Haberler
Bilim & Teknoloji
Yaşam
Kültür & Sanat
Haberler
Bilim & Teknoloji
Kültür & Sanat
3816 | Takipçi
Karıncadan yoğurt mu? Süt dolu bir kabın içine topu topu dört canlı karıncanın eklenmesi, yoğurdun mayalanma sürecini başlatmaya yeterli mikrop, enzim ve asitleri sağlayabiliyor. Güneydoğu Avrupa’ya özgü geleneksel bir yoğurt yapma yöntemi: Maya olarak canlı karıncalardan yararlanılması. Yoğurdun mayalanması için gerekli bakteriler ve asit karıncalardan sağlanıyor. Süt dolu bir kabın içine topu topu dört canlı karıncanın eklenmesi, yoğurdun mayalanma sürecini başlatmaya yeterli mikrop, enzim ve asitleri sağlayabiliyor. Günümüzde yoğurtların büyük bir çoğunluğu ticari mayalarla sütün mayalanması sonucunda üretiliyor. Ve bu sürecin sanayileşmesi dünyanın farklı yerlerindeki çeşitli geleneksel mayalama uygulamalarının görmezden gelinmesine yol açtı. Bilim insanları Türkiye, Arnavutluk, Bulgaristan ve Makedonya’nın da aralarında yer aldığı dünyanın çeşitli ülkelerinde yoğurdun mayalanma sürecini başlatmak için karıncalardan yararlanıldığı kültürel bir uygulamanın varlığını daha önce belgelerle ortaya koymuşlardı. Şimdi Danimarka Teknik Üniversitesi’nden Leonie Jahn ile Kopenhag Üniversitesi’nden Veronica Sinotte önderliğinde bir araya gelen mikrobiyoloji, budunbilim (etnoloji) ve karınca biyolojisi uzmanları, bu konuda daha ayrıntılı bilgilere ulaşmak amacıyla karınca mayalanmasının temelinde yatan bilimsel gerçekleri araştırdılar. Bulgaristan’ın güneyindeki Nova Mahala köyünün yoğurt yapımcılarıyla birlikte çalışan araştırmacılar yoğurt için kırmızı bir orman karıncasını (Formica rufa) seçtiler. Ardından yoğurdu mayalamak amacıyla cam bir kavanozun içindeki ısıtılmış süte dört canlı karınca ekleyip üzerini tülbentle örttüler ve gece boyunca mayalanmasını beklediler. Ertesi gün sütün yoğurdun mayalanma sürecinin ilk aşamalarını içeren asidite, doku ve tada ulaştığı görüldü. Araştırmacılar hazırladıkları raporda mayalanma sürecinin bu aşamasında elde edilen maddeyi, “Otla beslenen hayvan yağına özgü tatların ağır bastığı, hafif keskin otsu bir tadı vardı” biçiminde betimliyorlardı. Araştırmacılar karıncaların yoğurdun mayalanmasına nasıl katkıda bulunduklarını anlamak için karıncalarla ilişkili mikroorganizmaları ve asitleri incelediler. Süt genellikle belirli türde bakterilerin laktik asit üretmeleri sonucunda koyulaşmaya başlar. Araştırmacılar yaptıkları incelemeler sonucunda karınca ile mayalanmış yoğurtta, mayalı besinlerde yaygın olarak görülen Lactobacillus delbrueckii bulgaricus ve Fructilactobacillus sanfranciscensis adlı iki laktik asit bakteri türüne tanık oldular. Sözü edilen bu bakteri türlerinden ikincisi genelde ekmek yapımında yararlanılan ekşi maya kültürlerinde bulunan bir türdü. Ancak araştırma F. sanfranciscensis’in karıncalarda ortaya çıkışının bu bakterinin mayalı yiyeceklerin yapımında yararlanılmaya başlanmasından milyonlarca yılı aşkın bir süre öncesine uzanabileceği olasılığını gündeme getirdi. Jahn, “Bu bakterinin ilk önce karıncalarda ve bir olasılıkla da başka böceklerde ortaya çıkmış olabileceğini düşünüyoruz”diyor. Bağımsız bir süt ürünleri araştırmacısı olan Ian Powell de karınca ile mayalanmış yoğurdun, temelinde yatan kimyasal ve dirimsel gerçekler konusunda belki de tümden habersiz olmalarına karşın atalarımızın ne denli yenilikçi olduklarının bir göstergesi olduğunu belirtiyor. Ancak Powell bu sürecin günümüzdeki yoğurtların atası olduğunu düşünmemizi gerektirecek hiçbir neden olmadığına da dikkat çekerek, “Sonuçta, çiğ sütün bildik mikrobiyotası yoğurt yapımı için gerekli bakterileri içeriyor. Bu bakteriler, düşük düzeylerde olsa bile, oradadırlar ve uygun koşullar sağlandığında gelişirler,” diyor. Powell karınca yönteminin daha sıklıkla peynir yapımında tanık olunan, söz gelimi koyulaştırma amacıyla limon suyu ya da sirke gibi asitlerin, incir reçinesi ve devedikeni sütü gibi bitkisel unsurların ya da hayvansal mide özütlerinin eklendiği başka geleneksel yöntemlerle çok daha uyumlu olduğuna inanıyor. “Olaya bu bağlamdan bakıldığında, süte karınca eklemek insana hiç de garip gelmiyor,” diye ekliyor. Rita Urgan Kaynak: https://www.newscientist.com/article/2450495-ants-can-be-used-to-make-yogurt-and-now-we-know-how-it-works/
