gürsoy’un vefat haberini sosyal medya üzerinden duyurdu. Ömer Aygün, “Utrecht’teki en büyük dert ortağım, süper bir baba, efsane bir hoca Umut Gürsoy’u kaybettik. Üzüntüm tarifsiz” ifadeleriyle duygularını paylaştı. Ekrem Aydıner ise, “Türkiye çok kıymetli, çok kaliteli bir fizikçi evladını kaybetti” diyerek Türkiye için büyük bir kayıp olduğuna dikkat çekti. Gürsoy’un yakını Ferdi Özbakır da, “Dünyaca bilinen çok değerli bilim adamı Prof. Dr. Umut Gürsoy’u kaybettik. Ani kalp durması sonucu ABD'de vefat etti” açıklamasında bulundu. Görsel ve Kaynak: https://www.karakosehaber.com/unlu-fizikci-umut-gursoy-kimdir-neden-oldu/193754/

Zeki köpekler daha geç yaşlanıyor - Herkese Bilim Teknoloji

Yeni bir bilimsel araştırma, köpeklerin zeka seviyesi ile yaşlanma süreci arasında doğrudan bir bağlantı olabileceğini ortaya koydu. Çalışmaya göre, eğitilebilirliği yüksek olan köpekler, hücresel yaşlanmayı geciktiren daha uzun telomerlere sahip. Bu da, daha zeki köpeklerin biyolojik olarak daha uzun süre genç kaldığını gösteriyor. Araştırmacılar, 63 evcil köpeğin telomer uzunluklarını ölçerek yaşlanma süreçlerini inceledi. Telomerler, hücrelerin bölünmesi sırasında kromozomları koruyan DNA dizileri olup zamanla kısalıyor. İnsanlarda yapılan önceki çalışmalar, sosyal ve bilişsel faktörlerin telomer dinamiklerini etkileyebileceğini göstermişti, ancak hayvanlarda bu ilişki yeterince araştırılmamıştı. Bu yeni çalışma, köpeklerde telomer kısalmasını hangi faktörlerin etkilediğini anlamak için yürütüldü. Araştırmacılar, cinsiyet, yaş, vücut ağırlığı ve beslenme gibi standart değişkenlerin yanı sıra, köpeklerin bilişsel yeteneklerini “Viyana Köpek Bilişsel Test Bataryası” (Modified Vienna Canine Cognitive Battery) ile değerlendirdi. Köpeklerin eğitilebilirlik seviyeleri (trainability), yaşlanma sürecini en iyi tahmin eden faktör olarak öne çıktı. Eğitilebilirlik, telomer değişimi için en güçlü belirleyici faktör olarak öne çıktı ve 0.7'nin üzerinde bir değişken önem derecesine (Relative Variable Importance - RVI) sahipti. Diğer faktörler (yaş, cinsiyet, beslenme ve genel bilişsel yetenekler) telomer dinamikleri üzerinde çok daha az etkiliydi. Bu bulgular, köpeklerin zihinsel aktivitelerinin yalnızca bilişsel yeteneklerini geliştirmekle kalmayıp, aynı zamanda yaşlanma süreçlerini de etkileyebileceğini gösteriyor. Eğitilebilirlik, köpeğin hem zihinsel olarak aktif kalmasını sağlıyor hem de hücresel düzeyde yaşlanmayı yavaşlatıyor. Yaşlanmayı geciktirmenin anahtarı: Zihinsel uyarım Araştırmacılar, köpeklerde zihin açıklığını korumanın, onların biyolojik yaşlanma sürecini yavaşlatabileceğini vurguluyor. Düzenli eğitim, yeni komutlar öğrenme ve problem çözme gibi zihinsel uyarıcı aktiviteler, köpeklerin daha sağlıklı ve genç kalmasına katkı sağlayabilir. Tıpkı insanlarda olduğu gibi, zihinsel uyarım köpeklerin ömrünü ve yaşam kalitesini artırabilir. Bu bulgular, köpek sahipleri için de önemli mesajlar içeriyor. Köpeklerin uzun ve sağlıklı bir yaşam sürmesi için yalnızca fiziksel aktivite değil, zihinsel egzersizler de büyük bir rol oynuyor. Gelecek çalışmalar ve yeni sorular Bu çalışma, bilişsel faktörlerin köpeklerin yaşlanma süreci üzerindeki etkisini ortaya koyan ilk kapsamlı araştırmalardan biri. Ancak bilim insanları, bu bağlantıyı daha iyi anlamak için daha geniş kapsamlı çalışmalar yapılması gerektiğini vurguluyor. Özellikle, farklı ırklardaki köpeklerin telomer dinamikleri ve bilişsel yetenekleri arasındaki ilişkiler daha ayrıntılı incelenmeli. Sonuç: Akıllı köpekler sadece daha zeki değil, aynı zamanda daha genç! Bu araştırma, bilişsel yeteneklerin yalnızca öğrenme süreciyle sınırlı olmadığını, aynı zamanda yaşlanmayı da doğrudan etkileyebileceğini gösteriyor. Köpeklerde eğitilebilirlik, hücresel yaşlanmayı geciktiren önemli bir faktör olabilir. Köpeğinizi sağlıklı ve genç tutmanın yolu, ona sadece iyi bir diyet sunmak değil, aynı zamanda zihinsel olarak aktif kalmasını sağlamaktan geçiyor! Kaynak: https://journals.plos.org/plosone/article?id=10.1371/journal.pone.0317332