Birçok uzmana göre tropikal hayvanlar, görece daha istikrarlı termal şartlara alışık olmaları nedeniyle iklim değişikliğinin öncelikli olarak tehdit ettiği türler arasında yer alıyor. Artan sıcakların tropikal kuşlara etkisini inceleyen yeni bir araştırma ise, sıcak dalgalarına karşı oldukça dayanıklı olabileceklerini gösteriyor. Tropikal türlerle birlikte ılıman iklimlerde yaşayan türlerin de incelendiği çalışmada, akut sıcaklık stresiyle baş etmede kuşların beklenenden çok daha iyi oldukları görüldü. Araştırmacılar, tropikal iklime özgü türlerin küresel ısınma karşısında daha savunmasız olduğuna işaret eden araştırmalar mevcutken, tropikal türler de dahil olmak üzere kuşların çoğunun, günlük yaşamlarında deneyimlediklerinden çok daha yüksek sıcaklıklara tahammül edebiliyor olmasını şaşırtıcı bir sonuç olduğunu belirtiyor. ABD'deki Illinois Üniversitesi'nden araştırmacılar, tropikal ve ılıman iklim kuşların sıcaklık stresi ile başa çıkma becerilerinde farklılık olduğu varsayımını test etmek için Panama ve Güney Karolina'dan getirilen 81 türü saha laboratuvarlarında gözlemledi. Mini sensörler yardımıyla, gittikçe artan sıcaklığa maruz bırakıldıklarında kuşların vücut içi sıcaklıklarının yanı sıra metabolizma hızları da tespit edilebildi. Çalışma sonucunda, kimi araştırmaların öngördüğü gibi sıcaklıklarda 3- 4 derecelik bir artış olması durumunda bile çalışmaya dahil olan tüm kuş türlerinin fizyolojik açıdan güvenli sıcaklık sınırları içinde kalacağı görüldü. Çalışmada, Güney Karolina'daki kuşların ortalama olarak Panama kuşlarından daha yüksek bir sıcaklık toleransına sahip olduğu, her iki grubun da artan sıcaklıkla baş etmede bir sorun yaşamadığı görüldü. İncelenen kuşlar arasında en yüksek sıcaklık toleransı güvercin ve kumrulara aitti. Araştırmacılar, bunun nedeninin, diğer türlerde görülmeyen terleme özelliği olduğunu belirtiyor. Çalışmanın sonuçları, kuşların yüksek sıcaklıklardan doğrudan etkilenmeyebileceğini gösterse de, araştırmacılar küresel ısınmanın dolaylı etkilerinin kuşlar için de yaşamsal tehdit oluşturduğunu ifade ediyor. Artan sıcakların besin kaynaklarını ve tropikal ormanların yapısını değiştirmesi muhtemel olduğu belirtilirken, kuşların fizyolojik açıdan yüksek sıcaklığa dayanıklı olmasının onlara iklim değişikliği karşında tam bir koruma sağlamayacağı ifade ediliyor. Kaynak: https://aces.illinois.edu/news/warming-climate-can-birds-take-heat
Genç evrende, ilk patlamadan hemen sonra milyarlarca derecelik sıcaklıklar hüküm sürüyordu. Evren soğumaya başladığında ilk önce atom çekirdekleri, daha sonra ise atomlar oluşmuş ve arka plan ışını serbest kalmıştır. Evren o zamandan bu yana genleşmeye devam etmiştir. Geçerli olan teoriye göre gelecekte madde yoğunluğu ve sıcaklık düşmeye devam edecek ve evren en sonunda soğuk ve boş kalacak. Ancak iş oraya gelene dek başka bir süreç kozmik soğumaya karşı etki yapıyor: Maddenin yerçekimi nedeniyle bir araya gelerek yıldızları, galaksileri ve galaksi kümelerini oluşturması. Kendi yerçekimi etkisiyle gaz, toz ve karanlık madde birbirlerini çekiyor ve hızlanıyorlar, tıpkı dünyamıza doğru gelen bir meteoritin hızlanması gibi. Ve yine buna benzer olarak bu süreçte de kozmik yapılarla sıcaklık ortaya çıkıyor. Kozmik gelişme sırasında kütle çekimi, karanlık madde ve gazı bir araya getirerek galaksileri ve galaksi kümelerini oluşturuyor diyor Ohio Eyalet Üniversitesi’nden Yi-Kuan Chiang. Bu çekim o kadar kuvvetli ki gitgide daha fazla gaz ısınıyor. Evrendeki yapı oluşumundaki ısıtıcı yan etki, 2019 Fizik Nobel Ödüllü araştırmacı James Peebles tarafından öncelenmişti. Chiang ve ekibi şimdi kütle çekimine bağlı madde çöküşünün, evreni ne derece ısıttığını hesapladı. Bunun için de “kızgın” maddenin enerjisinin bir kısmını, kozmik arka plandaki fotonlara yansıttığı gerçeğinden yararlandılar. Buna göre gazlar, galaksiler ve galaksi kümeleri mikrodalga arka planında ince işaretler bırakıyorlar. Sunjajew- Seldowitch etkisi olarak bilinen bu olay örneğin Avrupa’nın Planck-Uyduları’nda okunabiliyor. Fakat evrenin termik enerji yoğunluğunu belirlemek isteyen astrofizikçilerin başka bir bilgiye daha ihtiyaçları vardı: Ön plandaki yapıların bizden ne kadar uzaklıkta yer aldıklarını bilmek zorundaydılar. Araştırmacılar bunun için Planck uydularının, IRAS enfraruj uyduları ve Sloan Digital Sky Survey uydularının kırmızıya kayma verilerini incelemiş. Bu onlara yakın evrendeki enerji yoğunluğu kadar, on milyar yıl öncesindeki yapıları da hesaplamaya izin vermiş. Elde edilen sonuçlara göre günümüzde evrendeki sıcaklık