Dünyada son iki bin yılda yapılan 100 önemli buluş - Herkese Bilim Teknoloji

Listede büyük çoğunluk Batılı ülkelerden, bunların dışında sadece 1 Hintli, 1 İranlı ve 1 Iraklı var, Osmanlı ve Türk, ne yazık ki hiç yok. Bu listedeki buluşları tüm dünya kullanıyor! Bazılarına göre bu listedeki aşı, penisilin, anestezi vs. zaten İslam dünyası biliyormuş ama yapmamışlar (!). Önemli Buluşlar Tablosu: Buluş, Buluşu Yapan(lar), Tarih, Ülke Bilim ve Matematik Temelleri  Ondalık Sayı Sistemi (Hint-Arap Rakamları) Hintli Matematikçiler Yaklaşık 500 Yıl Cebir  El-Harezmi Yaklaşık 820  İran Optik İbn el-Heysem Yaklaşık 1021 Irak Bilimsel Yöntem Roger Bacon 13. yüzyıl İngiltere Güneş Merkezli Evren Modeli Nikolaus Kopernik 1543 Polonya Gezegen Hareket Kanunları Johannes Kepler 1609–1619 Almanya Teleskop Hans Lippershey / Galileo Galilei 1608–1609 Hollanda / İtalya Mikroskop Zacharias Janssen Yaklaşık 1590 Hollanda Hareket Kanunları ve Yerçekimi Isaac Newton 1687 İngiltere Kalkülüs Newton ve Leibniz 1600'lerin sonu İngiltere / Almanya Termodinamik Kanunları James Joule, Rudolf Clausius 1850’ler İngiltere / Almanya Elektromanyetizma James Clerk Maxwell 1860’lar İskoçya Periyodik Tablo Dmitri Mendeleyev 1869 Rusya Evrim Teorisi Charles Darwin 1859 İngiltere Mikrop TeorisiLouis Pasteur & Robert Koch 1850–1880’ler Fransa / Almanya Özel Görelilik Albert Einstein 1905 Almanya Genel Görelilik Albert Einstein 1915 Almanya Kuantum Mekaniği Planck, Bohr, Schrödinger vb. 1900–1930 Almanya / Danimarka DNA'nın Yapısının Keşfi Watson & Crick (Franklin, Wilkins) 1953 ABD / İngiltere CRISPR Gen Düzenleme Emmanuelle Charpentier & Jennifer Doudna 2012 Fransa / ABD Tıp ve biyoloji Aşı (Çiçek Aşısı) Edward Jenner1796 İngiltere Anestezi Crawford Long / William Morton 1846 ABD Antiseptik Cerrahi Joseph Lister 1865 İngiltere X-Işınları Wilhelm Röntgen 1895 Almanya Penisilin (İlk antibiyotik) Alexander Fleming 1928 İskoçya İnsülin Tedavisi Frederick Banting & Charles Best 1921 Kanada Kan Grupları Karl Landsteiner 1901 Avusturya Organ Nakli (Böbrek) Joseph Murray1954 ABD Polio (Çocuk Felci) Aşısı Jonas Salk 1955 ABD MR (Manyetik Rezonans) Paul Lauterbur & Peter Mansfield 1970'ler ABD / İngiltere Tüp Bebek (IVF) Robert Edwards & Patrick Steptoe 1978 İngiltere İnsan Genomu Projesi Uluslararası Ekip 1990–2003 ABD Öncülüğünde Monoklonal Antikorlar Köhler ve Milstein 1975 Almanya / Arjantin BT Tarama (Tomografi) Godfrey Hounsfield 1972 İngiltere Kalp Pili (Pacemaker) Wilson Greatbatch 1958 ABD Yapay Kalp Barney Clark (Jarvik-7) 1982 ABD Kök Hücre İzolasyonu James Thomson 1998 ABD mRNA Aşıları Katalin Karikó & Drew Weissman 2005–2020 Macaristan / ABD Kanser Bağışıklık Tedavisi James Allison & Tasuku Honjo 2010'lar ABD / Japonya Biyonik Protezler Gelişmiş araştırmalar 2000'ler sonrası Uluslararası Mühendislik ve fizik Matbaa Johannes Gutenberg 1440 Almanya Barut  Çinli Mucitler 800’ler Çin Pusula Çinli Mucitler 1100’ler Çin Buhar Makinesi James Watt (geliştirdi) 1765 İskoçya Lokomotif George Stephenson 1814 İngiltere Elektrik Lambası Thomas Edison 1879 ABD Telgraf Samuel Morse 1837 ABD Telefon Alexander Graham Bell 1876 İskoçya / ABD Radyo Guglielmo Marconi 1895 İtalya Ampul Joseph Swan / Edison 1870’ler İngiltere / ABD Asansör Güvenlik Sistemi Elisha Otis 1853 ABD Dikiş Makinesi Elias Howe / Isaac Singer 1846 ABD İçten Yanmalı Motor Nikolaus Otto / Daimler 1876 Almanya Elektrik Motoru Michael Faraday 1821 İngiltere Transformatör Lucien Gaulard & John Gibbs 1880’ler Fransa / İngiltere Elektrik Dağıtım Sistemi Nikola Tesla 1887 Sırbistan / ABD Otomobil Karl Benz 1885 Almanya Uçak Wright Kardeşler 1903 ABD Helikopter Igor Sikorsky 1939 ABD Radar Robert Watson-Watt 1935 İngiltere Bilgisayar, elektronik ve iletişim Sayısal Bilgisayar Alan Turing (öncüsü), ENIAC 1936 / 1945 İngiltere / ABD Programlanabilir Bilgisayar Konrad Zuse (Z3) 1941 Almanya Transistör John Bardeen, Brattain, Shockley 1947 ABD Mikroçip (IC) Jack Kilby & Robert Noyce 1958 ABD İnternet (ARPANET) DARPA, Vinton Cerf & Bob Kahn 1969 / 1983 ABD Kişisel Bilgisayar Steve Wozniak & Steve Jobs (Apple I) 1976 ABD World Wide Web Tim Berners-Lee 1989 İngiltere Akıllı Telefon Apple (iPhone) 2007 ABD GPS ABD Savunma Bakanlığı 1978–1995 ABD E-posta Ray Tomlinson 1971 ABD Bluetooth Jaap Haartsen 1994 Hollanda Wi-Fi John O’Sullivan ve ekibi 1991–1997 Avustralya LCD Ekran James Fergason 1971 ABD QR Kod Masahiro Hara1994 Japonya Yapay Zeka Temelleri McCarthy, Minsky, Turing vb. 1950–60’lar ABD / İngiltere Video Konferans Bell Labs (AT&T) 1968 ABD Mikroişlemci Intel (4004 – Federico Faggin) 1971 ABD Grafik Arayüz (GUI) Xerox PARC 1973 ABD Linux Linus Torvalds 1991 Finlandiya Blockchain / Bitcoin  Satoshi Nakamoto 2008 Bilinmiyor (muhtemelen Japonya / küresel) Enerji, uzay, ulaşım ve diğer buluşlar Roket Bilimi (Modern) Konstantin Tsiolkovsky / Goddard 1903 / 1926 Rusya / ABD İlk Uzay Uçuşu (İnsanlı) Yuri Gagarin  1961 Sovyetler Birliği Ay'a iniş NASA - Apollo 11 1969 ABD Nükleer EnerjiFermi, Szilard, Hahn 1942 İtalya / Almanya / ABD Güneş Enerjisi Hücresi Bell Labs 1954 ABD Elektrikli AraçTesla Inc. (modernleşme) 2008+ ABD Maglev Tren Japon mühendisler 1980’ler Japonya Dron Teknolojisi Askeri ve sivil Ar-Ge 2000 sonrası Küresel 3D Yazıcı Chuck Hull 1984 ABD GPS Navigasyon ABD Savunma Bakanlığı 1990’lar ABD Güneş Paneli Gelişimleri Russell Ohl 1941 ABD Elektronik Haritalar (Google Maps vb.) Google2005 ABD Hibrit Araçlar Toyota (Prius) 1997 Japonya Otonom Araçlar Waymo (Google) ve diğerleri 2010 sonrası ABD Uluslararası Uzay İstasyonu NASA, Roscosmos, ESA, JAXA vb. 1998+ Uluslararası Lityum İyon Pil Akira Yoshino ve diğerleri 1985 Japonya Yenilenebilir Enerji Teknolojileri Küresel Çalışmalar 2000’ler sonrası Uluslararası Mars Keşifleri (Curiosity, Perseverance) NASA 2012–2021 ABD Hızlı Tren (Shinkansen) Japonya Demiryolları 1964 Japonya Kuantum Bilgisayar Temelleri Feynman, Shor, ekibi 1980’ler– ABD / Küresel Aynı listenin kronolojik sıralamasını aşağıda bulabilirsiniz: Decimal System (Hindu-Arabic numerals) - Indian mathematicians, c. 500 CE (Current or Common Era / 0 Milat)) Algebra - Al-Khwarizmi, c. 820 CE Optics - Ibn al-Haytham, c. 1021 Scientific Method - Roger Bacon, 13th century (Osmanlılar- Fatih, Kanuni ve sonraki padişahlar dönemleri aşağıda) Heliocentric Theory - Nicolaus Copernicus, 1543 Laws of Planetary Motion - Johannes Kepler, 1609-1619 Telescope - Hans Lippershey / Galileo, 1608-1609 Microscope - Zacharias Janssen, c. 1590 Laws of Motion & Gravity - Isaac Newton, 1687 Calculus - Newton and Leibniz, late 1600s Thermodynamics Laws - James Joule, Rudolf Clausius, 1850s Electromagnetism - James Clerk Maxwell, 1860s Periodic Table - Dmitri Mendeleev, 1869 Evolution by Natural Selection - Charles Darwin, 1859 Germ Theory - Louis Pasteur & Robert Koch, 1850s-1880s Special Relativity - Albert Einstein, 1905 General Relativity - Albert Einstein, 1915 Quantum Mechanics - Planck, Bohr, Schrodinger et al., 1900-1930 DNA Structure Discovery - Watson & Crick (with Franklin & Wilkins), 1953 CRISPR Gene Editing - Emmanuelle Charpentier & Jennifer Doudna, 2012 Vaccination (smallpox) - Edward Jenner, 1796 Anesthesia - Crawford Long / William Morton, 1846 Antiseptic Surgery - Joseph Lister, 1865 X-rays - Wilhelm Rontgen, 1895 Penicillin - Alexander Fleming, 1928 Insulin Therapy - Banting and Best, 1921 Blood Groups Discovery - Karl Landsteiner, 1901 Organ Transplants - First successful kidney transplant, 1954 Polio Vaccine - Jonas Salk, 1955 MRI (Magnetic Resonance Imaging) - Paul Lauterbur & Peter Mansfield, 1970s In Vitro Fertilization - Edwards & Steptoe, 1978 Human Genome Project - International effort, 1990-2003 Monoclonal Antibodies - Kohler and Milstein, 1975 CT Scan (CAT) - Godfrey Hounsfield, 1972 Pacemaker - Wilson Greatbatch, 1958 Artificial Heart - Jarvik-7, first implanted 1982 Stem Cell Isolation - James Thomson, 1998 mRNA Vaccines - Katalin Kariko and Drew Weissman, 2005-2020 Cancer Immunotherapy (Checkpoint Inhibitors) - 2010s Bionic Prosthetics - Modern developments, 2000s-present Steam Engine - Thomas Newcomen (1712), James Watt (1765) Electric Battery - Alessandro Volta, 1800 Electromagnetic Induction - Michael Faraday, 1831 Internal Combustion Engine - Nikolaus Otto, 1876 Telephone - Alexander Graham Bell, 1876 Light Bulb - Thomas Edison, 1879 Radio - Guglielmo Marconi, 1895 Airplane - Wright brothers, 1903 Nuclear Fission - Otto Hahn & Fritz Strassmann, 1938 Nuclear Reactor - Enrico Fermi, 1942 Transistor - Bardeen, Brattain, and Shockley, 1947 Laser - Theodore Maiman, 1960 Integrated Circuit (Microchip) - Jack Kilby & Robert Noyce, 1958 GPS - U.S. Dept of Defense, deployed 1978-1995 3D Printing - Chuck Hull, 1983 Graphene Discovery - Geim & Novoselov, 2004 Gravitational Waves Detection - LIGO team, 2015 Superconductivity - Kamerlingh Onnes, 1911 Photovoltaic Solar Cells - Bell Labs, 1954 Electric Motor - Michael Faraday, 1821 Printing Press - Johannes Gutenberg, c. 1440 Mechanical Calculator - Blaise Pascal, 1642 Analytical Engine (concept) - Charles Babbage, 1830s Boolean Algebra - George Boole, 1854 Turing Machine - Alan Turing, 1936 ENIAC (first general-purpose computer) - 1945 Programming (first programmer) - Ada Lovelace, 1840s World Wide Web - Tim Berners-Lee, 1989 Personal Computer - Apple I (Jobs & Wozniak), 1976 Smartphone - IBM Simon, 1992; iPhone popularized in 2007 Email - Ray Tomlinson, 1971 Internet (ARPANET) - 1969 Wi-Fi - John O'Sullivan and team, 1992 Bluetooth - 1994 (Ericsson) Blockchain - Satoshi Nakamoto, 2008 Artificial Intelligence (deep learning revolution) - 2010s Search Engines (Google) - Larry Page & Sergey Brin, 1998 Social Media Platforms - Facebook, 2004 (Zuckerberg et al.) Quantum Computing Prototype - IBM, Google, 2010s Cloud Computing - Concept evolved 2000s (Amazon, Google, etc.) Compass (Magnetic) - Chinese inventors, c. 1000 CE Gunpowder - Chinese alchemists, 9th century Mechanical Clock - Europe, c. 1300 Printing with Movable Type - Bi Sheng (China), 1040; Gutenberg (Germany), 1440 Steam Locomotive - George Stephenson, 1814 Electric Train - Werner von Siemens, 1879 Automobile - Karl Benz, 1885 Rocketry - Konstantin Tsiolkovsky (theory), Robert Goddard (practical), 1926 Sputnik (First Satellite) - USSR, 1957 Moon Landing - NASA (Apollo 11), 1969 Space Shuttle - NASA, 1981 Hubble Space Telescope - 1990 International Space Station - 1998-present Reusable Rockets - SpaceX (Falcon 9), 2015 Electric Cars (modern) - Tesla, 2008 Solar Power Satellites (concept) - Peter Glaser, 1968 Carbon Capture Tech - 2000s Hydrogen Fuel Cells - Francis Bacon, 1932; practical use, 2000s Fusion Energy Breakthroughs - 2020s (NIF & ITER progress)  Mars Rovers (e.g., Perseverance) - NASA, 2021   Yüksel Atakan, Dr. / Radyasyon Fizikçisi / ybatakan4@gmail.com 19.04.2025 Kaynak: YZ ChatGPT ile yazışmalar ve derlemeler