yaklaşık olarak iki milyon Kelvin. Bu on milyar yıl kadar önceki sıcaklığın on katı kadar. O zamandan bu yana evrendeki termik enerji yoğunluğu da önemli ölçüde artmış. Bu sıcaklık artışının yüzde 70’i, z=1 kırmızıya kayma dahilinde yani evrenin günümüzden yarı yarıya küçük olduğu zamanda gerçekleşmiş. Ne var ki bu kozmik sıcaklığın büyük bir kısmı termometreyle değil, atom ve moleküllerdeki enerji miktarı ve güçlenen moleküler hareketlilikle tespit edilebiliyor. Araştırmacılara göre bu ısınma bir süre daha devam edecek. Yani yeni yıldızlar oluşana ve galaksilerin büyümelerine ve kaynaşmalarına dek evrendeki ısınma devam edecektir diyor uzmanlar. Kaynak: https://iopscience.iop.org/article/10.3847/1538-4357/abb403
Grönland günümüzde birkaç kilometrelik buz tabakasıyla örtülüdür. Bu buz tabakası kıyı buzullarını beslediği gibi çok sayıda buzulaltı gölü ve eriyik su akıntıları barındırır. Hatta Grönland buzu altında devasa bir kanyon bile vardır. Fakat Arktik ada her zaman bu kadar buzlu değildi. 2,5 milyon yıl kadar önce buzsuz olabilirdi ve bu zamandan sonra bile Grönland’da hep sıcak ve en azından buzsuz zamanlar olmuştur. Bununla birlikte Grönland’ın son olarak ne zaman buzsuz olduğu ve o tarihlerde hangi yaşam dünyasının bulunduğu pek bilinmez. Kilometrelerce kalınlıktaki buz tabakası o tarihe ait fosillere ve diğer kalıntılara ulaşmak zordu. Araştırmacılar şimdi Grönland’ın sıcak zamanlarına ait bir zaman kapsülü bulmuş olabilirler: Büyük bir ilkel gölün kalıntıları. Columbia Üniversitesi’nden Guy Paxman ve ekibi aslında Kuzeybatı Grönland’ın buz tabakasını daha ayrıntılı bir şekilde haritalandırmak istiyorlardı. Bunun için de NASA’nın IceBridge misyonuna ait radar verileriyle, yerçekimi ve manyetik ölçümleri değerlendirmişler. Böylece eski Amerikan Askeri üssü Camp Century’nin yakınlarında dikkat çekici bir yapıya ulaşmışlar. Buradaki kayacın alt kısmı kuzeybatıda dik, güneybatıda ise eğimli bir kenara sahip geniş bir havza oluşturuyor. Radar verilerine göre bu havza 7100 kilometre genişliğinde ve 160 kilometre uzunluğunda. Araştırmacılar yerçekimi ölçümlerini de değerlendirdiklerinde, yeraltının bileşimini de görmüşler. Çevresindeki zeminde sert granit hüküm sürerken, havzasının için daha az yoğunlukta malzemeyle dolu, yani tortul. Bu tortul çok eski bir gölün ya da iç denizin temelinde yüz binlerce yıl içinde birikmiş olmalı. Bu da günümüzde kilometrelerce kalınlıkta buzun bulunduğu yerin altında buzsuz dev bir gölün bulunduğu anlamına geliyor. Bu göl radar verilerinden anlaşıldığı üzere kuzey ucunda on sekiz nehirle besleniyordu. Güneyinde ise büyük bir nehir suyu sahile doğru yönlendiriyordu. Araştırmacılar bu tarih öncesi gölün 50-250 metre derinliğinde olduğunu tahmin ediyorlar. Camp-Century havzası buzsuz bir dönemde oluşan ve daha sonra buzun altında hapsolan tarih öncesi bir gölün ilk kanıtını taşıyor. Bununla birlikte bu gölün tam olarak ne zaman açıkta olduğu kesin olarak bilinmiyor. Havzada bulunan tortulun Grönland’daki buzulun genleştiği zaman ait olabileceği ya da bundan sonraki birkaç buz arası döneme diyor bilim insanları. Ancak o tarihlerde Kuzeybatı Görünland’ın göl ve nehir ağlarını oluşturacak kadar nemli ve sıcak olduğu bir gerçek. Buzun altında kalan gölün tortulunda Grönland’daki buzlanma öncesindeki yaşama ait eşsiz kalıntılar barınıyor olabilir. Polen, fosil hatta yaşama elverişli alanlara ait kimyasal izlerin de bulunabileceği sanılıyor. Araştırmacılar bu nedenle karot örnekleri alabilmenin yollarını arayacaklar. Kaynak: https://news.climate.columbia.edu/2020/11/10/scientists-discovered-ancient-lake-bed-deep-beneath-greenland-ice/
Güneydoğu Asya ormanlarında yaşayan yaprak maymunları (Trachypithecus) hayatta kalmak için savaşıyorlar. Gerçi yirmi türü bulunan bu maymunlar Colobus maymunu cinsinin en zengin türlüsüdür, ama evrimleri ve akrabalık ilişkileri hakkında hemen hemen hiçbir şey bilinmiyor. Güneydoğu Asya’nın yağmur ormanlarında ve dağ ormanlarında yaşayan uzun kuyruklu ve zayıf bedenli bu maymunların soyu tehdit altındadır. Alman bilim insanları şimdi bu ender görülen maymunlar arasında bilinmeyen bir türün bulunduğunu keşfettiler. Araştırmacıların asıl hedefleri aslında yaprak maymunların akrabalık ilişkileri hakkında bilgiler edinmekti. Bu amaçta barınak ve hayvanat bahçesinde yaşayan sekiz yaprak maymunun ve Myanmar’da yakalanan altı hayvanın dışkı örnekleri