Dünya dışı yaşamın en güçlü belirtisi keşfedildi - Herkese Bilim Teknoloji

Gökbilimcilerden oluşan bir ekip, Dünya'dan 120 ışık yılı uzaklıktaki bir yıldızın yörüngesinde dönen ve “K2-18b” olarak bilinen devasa bir gezegende, Dünya dışı yaşamın şimdiye kadarki en güçlü belirtisi olduğunu ileri sürdü. Astrophysical Journal Letters dergisinde yayımlanan çalışma kapsamında söz konusu gezegenin atmosferine dair analizler, deniz yosunu gibi canlı organizmalara benzer bir molekülün bolluğunu gösteriyor. Cambridge Üniversitesi’nden gökbilimci Nikku Madhusudhan, Salı günü düzenlediği basın toplantısında, şunları söyledi: “Erken yaşamı tespit ettiğimizi iddia etmek için erken ama K2-18b yaşamla dolu sıcak bir okyanusla kaplı olabilir. Bu devrim niteliğinde bir an. İnsanlığın, bir gezegende potansiyel biyolojik işaretleri ve yaşanabilirliği gördüğü bir andayız." Bu araştırmayı K2-18b'de ne olduğunu anlamak için “heyecan verici ve düşündürücü bir ilk adım” olarak nitelendiren diğer araştırmacılar, iddialı sonuçlara varmaktan çekindiler. Johns Hopkins Üniversitesi'nde gezegen bilimci olan Stephen Schmidt, “Bu bir ipucu. Ancak henüz yaşanabilir olduğu sonucuna varamayız," ifadelerini kullandı. Bilim insanlarına göre, K2-18b'de veya başka bir yerde “Dünya dışı yaşam” varsa, kesin keşfi yavaş bir hızda gerçekleşecek. San Antonio'daki Southwest Araştırma Enstitüsü'nden gezegen bilimci Christopher Glein, “E.T'nin bize el salladığını görmediğimiz sürece, bu kesin bir kanıt olmayacak,” dedi. K2-18b'nin keşfi Kanadalı gökbilimciler, K2-18b'yi 2017'de Şili'deki yer tabanlı teleskoplardan bakarken keşfetti. K2-18b, Güneş sistemimizin dışında yaygın olarak bulunan bir gezegen türü olsa da Dünya'nın yakınında bilim insanlarının yaşam belirtisi ipucu için yakından inceleyebileceği herhangi bir benzeri yoktu. Daha büyük bir kütleye sahip olmasına rağmen Neptün'den daha küçük yarıçaplı bir gezegen (Alt-Neptün) olarak bilinen bu gezegenler, iç Güneş sistemimizdeki kayalık gezegenlerden çok daha büyük. Ancak dış Güneş sistemindeki Neptün ve diğer gaz ağırlıklı gezegenlerden daha küçükler. Dr. Madhusudhan ve meslektaşları, alt-Neptünlerin ılık su okyanuslarıyla kaplı olduğunu ve hidrojen, metan ve diğer karbon bileşikleri içeren atmosferlerle sarıldığını 2021'de öne sürmüştü. Bu garip gezegenleri tanımlamak içinse "hidrojen" ve "okyanus" kelimelerinin birleşiminden oluşan "Hycean" adlı yeni bir terim ortaya atmışlardı. Aralık 2021'de James Webb Uzay Teleskobu'nun fırlatılması, gökbilimcilerin alt Neptün gezegenlere ve diğer uzak gezegenlere daha yakından bakmasını; değişen dalga boylarını analiz ederek atmosferin kimyasal bileşimini çıkarabilmelerini sağladı. Dr. Madhusudhan ve meslektaşları, K2-18b'yi incelerken bu gezegenin bir Hycean gezegeninin sahip olacağını tahmin ettikleri moleküllerin çoğuna sahip olduğunu keşfetti. 2023'te ise başka bir molekülün ve büyük potansiyel öneme sahip bir molekülün de belirsiz ipuçlarını tespit ettiklerini bildirdiler. Bunlar kükürt, karbon ve hidrojenden oluşan dimetil sülfürdü. Dimetil sülfür = Yaşam Dünya'da dimetil sülfürün bilinen tek kaynağı yaşamdır. Örneğin okyanusta, belirli alg türleri, havaya karışan ve denizin kendine özgü kokusuna katkıda bulunan bileşiği üretiyor. Webb teleskobu fırlatılmadan çok önce, astrobiyologlar, dimetil sülfürün diğer gezegenlerde yaşam belirtisi olup olmadığını merak etmişlerdi. Geçtiğimiz yıl ise Dr. Madhusudhan ve meslektaşları dimetil sülfür aramak için ikinci bir şans elde etti. K2-18b yörüngede dönerken, gezegenin atmosferinden geçen yıldız ışığını analiz etmek için Webb teleskopunda farklı bir alet kullandılar. Bu sefer dimetil disülfür adı verilen benzer bir molekülle birlikte daha da güçlü bir dimetil sülfür sinyali gördüler. Karşıt görüş Pazar günü yayınlanan bir makalede Dr. Glein ve meslektaşları, K2-18b'nin magma okyanusu ve kalın, kavurucu bir hidrojen atmosferine sahip devasa bir kaya parçası olabileceğini ve bunun bildiğimiz şekliyle yaşama pek de elverişli olmadığını savundu. Bilim insanlarının ayrıca yeni çalışmayı anlamlı kılmak için laboratuvar deneyleri yapmaları gerekecek. Örneğin, dimetil sülfürün Dünya'daki gibi davranıp davranmadığını görmek için, alt-Neptünlerdeki olası koşulları yeniden yaratmaları gerekecek. Cornell Üniversitesi'nde bir dış gezegen bilimcisi olan Nikole Lewis, “Uzaylılar!” diye bağırmıyorum. Ama her zaman 'uzaylılar!' diye bağırma hakkımı saklı tutuyorum.” Kaynak Kapak görseli: A. Smith, N. Madhusudhan/University of Cambridge

Karıncadan yoğurt! - Herkese Bilim Teknoloji

Karıncadan yoğurt mu? Süt dolu bir kabın içine topu topu dört canlı karıncanın eklenmesi, yoğurdun mayalanma sürecini başlatmaya yeterli mikrop, enzim ve asitleri sağlayabiliyor. Güneydoğu Avrupa’ya özgü geleneksel bir yoğurt yapma yöntemi: Maya olarak canlı karıncalardan yararlanılması. Yoğurdun mayalanması için gerekli bakteriler ve asit karıncalardan sağlanıyor. Süt dolu bir kabın içine topu topu dört canlı karıncanın eklenmesi, yoğurdun mayalanma sürecini başlatmaya yeterli mikrop, enzim ve asitleri sağlayabiliyor. Günümüzde yoğurtların büyük bir çoğunluğu ticari mayalarla sütün mayalanması sonucunda üretiliyor. Ve bu sürecin sanayileşmesi dünyanın farklı yerlerindeki çeşitli geleneksel mayalama uygulamalarının görmezden gelinmesine yol açtı. Bilim insanları Türkiye, Arnavutluk, Bulgaristan ve Makedonya’nın da aralarında yer aldığı dünyanın çeşitli ülkelerinde yoğurdun mayalanma sürecini başlatmak için karıncalardan yararlanıldığı kültürel bir uygulamanın varlığını daha önce belgelerle ortaya koymuşlardı. Şimdi Danimarka Teknik Üniversitesi’nden Leonie Jahn ile Kopenhag Üniversitesi’nden Veronica Sinotte önderliğinde bir araya gelen mikrobiyoloji, budunbilim (etnoloji) ve karınca biyolojisi uzmanları, bu konuda daha ayrıntılı bilgilere ulaşmak amacıyla karınca mayalanmasının temelinde yatan bilimsel gerçekleri araştırdılar. Bulgaristan’ın güneyindeki Nova Mahala köyünün yoğurt yapımcılarıyla birlikte çalışan araştırmacılar yoğurt için kırmızı bir orman karıncasını (Formica rufa) seçtiler. Ardından yoğurdu mayalamak amacıyla cam bir kavanozun içindeki ısıtılmış süte dört canlı karınca ekleyip üzerini tülbentle örttüler ve gece boyunca mayalanmasını beklediler. Ertesi gün sütün yoğurdun mayalanma sürecinin ilk aşamalarını içeren asidite, doku ve tada ulaştığı görüldü. Araştırmacılar hazırladıkları raporda mayalanma sürecinin bu aşamasında elde edilen maddeyi, “Otla beslenen hayvan yağına özgü tatların ağır bastığı, hafif keskin otsu bir tadı vardı” biçiminde betimliyorlardı. Araştırmacılar karıncaların yoğurdun mayalanmasına nasıl katkıda bulunduklarını anlamak için karıncalarla ilişkili mikroorganizmaları ve asitleri incelediler. Süt genellikle belirli türde bakterilerin laktik asit üretmeleri sonucunda koyulaşmaya başlar. Araştırmacılar yaptıkları incelemeler sonucunda karınca ile mayalanmış yoğurtta, mayalı besinlerde yaygın olarak görülen Lactobacillus delbrueckii bulgaricus ve Fructilactobacillus sanfranciscensis adlı iki laktik asit bakteri türüne tanık oldular. Sözü edilen bu bakteri türlerinden ikincisi genelde ekmek yapımında yararlanılan ekşi maya kültürlerinde bulunan bir türdü. Ancak araştırma F. sanfranciscensis’in karıncalarda ortaya çıkışının bu bakterinin mayalı yiyeceklerin yapımında yararlanılmaya başlanmasından milyonlarca yılı aşkın bir süre öncesine uzanabileceği olasılığını gündeme getirdi. Jahn, “Bu bakterinin ilk önce karıncalarda ve bir olasılıkla da başka böceklerde ortaya çıkmış olabileceğini düşünüyoruz”diyor. Bağımsız bir süt ürünleri araştırmacısı olan Ian Powell de karınca ile mayalanmış yoğurdun, temelinde yatan kimyasal ve dirimsel gerçekler konusunda belki de tümden habersiz olmalarına karşın atalarımızın ne denli yenilikçi olduklarının bir göstergesi olduğunu belirtiyor. Ancak Powell bu sürecin günümüzdeki yoğurtların atası olduğunu düşünmemizi gerektirecek hiçbir neden olmadığına da dikkat çekerek, “Sonuçta, çiğ sütün bildik mikrobiyotası yoğurt yapımı için gerekli bakterileri içeriyor. Bu bakteriler, düşük düzeylerde olsa bile, oradadırlar ve uygun koşullar sağlandığında gelişirler,” diyor. Powell karınca yönteminin daha sıklıkla peynir yapımında tanık olunan, söz gelimi koyulaştırma amacıyla limon suyu ya da sirke gibi asitlerin, incir reçinesi ve devedikeni sütü gibi bitkisel unsurların ya da hayvansal mide özütlerinin eklendiği başka geleneksel yöntemlerle çok daha uyumlu olduğuna inanıyor. “Olaya bu bağlamdan bakıldığında, süte karınca eklemek insana hiç de garip gelmiyor,” diye ekliyor. Rita Urgan Kaynak: https://www.newscientist.com/article/2450495-ants-can-be-used-to-make-yogurt-and-now-we-know-how-it-works/