incelenmiş. Ayrıca bazı tarihi müze örneklerinin DNA analizleri de incelenmiş. Bu incelemeler sonucunda Trachypithecus phayrei türüne sınıflandırılan bazı örneklerin diğerleriyle örtüşmediği ortaya çıkmış. Mitokondriyal DNA’ları şimdiye dek bilinen türlerden farklı olduğu gibi dış görünüşleri de değişik. Hayvanların tüy rengi, kuyruk uzunluğu ve kafatası boyutu da diğer yaprak maymunlarından farklı. Tüm bunlar burada yeni bir yaprak maymunu türü olduğu anlamına geliyor. Günümüzde özellikle de Orta Myanmar’daki yağmur ormanlarında yaşayan ve Popa yaprak maymunu adını alan tür, bir milyon yıl kadar önce diğer yaprak maymunlarından ayrılmış. Yeni keşfedilen türle birlikte toplamda 22 yaprak maymunu türü bulunuyor. Ancak ne var ki bu yeni keşfedilmiş tür kaybolmuş da olabilir. Çünkü dört izole popülasyonda yaşayan Popa yaprak maymunlarının sayısı 200-250 civarında. Bilim insanları diğer yaprak maymunları gibi Popa yaprak maymun soyunun da yaşam alanlarının yok olması nedeniyle tehdit altında olduğunu söylüyorlar. Bu ürkek hayvanların yaşam alanları zarar görmemiş ormanlık alanlardır. Fakat ne yazık ki Güneydoğu’daki ormanlar hıza yok olmaya devam ediyor. Kaynak: https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC7671912/
Ördeğe benzer gaga ve perdeli ayakları, kunduzlarınki gibi kuyruğu ve su samuruna benzeyen gövdesi ve postuyla ornitorenk en sıra dışı türler arasında yer alıyor. Görüntüsünün yanı sıra elektriği algılayabilen gagası, yumurtlayarak üremesi ve arka ayaklarındaki zehirli iğneleri bu canlıyı en ilginç memelilerden biri haline getiriyor. Avustralya'ya özgü bu hayvanların yeni bir özelliği daha keşfedildi: Ultraviyole ışık altında parlıyorlar. Tüyleri parlayan bir uçan sincabın tesadüfen görülmesinden sonra araştırmacılar aynı şekilde floresan özelliğe sahip başka türlerin de olup olmadığını öğrenmek için ABD’de iki doğal tarih müzesindeki memeli koleksiyonunu inceledi. Sincap ve yakın akrabası türlerin müzede korunan postlarını inceleyen ekip, üç uçan sincap türünün yanı sıra ornitorenklerin su geçirmez postlarının da UV ışığı emerek mavi-yeşil parladığını tespit etti. Araştırmacılar, floresan özelliğe sahip olduğu bilinen keseli hayvanlar gibi, canlı ornitorenklerin de postlarının parlamasının muhtemel olduğunu belirterek, gelecekteki saha çalışmalarında yanlarında mutlaka bir UV ışık kaynağı olacağını ifade ediyorlar. Bu parlama özelliğinin bir işlevi olup olmadığı bilinmiyor. UV ışığı yansıtmamanın, çoğunlukla gece faaliyette olan ornitorenkleri UV görüşe sahip gece yırtıcılarından koruyor olabileceği, parlamanın doğada ornitorenklerin birbirlerini bulmalarına yardımcı olduğu tahminler arasında… Kaynak: https://www.sciencenews.org/article/platypus-glow-blue-green-ultraviolet-light-fluorescent-fur
Yaşanan günlerin ortalama hava sıcaklıkları ve güneş ışınlarıyla ilgili verilerini değerlendiren maymunlar, olgunlaşmakta olan bir incir ağacına tırmanışın, kazançlı olup olmadığını tahmin edebiliyor. İlginç sonuç Uganda’daki Kibale Ulusal Parkı’ndaki gri yanaklı Mangabey maymunlarını (Lophocebus albigena) inceleyen İskoç bilim insanlarına ait. Karline Janmaat ile çalışan araştırma ekibi, 20 maymundan oluşan Mangabey grubunu 120 gün boyunca takip etmiş. Maymunlar ne zaman bir incir ağacına tırmansalar, bilim insanları ağaçta incirin bulunup bulunmadığını ve bunların olgunlaşıp, olgunlaşmadığını kaydettikleri gibi o günün hava sıcaklığına ve havanın güneşli olup olmadığını da dikkat etmişler. Belleklerinde tutuyor İşte bu gözlemler sonucunda maymunların, sadece ilk tırmanışta üzerinde incir buldukları ağaçlara yeniden çıktıklarını fark etmişler. Ve havanın birkaç gün önce güneşli ve sıcak olması, ağaca tırmana olasılığını artırmakta diyor araştırmacılar. Mangabey maymunlarının, besin arayışlarını gerçekten de hava durumuna göre yaptıkları diğer testlerle de ortaya çıkmış. Araştırmacıların düşüncesine göre maymunlar, birkaç günlük hava durumunu hatırlayabildikleri gibi meyvelerin olgunluk durumunu da akılda tutabiliyorlar, hatta hava sıcaklığı, güneşli hava ve meyvelerin olgunlaşması arasında da bağlantı kurma yetisine sahipler. Bundan sonraki araştırmada maymunların hava sıcaklıklarındaki farklılıkları ne kadar iyi hatırlayabildikleri saptanmaya çalışılacak. Araştırmacılar maymunlardaki bu yetinin, evrim süreci içinde daha zeki primatların gelişiminde etkili olmuş olabileceğini sanıyorlar.
Her Ağustos ayında, Perseid meteor yağmuru, 12 Ağustos'un erken saatlerinde en iyi şekilde görülebilen parlak meteorlar ve ateş toplarından oluşan nefes kesici bir görüntü sunar. 132.000 mil/saate kadar atmosferik hızlara ulaşan bu meteorlar, Swift-Tuttle Kuyruklu Yıldızı'ndan kaynaklanan bir gösterinin parçasıdır. Swift-Tuttle Kuyrukluyıldızı'ndan kopan parçaların neden olduğu yıllık bir meteor yağmuru olan Perseidler, her ağustos ayında muhteşem meteor ve ateş topu görüntüleri sunuyor. Perseid meteor yağmuruyla birlikte bazı kayan yıldızlar görmeyi bekleyebilirler. Dünya'nın Swift-Tuttle Kuyruklu Yıldızı'nın geride bıraktığı enkaz izlerinden geçmesiyle oluşan yağmur, yüzyıllar boyunca göksel havai fişeklerin tutarlı gösterisi nedeniyle ünlendi. NASA'nın Alabama, Huntsville'deki Marshall Uzay Uçuş Merkezi'ndeki Meteoroid Çevre Ofisi'ni yöneten Bill Cooke , "Perseidler, sıradan bir yıldız gözlemcisi için en iyi yıllık meteor yağmurudur," dedi . "Yağmur sadece parlak meteorlar ve ateş topları açısından zengin olmakla kalmıyor, aynı zamanda hava hala sıcak ve rahat olduğunda ağustos ortasında zirveye ulaşıyor. Bu yıl, Perseid maksimumu 11 Ağustos gecesi ve 12 Ağustos şafak öncesi saatlerinde gerçekleşecek. Yağmurdan gelen meteorları yerel saatle 23:00 civarında görmeye başlayacaksınız ve oranlar şafağa kadar artacak. 11'inci geceyi kaçırırsanız, bu saatler arasında 12'nci gece de oldukça fazla meteor görebileceksiniz." Gözlerinizin karanlığa alışması için yaklaşık 45 dakika bekleyin. Sırt üstü uzanın ve doğrudan yukarı bakın. Cep telefonlarına veya tabletlere bakmaktan kaçının çünkü parlak ekranları gece görüşünüzü bozar ve gözlerinizi gökyüzünden ayırır. Perseid meteorları 132.000 mil/saatlik inanılmaz bir hızla hareket eder, dünyanın en hızlı arabasından 500 kat daha hızlı. Bu hızda, bir toz parçası bile Dünya atmosferine çarptığında canlı bir ışık çizgisi oluşturur. Perseidler, gezegenimizin 90 km kadar yukarısında neredeyse hepsi yandığı için yerdeki insanlar için hiçbir tehlike oluşturmaz.
Kimi böceklerin cinsel organları bedenlerinden ayrılabilirken, kimileri bedenlerinin 20 katına eşit büyüklükte spermler üretiyor, kimileri de özel donanımlarla rakiplerini olası eşlerinden uzak tutuyorlar. Böcekler ürkütücü olabilir, önlerine çıkanla cinsel ilişkiye girip, kana susamış olabilirler-ama asla sıkıcı olamazlar. Avrupa’nın en büyük böceği olan geyik böceğinin erkekleri çiftleşmekte olan eşleri zorla birbirlerinden ayırmaya yarayan boynuz adı verilen çok geniş çenelere sahiptirler. Erkekleri dişilerden ayırmak üzere evrilen farklı biçimlerde boynuzlara sahip olan çeşitli böceklerde bu davranışa tanık olunur. Japon gergedan böceğinin boynuzu çatalı andırır. Dişileri ele geçirmeye çalışan başka erkekler arasındaki savaşta da bu boynuzlardan yararlanılır. Bu böcek türlerinin çoğunda daha küçük olan erkeklerin savaşta üstün gelme olasılıkları yoktur. Buna karşılık, başka sinsi çiftleşme taktiklerinin evrildiği bu küçük böcekler erkeklerin birbirlerine girmelerini beklerler ve onlar boğuşurlarken dişilerle çiftleşirler. Küçük erkek bok böcekleri, içinde dişilerin olduğu dehlizlerin girişinde nöbet tutan iri erkeklerin arasından sıvışarak yeraltındaki dişileri bulmak için gizli geçitler oluştururlar. Sperm yarışı Erkekler arasındaki fiziksel çekişmelerin dışında, spermler arasında da yumurtayı dölleme yarışları yaşanır. Hayvanlar aleminde dişiler çok ender olarak eşlerine sadık kaldıklarından, dişilerin üreme organlarında büyük olasılıkla çok sayıda erkeğin spermleri bulunur. Erkeklerin bu duruma karşı koyabilmeleri amacıyla, büyük spermler üretmek gibi, çeşitli yöntemler evrilmiştir. Meyve sineklerinin spermleri açılmamış durumda 6 santimetreyi bulabilir ki, bu da sineğin boyutunun yaklaşık 20 katına eşittir. Ancak sperm yarışında uygulanan belki de en sıradışı yönteme, son derece incelikli üreme organları olan, yusufçuk ve kızböceklerini içeren odonata takımının üyelerinde tanık olunur. Bu türün penislerinde düşman erkeklerin spermlerini yerinden etmelerine ve kendi spermlerini dişinin üreme organlarının en dip köşelerine yerleştirmelerine olanak tanıyan kanca ve kamçılar vardır. Üstelik incelikli üreme