Kuşlar küresel ısınmayla baş edebilecek mi? - Herkese Bilim Teknoloji

Birçok uzmana göre tropikal hayvanlar, görece daha istikrarlı termal şartlara alışık olmaları nedeniyle iklim değişikliğinin öncelikli olarak tehdit ettiği türler arasında yer alıyor. Artan sıcakların tropikal kuşlara etkisini inceleyen yeni bir araştırma ise, sıcak dalgalarına karşı oldukça dayanıklı olabileceklerini gösteriyor. Tropikal türlerle birlikte ılıman iklimlerde yaşayan türlerin de incelendiği çalışmada, akut sıcaklık stresiyle baş etmede kuşların beklenenden çok daha iyi oldukları görüldü. Araştırmacılar, tropikal iklime özgü türlerin küresel ısınma karşısında daha savunmasız olduğuna işaret eden araştırmalar mevcutken, tropikal türler de dahil olmak üzere kuşların çoğunun, günlük yaşamlarında deneyimlediklerinden çok daha yüksek sıcaklıklara tahammül edebiliyor olmasını şaşırtıcı bir sonuç olduğunu belirtiyor. ABD'deki Illinois Üniversitesi'nden araştırmacılar, tropikal ve ılıman iklim kuşların sıcaklık stresi ile başa çıkma becerilerinde farklılık olduğu varsayımını test etmek için Panama ve Güney Karolina'dan getirilen 81 türü saha laboratuvarlarında gözlemledi. Mini sensörler yardımıyla, gittikçe artan sıcaklığa maruz bırakıldıklarında kuşların vücut içi sıcaklıklarının yanı sıra metabolizma hızları da tespit edilebildi. Çalışma sonucunda, kimi araştırmaların öngördüğü gibi sıcaklıklarda 3- 4 derecelik bir artış olması durumunda bile çalışmaya dahil olan tüm kuş türlerinin fizyolojik açıdan güvenli sıcaklık sınırları içinde kalacağı görüldü. Çalışmada, Güney Karolina'daki kuşların ortalama olarak Panama kuşlarından daha yüksek bir sıcaklık toleransına sahip olduğu, her iki grubun da artan sıcaklıkla baş etmede bir sorun yaşamadığı görüldü. İncelenen kuşlar arasında en yüksek sıcaklık toleransı güvercin ve kumrulara aitti. Araştırmacılar, bunun nedeninin, diğer türlerde görülmeyen terleme özelliği olduğunu belirtiyor. Çalışmanın sonuçları, kuşların yüksek sıcaklıklardan doğrudan etkilenmeyebileceğini gösterse de, araştırmacılar küresel ısınmanın dolaylı etkilerinin kuşlar için de yaşamsal tehdit oluşturduğunu ifade ediyor. Artan sıcakların besin kaynaklarını ve tropikal ormanların yapısını değiştirmesi muhtemel olduğu belirtilirken, kuşların fizyolojik açıdan yüksek sıcaklığa dayanıklı olmasının onlara iklim değişikliği karşında tam bir koruma sağlamayacağı ifade ediliyor. Kaynak: https://aces.illinois.edu/news/warming-climate-can-birds-take-heat

Evrenimiz de ısınıyor - Herkese Bilim Teknoloji

Genç evrende, ilk patlamadan hemen sonra milyarlarca derecelik sıcaklıklar hüküm sürüyordu. Evren soğumaya başladığında ilk önce atom çekirdekleri, daha sonra ise atomlar oluşmuş ve arka plan ışını serbest kalmıştır. Evren o zamandan bu yana genleşmeye devam etmiştir. Geçerli olan teoriye göre gelecekte madde yoğunluğu ve sıcaklık düşmeye devam edecek ve evren en sonunda soğuk ve boş kalacak. Ancak iş oraya gelene dek başka bir süreç kozmik soğumaya karşı etki yapıyor: Maddenin yerçekimi nedeniyle bir araya gelerek yıldızları, galaksileri ve galaksi kümelerini oluşturması. Kendi yerçekimi etkisiyle gaz, toz ve karanlık madde birbirlerini çekiyor ve hızlanıyorlar, tıpkı dünyamıza doğru gelen bir meteoritin hızlanması gibi. Ve yine buna benzer olarak bu süreçte de kozmik yapılarla sıcaklık ortaya çıkıyor. Kozmik gelişme sırasında kütle çekimi, karanlık madde ve gazı bir araya getirerek galaksileri ve galaksi kümelerini oluşturuyor diyor Ohio Eyalet Üniversitesi’nden Yi-Kuan Chiang. Bu çekim o kadar kuvvetli ki gitgide daha fazla gaz ısınıyor. Evrendeki yapı oluşumundaki ısıtıcı yan etki, 2019 Fizik Nobel Ödüllü araştırmacı James Peebles tarafından öncelenmişti. Chiang ve ekibi şimdi kütle çekimine bağlı madde çöküşünün, evreni ne derece ısıttığını hesapladı. Bunun için de “kızgın” maddenin enerjisinin bir kısmını, kozmik arka plandaki fotonlara yansıttığı gerçeğinden yararlandılar. Buna göre gazlar, galaksiler ve galaksi kümeleri mikrodalga arka planında ince işaretler bırakıyorlar. Sunjajew- Seldowitch etkisi olarak bilinen bu olay örneğin Avrupa’nın Planck-Uyduları’nda okunabiliyor. Fakat evrenin termik enerji yoğunluğunu belirlemek isteyen astrofizikçilerin başka bir bilgiye daha ihtiyaçları vardı: Ön plandaki yapıların bizden ne kadar uzaklıkta yer aldıklarını bilmek zorundaydılar. Araştırmacılar bunun için Planck uydularının, IRAS enfraruj uyduları ve Sloan Digital Sky Survey uydularının kırmızıya kayma verilerini incelemiş. Bu onlara yakın evrendeki enerji yoğunluğu kadar, on milyar yıl öncesindeki yapıları da hesaplamaya izin vermiş. Elde edilen sonuçlara göre günümüzde evrendeki sıcaklık yaklaşık olarak iki milyon Kelvin. Bu on milyar yıl kadar önceki sıcaklığın on katı kadar. O zamandan bu yana evrendeki termik enerji yoğunluğu da önemli ölçüde artmış. Bu sıcaklık artışının yüzde 70’i, z=1 kırmızıya kayma dahilinde yani evrenin günümüzden yarı yarıya küçük olduğu zamanda gerçekleşmiş. Ne var ki bu kozmik sıcaklığın büyük bir kısmı termometreyle değil, atom ve moleküllerdeki enerji miktarı ve güçlenen moleküler hareketlilikle tespit edilebiliyor. Araştırmacılara göre bu ısınma bir süre daha devam edecek. Yani yeni yıldızlar oluşana ve galaksilerin büyümelerine ve kaynaşmalarına dek evrendeki ısınma devam edecektir diyor uzmanlar. Kaynak: https://iopscience.iop.org/article/10.3847/1538-4357/abb403