organlarına sahip olanlar yalnızca erkekler değildir. Brezilya mağara böceklerinin dişileri erkeklere ulaşma konusunda birbirleriyle yarışırlar. Bu böcekler karşı cinsin üreme organına sahip olup, erkeklerinde vajinayı andıran bir boşluk ve dişilerinde de penisi andıran sivri uçlu sertleşebilir bir organ vardır. Dişi mağara böceği “penisiyle” erkeğin spermini emerek dışarıya çıkarır ve bedenindeki iki bölmeden birinde depolar. Dişiler 70 saat sürebilen çiftleşme sırasında aldıkları meniyi tüketerek enerji sağladıklarından, bu davranışın kısıtlı yiyecek sunumuna uyum sağlamak üzere evrildiği düşünülüyor. Kelebekler yalnızca birkaç hafta yaşayabildiklerinden, kimi ayrıksı durumlar dışında, baba olmak isteyen erkeklerin aylaklık edecek zamanları yoktur. Kelebeklerin birçoğu kozadan çıkar çıkmaz cinsel olgunluğa erişirler. Bu yüzden, kimi türlerde erkekler dişilerden birkaç gün önce ortaya çıkıp beklemeye koyulurlar ve ilk fırsatta dişilerle çiftleşirler. Daha sinir bozucu bir davranış biçimine tahtakurularında tanık olunur. Erkekler dişinin karnını oyup spermini oradan karın boşluğuna akıtır. Böcekler açık bir dolaşım sistemine sahip olduklarından sperm kolaylıkla karın boşluğundan yumurtalıklara ulaşıp döllenir. Cinsel yamyamlık Böceklerin cinsel davranışları arasında belki de en ünlüsüne sahip olanı peygamber böceğidir. Bu böceklerin dişileri cinsel ilişkinin ardından erkeğin başını yiyerek kendisine ve yavrularına yiyecek sağlar. Bu davranış erkeklerin döllediği yumurta sayısını arttırır. Kısa bir süre önce bilim insanları bu böceğin erkeklerinin de dişilere saldırdıklarını, onları yemeseler bile, çok ciddi biçimde yaraladıklarını gördüler. Dişilerle giriştikleri savaşı kazanan erkekler olasılıkla yenip bitirilmek yerine çiftleşmeyi sürdürürler. Bekaret kemerleri Erkek böceklerin birçoğu, eşleri tarafından yenmediklerinde bile, yalnızca bir kez çiftleşme olanağına sahip olur. Örneğin, erkek arılar insanların bile duyabilecekleri gürültülü bir sesle boşalırlar. Bu davranış spermin dişiye aktarılmasını sağlasa da, erkeğin felce uğraması ve sonunda ölmesiyle sonuçlanır. Bu yüzden erkekler güçlerinden en iyi biçimde yararlanmak zorundadırlar. Başka erkeklerin bir dişiyle çiftleşmesini önlemenin bir yolu da, farklı bir erkeğin spermini dişiye aktarıp döllemesini önleyici bir tıkaç üretmesidir. Avrupa cüce örümceği birleşme sırasında zaman içinde sertleşen bir sıvı salgılar. Araştırmacılar daha uzun süreli birleşmeler sonucunda başka erkeklerin baş edemeyecekleri denli sert tıkaçlar oluştuğunu gördüler. Küremsi ağ ören örümceklerin erkeği, öldükten sonra dişisinin başka erkeklerle çiftleşmemesini güvenceye almak amacıyla, olağanüstü bir tıkaç oluşturur. Bu türün erkeği birleşmenin ardından dişinin bedeninde kalan, yerinden oynayabilir bir penise sahiptir. Örümceğin penis ucunun dişinin bedeninde kırılıp başka erkeklerin girişini önlemesi yaygın görülen bir durum olmakla birlikte, küremsi ağ örümceğinin yerinden oynayabilen penisi 20 dakikayı aşkın bir süre boyunca kendi spermlerini aktarmayı sürdürmek gibi ek bir işleve de sahiptir. Görüldüğü gibi, böcekler gerçekten büyüleyici canlılar. Rita Urgan Kaynak: https://theconversation.com/the-fascinating-sex-lives-of-insects-231619
Yılanlarda, verilen yem miktarı/elde edilen canlı ağırlık biçiminde hesaplanan, yem dönüşüm oranı (Feed Conversion Rate) öteki besi hayvanlarına kıyasla çok daha yüksek. Ayrıca yılanlar atık etle de beslenebilirler. Ancak bu yılan etinin doğası gereği sürdürülebilir olduğu anlamına gelmiyor. En sürdürülebilir et türü hangisi? Tayland ve Vietnam’daki besi amaçlı yılan yetiştirilen çiftliklerle ilgili bir araştırmaya göre, bu sorunun yanıtı yılan eti olabilir. Yemin verimli bir biçimde kiloya dönüştürülmesi konusunda yılanların başı çektiğini belirtiliyor. EPIC Biodiversity’den Daniel Natusch’un sözleri ilginç: “Bugüne dek incelenen besi hayvanları arasında besin güvenliği ve üretim oranı yılanlar denli yüksek olan başka bir türe tanık olunamadı. Yılanlar uzun süredir, ufak çapta da olsa, zehir ve benzeri özel ürünlerin üretiminde yararlanmak üzere yetiştiriliyordu. Ancak yılanın eti için yetiştirilmesine son yıllarda başlandı” diyor. Natusch