Asya'da yeni bir maymun türü keşfedildi - Herkese Bilim Teknoloji

Güneydoğu Asya ormanlarında yaşayan yaprak maymunları (Trachypithecus) hayatta kalmak için savaşıyorlar. Gerçi yirmi türü bulunan bu maymunlar Colobus maymunu cinsinin en zengin türlüsüdür, ama evrimleri ve akrabalık ilişkileri hakkında hemen hemen hiçbir şey bilinmiyor. Güneydoğu Asya’nın yağmur ormanlarında ve dağ ormanlarında yaşayan uzun kuyruklu ve zayıf bedenli bu maymunların soyu tehdit altındadır. Alman bilim insanları şimdi bu ender görülen maymunlar arasında bilinmeyen bir türün bulunduğunu keşfettiler. Araştırmacıların asıl hedefleri aslında yaprak maymunların akrabalık ilişkileri hakkında bilgiler edinmekti. Bu amaçta barınak ve hayvanat bahçesinde yaşayan sekiz yaprak maymunun ve Myanmar’da yakalanan altı hayvanın dışkı örnekleri incelenmiş. Ayrıca bazı tarihi müze örneklerinin DNA analizleri de incelenmiş. Bu incelemeler sonucunda Trachypithecus phayrei türüne sınıflandırılan bazı örneklerin diğerleriyle örtüşmediği ortaya çıkmış. Mitokondriyal DNA’ları şimdiye dek bilinen türlerden farklı olduğu gibi dış görünüşleri de değişik. Hayvanların tüy rengi, kuyruk uzunluğu ve kafatası boyutu da diğer yaprak maymunlarından farklı. Tüm bunlar burada yeni bir yaprak maymunu türü olduğu anlamına geliyor. Günümüzde özellikle de Orta Myanmar’daki yağmur ormanlarında yaşayan ve Popa yaprak maymunu adını alan tür, bir milyon yıl kadar önce diğer yaprak maymunlarından ayrılmış. Yeni keşfedilen türle birlikte toplamda 22 yaprak maymunu türü bulunuyor. Ancak ne var ki bu yeni keşfedilmiş tür kaybolmuş da olabilir. Çünkü dört izole popülasyonda yaşayan Popa yaprak maymunlarının sayısı 200-250 civarında. Bilim insanları diğer yaprak maymunları gibi Popa yaprak maymun soyunun da yaşam alanlarının yok olması nedeniyle tehdit altında olduğunu söylüyorlar. Bu ürkek hayvanların yaşam alanları zarar görmemiş ormanlık alanlardır. Fakat ne yazık ki Güneydoğu’daki ormanlar hıza yok olmaya devam ediyor. Kaynak: https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC7671912/

Grönland buzunun altında ilkel bir göl bulundu - Herkese Bilim Teknoloji

Grönland günümüzde birkaç kilometrelik buz tabakasıyla örtülüdür. Bu buz tabakası kıyı buzullarını beslediği gibi çok sayıda buzulaltı gölü ve eriyik su akıntıları barındırır. Hatta Grönland buzu altında devasa bir kanyon bile vardır. Fakat Arktik ada her zaman bu kadar buzlu değildi. 2,5 milyon yıl kadar önce buzsuz olabilirdi ve bu zamandan sonra bile Grönland’da hep sıcak ve en azından buzsuz zamanlar olmuştur. Bununla birlikte Grönland’ın son olarak ne zaman buzsuz olduğu ve o tarihlerde hangi yaşam dünyasının bulunduğu pek bilinmez. Kilometrelerce kalınlıktaki buz tabakası o tarihe ait fosillere ve diğer kalıntılara ulaşmak zordu. Araştırmacılar şimdi Grönland’ın sıcak zamanlarına ait bir zaman kapsülü bulmuş olabilirler: Büyük bir ilkel gölün kalıntıları. Columbia Üniversitesi’nden Guy Paxman ve ekibi aslında Kuzeybatı Grönland’ın buz tabakasını daha ayrıntılı bir şekilde haritalandırmak istiyorlardı. Bunun için de NASA’nın IceBridge misyonuna ait radar verileriyle, yerçekimi ve manyetik ölçümleri değerlendirmişler. Böylece eski Amerikan Askeri üssü Camp Century’nin yakınlarında dikkat çekici bir yapıya ulaşmışlar. Buradaki kayacın alt kısmı kuzeybatıda dik, güneybatıda ise eğimli bir kenara sahip geniş bir havza oluşturuyor. Radar verilerine göre bu havza 7100 kilometre genişliğinde ve 160 kilometre uzunluğunda. Araştırmacılar yerçekimi ölçümlerini de değerlendirdiklerinde, yeraltının bileşimini de görmüşler. Çevresindeki zeminde sert granit hüküm sürerken, havzasının için daha az yoğunlukta malzemeyle dolu, yani tortul. Bu tortul çok eski bir gölün ya da iç denizin temelinde yüz binlerce yıl içinde birikmiş olmalı. Bu da günümüzde kilometrelerce kalınlıkta buzun bulunduğu yerin altında buzsuz dev bir gölün bulunduğu anlamına geliyor. Bu göl radar verilerinden anlaşıldığı üzere kuzey ucunda on sekiz nehirle besleniyordu. Güneyinde ise büyük bir nehir suyu sahile doğru yönlendiriyordu. Araştırmacılar bu tarih öncesi gölün 50-250 metre derinliğinde olduğunu tahmin ediyorlar. Camp-Century havzası buzsuz bir dönemde oluşan ve daha sonra buzun altında hapsolan tarih öncesi bir gölün ilk kanıtını taşıyor. Bununla birlikte bu gölün tam olarak ne zaman açıkta olduğu kesin olarak bilinmiyor. Havzada bulunan tortulun Grönland’daki buzulun genleştiği zaman ait olabileceği ya da bundan sonraki birkaç buz arası döneme diyor bilim insanları. Ancak o tarihlerde Kuzeybatı Görünland’ın göl ve nehir ağlarını oluşturacak kadar nemli ve sıcak olduğu bir gerçek. Buzun altında kalan gölün tortulunda Grönland’daki buzlanma öncesindeki yaşama ait eşsiz kalıntılar barınıyor olabilir. Polen, fosil hatta yaşama elverişli alanlara ait kimyasal izlerin de bulunabileceği sanılıyor. Araştırmacılar bu nedenle karot örnekleri alabilmenin yollarını arayacaklar. Kaynak: https://news.climate.columbia.edu/2020/11/10/scientists-discovered-ancient-lake-bed-deep-beneath-greenland-ice/

Ornitorenkler araştırmacıları şaşırtmaya devam ediyor - Herkese Bilim Teknoloji

Ördeğe benzer gaga ve perdeli ayakları, kunduzlarınki gibi kuyruğu ve su samuruna benzeyen gövdesi ve postuyla ornitorenk en sıra dışı türler arasında yer alıyor. Görüntüsünün yanı sıra elektriği algılayabilen gagası, yumurtlayarak üremesi ve arka ayaklarındaki zehirli iğneleri bu canlıyı en ilginç memelilerden biri haline getiriyor. Avustralya'ya özgü bu hayvanların yeni bir özelliği daha keşfedildi: Ultraviyole ışık altında parlıyorlar. Tüyleri parlayan bir uçan sincabın tesadüfen görülmesinden sonra araştırmacılar aynı şekilde floresan özelliğe sahip başka türlerin de olup olmadığını öğrenmek için ABD’de iki doğal tarih müzesindeki memeli koleksiyonunu inceledi. Sincap ve yakın akrabası türlerin müzede korunan postlarını inceleyen ekip, üç uçan sincap türünün yanı sıra ornitorenklerin su geçirmez postlarının da UV ışığı emerek mavi-yeşil parladığını tespit etti. Araştırmacılar, floresan özelliğe sahip olduğu bilinen keseli hayvanlar gibi, canlı ornitorenklerin de postlarının parlamasının muhtemel olduğunu belirterek, gelecekteki saha çalışmalarında yanlarında mutlaka bir UV ışık kaynağı olacağını ifade ediyorlar. Bu parlama özelliğinin bir işlevi olup olmadığı bilinmiyor. UV ışığı yansıtmamanın, çoğunlukla gece faaliyette olan ornitorenkleri UV görüşe sahip gece yırtıcılarından koruyor olabileceği, parlamanın doğada ornitorenklerin birbirlerini bulmalarına yardımcı olduğu tahminler arasında… Kaynak: https://www.sciencenews.org/article/platypus-glow-blue-green-ultraviolet-light-fluorescent-fur

Maymunlar, hava durumuna göre, besin olgunlaşmış mı, anlıyor - Herkese Bilim Teknoloji

Yaşanan günlerin ortalama hava sıcaklıkları ve güneş ışınlarıyla ilgili verilerini değerlendiren maymunlar, olgunlaşmakta olan bir incir ağacına tırmanışın, kazançlı olup olmadığını tahmin edebiliyor. İlginç sonuç Uganda’daki Kibale Ulusal Parkı’ndaki gri yanaklı Mangabey maymunlarını (Lophocebus albigena) inceleyen İskoç bilim insanlarına ait. Karline Janmaat ile çalışan araştırma ekibi, 20 maymundan oluşan Mangabey grubunu 120 gün boyunca takip etmiş. Maymunlar ne zaman bir incir ağacına tırmansalar, bilim insanları ağaçta incirin bulunup bulunmadığını ve bunların olgunlaşıp, olgunlaşmadığını kaydettikleri gibi o günün hava sıcaklığına ve havanın güneşli olup olmadığını da dikkat etmişler. Belleklerinde tutuyor İşte bu gözlemler sonucunda maymunların, sadece ilk tırmanışta üzerinde incir buldukları ağaçlara yeniden çıktıklarını fark etmişler. Ve havanın birkaç gün önce güneşli ve sıcak olması, ağaca tırmana olasılığını artırmakta diyor araştırmacılar. Mangabey maymunlarının, besin arayışlarını gerçekten de hava durumuna göre yaptıkları diğer testlerle de ortaya çıkmış. Araştırmacıların düşüncesine göre maymunlar, birkaç günlük hava durumunu hatırlayabildikleri gibi meyvelerin olgunluk durumunu da akılda tutabiliyorlar, hatta hava sıcaklığı, güneşli hava ve meyvelerin olgunlaşması arasında da bağlantı kurma yetisine sahipler. Bundan sonraki araştırmada maymunların hava sıcaklıklarındaki farklılıkları ne kadar iyi hatırlayabildikleri saptanmaya çalışılacak. Araştırmacılar maymunlardaki bu yetinin, evrim süreci içinde daha zeki primatların gelişiminde etkili olmuş olabileceğini sanıyorlar.

Meteor yağmuru gösterisi zamanı - Herkese Bilim Teknoloji

Her Ağustos ayında, Perseid meteor yağmuru, 12 Ağustos'un erken saatlerinde en iyi şekilde görülebilen parlak meteorlar ve ateş toplarından oluşan nefes kesici bir görüntü sunar. 132.000 mil/saate kadar atmosferik hızlara ulaşan bu meteorlar, Swift-Tuttle Kuyruklu Yıldızı'ndan kaynaklanan bir gösterinin parçasıdır. Swift-Tuttle Kuyrukluyıldızı'ndan kopan parçaların neden olduğu yıllık bir meteor yağmuru olan Perseidler, her ağustos ayında muhteşem meteor ve ateş topu görüntüleri sunuyor. Perseid meteor yağmuruyla birlikte bazı kayan yıldızlar görmeyi bekleyebilirler. Dünya'nın Swift-Tuttle Kuyruklu Yıldızı'nın geride bıraktığı enkaz izlerinden geçmesiyle oluşan yağmur, yüzyıllar boyunca göksel havai fişeklerin tutarlı gösterisi nedeniyle ünlendi. NASA'nın Alabama, Huntsville'deki Marshall Uzay Uçuş Merkezi'ndeki Meteoroid Çevre Ofisi'ni yöneten Bill Cooke , "Perseidler, sıradan bir yıldız gözlemcisi için en iyi yıllık meteor yağmurudur," dedi . "Yağmur sadece parlak meteorlar ve ateş topları açısından zengin olmakla kalmıyor, aynı zamanda hava hala sıcak ve rahat olduğunda ağustos ortasında zirveye ulaşıyor. Bu yıl, Perseid maksimumu 11 Ağustos gecesi ve 12 Ağustos şafak öncesi saatlerinde gerçekleşecek. Yağmurdan gelen meteorları yerel saatle 23:00 civarında görmeye başlayacaksınız ve oranlar şafağa kadar artacak. 11'inci geceyi kaçırırsanız, bu saatler arasında 12'nci gece de oldukça fazla meteor görebileceksiniz." Gözlerinizin karanlığa alışması için yaklaşık 45 dakika bekleyin. Sırt üstü uzanın ve doğrudan yukarı bakın. Cep telefonlarına veya tabletlere bakmaktan kaçının çünkü parlak ekranları gece görüşünüzü bozar ve gözlerinizi gökyüzünden ayırır. Perseid meteorları 132.000 mil/saatlik inanılmaz bir hızla hareket eder, dünyanın en hızlı arabasından 500 kat daha hızlı. Bu hızda, bir toz parçası bile Dünya atmosferine çarptığında canlı bir ışık çizgisi oluşturur. Perseidler, gezegenimizin 90 km kadar yukarısında neredeyse hepsi yandığı için yerdeki insanlar için hiçbir tehlike oluşturmaz.