ve arkadaşları bir yılda bu çiftliklerde yetiştirilen yaklaşık 5000 ağlı piton ve Burma pitonunun (Mayalopython reticulatus ve Python bivittatus) ağırlıklarının yanı sıra, verilen yem miktarını ve onların iç organları, derileri, baş ve kuyrukları alındıktan sonraki karkas ağırlıklarını ölçtüler. Ardından elde edilen bu değerler başka hayvanlarla ilgili verilerle karşılaştırıldı. Araştırmada pitonlara verilen yemin kuru kütlesinin karkas ağırlığının 1.2 katına eşit olduğu, buna karşılık bu oranın somon için 1.5, çekirgeler için 2.1, kümes hayvanları için 2.8, domuz için 6 ve sığır için de 10 olduğu görüldü. Pitonlara verilen proteinin kuru kütlesi yılan karkasındaki proteinin 2.4 katına eşitken, bu oran somon için 3, çekirge için 10, kümes hayvanları için 21, domuz için 38 ve sığır için 83 idi. Ancak İsveç’teki Stockholm Resilience Center/Dirençlilik Merkezi’nden Kajsa Resare Sahlin, kiloya dönüşen yem miktarını hesaplamanın son derece incelikli bir konu olduğuna dikkat çekerek, hayvanların ne tür proteinle beslendiklerinin ve bunun nereden geldiğinin de hesaba katılması gerektiğine inanıyor. Sahlin, “Araştırmada kıyaslamaya gidilirken gözden kaçırılan önemli bir konu, etobur olarak yılanların otlarla beslenen hayvanları yerlerken, çiftlik hayvanlarının çoğunlukla bitkilerle besleniyor olmaları. Her bir kilo karkas için gerekli bitkisel malzemenin toplam kütlesi kıyaslanacak olduğunda, yılanlar öylesine verimli değillermiş gibi görünüyor,” diyor. Bu konu Natusch’a sorulduğunda, yılan etini sürdürülebilir kılan unsurun yemin dönüştürülmesinden çok, bunların - tuzağa düşürülmüş kemirgenler ve ölü doğan domuzlar gibi - atık etlerle beslenmeleri olduğunu ve bu etlerin yılanların yedikleri sosis ve sucuklara dönüştürüldüğünü belirterek, “Bir zamanlar doğal bir yaşam ortamının bulunduğu alanların tek tür bir tahıl ürününün yetiştirildiği tarlalara dönüştürülmesiyle elde edilen bitkisel proteinle beslenen çiftlik hayvanlarına kıyasla, zararlı kemirgenler ya da atık proteinle beslenen yılanlar çok daha sürdürülebilir hayvanlar” diyor. Tartışmalı bir konu Natusch tam da bu nedenle yılan etinin bitkisel yemlerle beslenen birçok hayvana kıyasla daha sürdürülebilir olduğuna dikkat çekerek, “Veganlar için her yıl ekilecek tahıllar yüzünden sıkıntı çekecek hayvanların sayısı, pitonu beslemek için öldürülen hayvanların sayısından çok daha fazla olacak” diyor. Resare Sahlin de buna, “Yılanlar başka amaçlarla kullanılmayan atıklarla besleniyorsa, o zaman kaynaklardan verimli bir biçimde yararlanıldığı söylenebilir. Ancak yabanıl kemirgenlerin birçok türü var. Sıçanlar söz konusu olduğunda, bunlardan yararlanmak kısa erimde işe yarayabilir, ama bu uygulamanın koca bir endüstriye dönüştürülmesi çok ciddi sorunlara yol açabilir” diyor. Öyle ki, halihazırda üretildiği biçimde yılan eti başka birçok et türüne kıyasla daha sürdürülebilir olsa da, bu araştırma yılan etinin özünde daha sürdürülebilir olduğunu ortaya koymuyor. Ancak Natusch yılan çiftçiliğinden yana iki gerekçe daha sunuyor. Bu gerekçelerin ilki besin güvenliğiyle ilgili. Yılanların birçoğunun 127 güne varan sürelerle aç kalabildiklerini, buna karşın beden kütlelerinin çok küçük bir yüzdesini yitirdiklerini belirten Natusch, “Bu da yılan yetiştiricilerinin tedarik zincirlerinde aksamalara neden olabilecek küresel kriz dönemlerinde onları beslemeye haftalarca ya da aylarca ara verebilecekleri anlamına geliyor” diyor. Covid-19 pandemi döneminin bunun bir örneği olduğunu dile getiren Natusch, “Bu dönemde çiftçiler domuzlarını satamadılar. Onları beslemek de son derece pahalı olduğundan, ne yazık ki, ötanazi yapıp gübreye dönüştürmek zorunda kaldılar,” diye ekliyor. İkinci olarak, Natusch yılan yetiştirmenin kuş ya da memelilere kıyasla daha etik olduğunu düşünüyor. Yılanların aynı bilişsel yetiye sahip olmadıklarını, yiyecek bulamadıklarında korunaklı bir yere sığınıp beklemeyi yeğlediklerini dile getiriyor. Konu yılan etinin tadına gelince de Natusch, “Tavuk etini andırdığını söyleyebilirim. İyi hazırlanırsa, tadına doyum olmaz” diyor. Rita Urgan Kaynak: https://www.newscientist.com/article/2422260-should-everyone-start-eating-snakes-to-save-the-planet/