Böceklerin büyüleyici cinsel yaşamları - Herkese Bilim Teknoloji

Kimi böceklerin cinsel organları bedenlerinden ayrılabilirken, kimileri bedenlerinin 20 katına eşit büyüklükte spermler üretiyor, kimileri de özel donanımlarla rakiplerini olası eşlerinden uzak tutuyorlar. Böcekler ürkütücü olabilir, önlerine çıkanla cinsel ilişkiye girip, kana susamış olabilirler-ama asla sıkıcı olamazlar. Avrupa’nın en büyük böceği olan geyik böceğinin erkekleri çiftleşmekte olan eşleri zorla birbirlerinden ayırmaya yarayan boynuz adı verilen çok geniş çenelere sahiptirler. Erkekleri dişilerden ayırmak üzere evrilen farklı biçimlerde boynuzlara sahip olan çeşitli böceklerde bu davranışa tanık olunur. Japon gergedan böceğinin boynuzu çatalı andırır. Dişileri ele geçirmeye çalışan başka erkekler arasındaki savaşta da bu boynuzlardan yararlanılır. Bu böcek türlerinin çoğunda daha küçük olan erkeklerin savaşta üstün gelme olasılıkları yoktur. Buna karşılık, başka sinsi çiftleşme taktiklerinin evrildiği bu küçük böcekler erkeklerin birbirlerine girmelerini beklerler ve onlar boğuşurlarken dişilerle çiftleşirler. Küçük erkek bok böcekleri, içinde dişilerin olduğu dehlizlerin girişinde nöbet tutan iri erkeklerin arasından sıvışarak yeraltındaki dişileri bulmak için gizli geçitler oluştururlar. Sperm yarışı Erkekler arasındaki fiziksel çekişmelerin dışında, spermler arasında da yumurtayı dölleme yarışları yaşanır. Hayvanlar aleminde dişiler çok ender olarak eşlerine sadık kaldıklarından, dişilerin üreme organlarında büyük olasılıkla çok sayıda erkeğin spermleri bulunur. Erkeklerin bu duruma karşı koyabilmeleri amacıyla, büyük spermler üretmek gibi, çeşitli yöntemler evrilmiştir. Meyve sineklerinin spermleri açılmamış durumda 6 santimetreyi bulabilir ki, bu da sineğin boyutunun yaklaşık 20 katına eşittir. Ancak sperm yarışında uygulanan belki de en sıradışı yönteme, son derece incelikli üreme organları olan, yusufçuk ve kızböceklerini içeren odonata takımının üyelerinde tanık olunur. Bu türün penislerinde düşman erkeklerin spermlerini yerinden etmelerine ve kendi spermlerini dişinin üreme organlarının en dip köşelerine yerleştirmelerine olanak tanıyan kanca ve kamçılar vardır. Üstelik incelikli üreme organlarına sahip olanlar yalnızca erkekler değildir. Brezilya mağara böceklerinin dişileri erkeklere ulaşma konusunda birbirleriyle yarışırlar. Bu böcekler karşı cinsin üreme organına sahip olup, erkeklerinde vajinayı andıran bir boşluk ve dişilerinde de penisi andıran sivri uçlu sertleşebilir bir organ vardır. Dişi mağara böceği “penisiyle” erkeğin spermini emerek dışarıya çıkarır ve bedenindeki iki bölmeden birinde depolar. Dişiler 70 saat sürebilen çiftleşme sırasında aldıkları meniyi tüketerek enerji sağladıklarından, bu davranışın kısıtlı yiyecek sunumuna uyum sağlamak üzere evrildiği düşünülüyor. Kelebekler yalnızca birkaç hafta yaşayabildiklerinden, kimi ayrıksı durumlar dışında, baba olmak isteyen erkeklerin aylaklık edecek zamanları yoktur. Kelebeklerin birçoğu kozadan çıkar çıkmaz cinsel olgunluğa erişirler. Bu yüzden, kimi türlerde erkekler dişilerden birkaç gün önce ortaya çıkıp beklemeye koyulurlar ve ilk fırsatta dişilerle çiftleşirler. Daha sinir bozucu bir davranış biçimine tahtakurularında tanık olunur. Erkekler dişinin karnını oyup spermini oradan karın boşluğuna akıtır. Böcekler açık bir dolaşım sistemine sahip olduklarından sperm kolaylıkla karın boşluğundan yumurtalıklara ulaşıp döllenir. Cinsel yamyamlık Böceklerin cinsel davranışları arasında belki de en ünlüsüne sahip olanı peygamber böceğidir. Bu böceklerin dişileri cinsel ilişkinin ardından erkeğin başını yiyerek kendisine ve yavrularına yiyecek sağlar. Bu davranış erkeklerin döllediği yumurta sayısını arttırır. Kısa bir süre önce bilim insanları bu böceğin erkeklerinin de dişilere saldırdıklarını, onları yemeseler bile, çok ciddi biçimde yaraladıklarını gördüler. Dişilerle giriştikleri savaşı kazanan erkekler olasılıkla yenip bitirilmek yerine çiftleşmeyi sürdürürler. Bekaret kemerleri Erkek böceklerin birçoğu, eşleri tarafından yenmediklerinde bile, yalnızca bir kez çiftleşme olanağına sahip olur. Örneğin, erkek arılar insanların bile duyabilecekleri gürültülü bir sesle boşalırlar. Bu davranış spermin dişiye aktarılmasını sağlasa da, erkeğin felce uğraması ve sonunda ölmesiyle sonuçlanır. Bu yüzden erkekler güçlerinden en iyi biçimde yararlanmak zorundadırlar. Başka erkeklerin bir dişiyle çiftleşmesini önlemenin bir yolu da, farklı bir erkeğin spermini dişiye aktarıp döllemesini önleyici bir tıkaç üretmesidir. Avrupa cüce örümceği birleşme sırasında zaman içinde sertleşen bir sıvı salgılar. Araştırmacılar daha uzun süreli birleşmeler sonucunda başka erkeklerin baş edemeyecekleri denli sert tıkaçlar oluştuğunu gördüler. Küremsi ağ ören örümceklerin erkeği, öldükten sonra dişisinin başka erkeklerle çiftleşmemesini güvenceye almak amacıyla, olağanüstü bir tıkaç oluşturur. Bu türün erkeği birleşmenin ardından dişinin bedeninde kalan, yerinden oynayabilir bir penise sahiptir. Örümceğin penis ucunun dişinin bedeninde kırılıp başka erkeklerin girişini önlemesi yaygın görülen bir durum olmakla birlikte, küremsi ağ örümceğinin yerinden oynayabilen penisi 20 dakikayı aşkın bir süre boyunca kendi spermlerini aktarmayı sürdürmek gibi ek bir işleve de sahiptir. Görüldüğü gibi, böcekler gerçekten büyüleyici canlılar. Rita Urgan Kaynak: https://theconversation.com/the-fascinating-sex-lives-of-insects-231619