Ay'ın arka tarafında dev bir delik var. Ay'ın en büyük ve en eski çarpma krateri olan Güney Kutbu-Aitken (SPA) Havzası, 2500 kilometreden fazla genişliğe ve 8 kilometre derinliğe sahip. Bu da, neredeyse iki Hindistan'ı yutmaya ve Himalayalar'ı gizlemeye yetecek kadar büyük. Şimdi Çin oraya inmeyi planlıyor. Havza, milyarlarca yıl önce Dünya'yı ve diğer Güneş Sistemi'nin iç kısımlarını vuran asteroit yağmuru sırasında patlamış olabilir. Bilim insanları da, bunun doğru olup olmadığını anlamak için, uzun süredir SPA kayalarını ele geçirmek istiyordu. Çin Ulusal Uzay İdaresi (CNSA), programa yakın bilim insanlarının 3 Mayıs gibi erken bir tarihte başlatılabileceğini söylediği Chang'e-6 misyonunu onlara sağlamayı hedefliyor. Münster Üniversitesi'nden gezegen jeologu Carolyn van der Bogert, "Topluluk, SPA havzasının herhangi bir yerinden gelen Ay örnekleri konusunda heyecan duyuyor" diyor. Adını efsanevi bir Ay tanrıçasından alan bir dizi görevin sonuncusu olan Chang'e-6, NASA'nın Apollo görevlerinden bu yana ilk Ay kayalarını geri getiren Chang'e-5'i takip ediyor. Önceki model gibi, Chang'e-6 yörünge aracı da 2 kilogram toprak ve kayayı delecek ve toplayacak bir iniş aracı bırakacak. Yükseltici bir modül, numuneleri eve dönüş yolculuğu için yörüngeye taşıyacak ve fırlatmadan 53 gün sonra dönüş kapsülüne paraşütle son dalışı yapacak. Herkes ile paylaşacak CNSA'nın , tıpkı şu anda Chang'e-5'in kayalarında yaptığı gibi, Chang'e-6 örneklerini uluslararası olarak paylaşması bekleniyor . Osaka Üniversitesi'nden kozmokimyacı Kentaro Terada, bilim insanlarının SPA etkisinin zamanlamasına dair ipuçları vereceklerini umduklarını, bunun da "tartışma konusu olmayı sürdürdüğünü" söylüyor. Bazı araştırmacılar havzanın 4,3 milyar yıl önce oluşturulduğuna inanıyor, ancak diğerleri çarpmanın yüz milyonlarca yıl sonra meydana geldiğini düşünüyor; bu, yaklaşık 3,9 milyar yıl önce iç Güneş Sistemine yönelik varsayımsal bir "geç dönem ağır bombardımanının" bir parçası. o dönemdeki diğer büyük ay çarpma havzalarının kümesi. Bombardımanın, Dünya'nın yeni doğan kıtaları ve yeni ortaya çıkan yaşam üzerinde derin sonuçları olacaktı. Ancak bu kadar büyük asteroitin Güneş Sistemi'nin iç kısmına doğru neyin fırlattığı belli değil. Olası mekanizmalardan biri, Jüpiter'in ve diğer dev gezegenlerin yörüngelerindeki ani bir değişimdi, ancak zamanlama doğru görünmüyor. Son araştırmalar bu değişimin çok erken gerçekleştiğini gösteriyor; Güneş Sistemi'nin 4,56 milyar yıl önceki doğumundan yalnızca on milyonlarca yıl sonra. Van der Bogert, SPA olayı tarafından eritilen tarihleme materyalinin "Ay'ın ve iç Güneş Sisteminin son dönemdeki ağır bombardımana maruz kalıp kalmadığı sorusunun çözülmesine yardımcı olabileceğini" söylüyor. Ancak Chang'e-6'nın şansa ihtiyacı var: Beklenen örnekleme alanlarındaki kayaların çoğu bazalttır; yani daha sonraki volkanik patlamalardan kaynaklanan lavlardır. Bir başka şanslı fırsat da, onlarca kilometre derinlikten oyulmuş ay mantosunun bir parçasını bulmak olacak. Ancak Çin Yer Bilimleri Üniversitesi'nden gezegen bilimcisi Xiao Long, uzaktan algılama verilerinin "manto malzemesi bulma olasılığının düşük olduğunu" gösterdiğini söylüyor. Neden iki yüzü de farklı Geri getirilen örnekler Ay'ın iki yüzünün neden bu kadar farklı olduğunu açıklamaya da yardımcı olabilir. Yakın tarafı "maria" (pürüzsüz, deniz benzeri lav akıntıları) ile kaplıdır ve kabuğunun 30 ila 40 kilometre kalınlığında olduğu tahmin edilmektedir. Uzak tarafı çarpma kraterleriyle doludur ve kabuğu iki kat daha kalındır. İki tarafın kompozisyonları bile farklı. Bazı modeller, bu ikilemin Ay'ın oluşumuna, Dünya üzerindeki dev bir çarpışma sonucu erimiş kaya parçalarının yörüngeye fırlatılmasına dayandığını öne sürüyor. Çarpmanın etkisinden hâlâ kurtulmaya çalışan, cayır cayır yakacak kadar sıcak bir Dünya ile karşı karşıya olan yeni doğan Ay'ın yakın tarafı erimiş halde kalırken, uzak tarafı soğuyup kristalleşti. Rochester Üniversitesi'nden gezegen bilimci Miki Nakajima, uzak taraftaki kayaların ne zaman kristalleştiğini öğrenmek ve yakın taraftaki kayaların tarihlerini karşılaştırmak "bazı modellerin desteklenmesine veya reddedilmesine yardımcı olabilir" diyor. Chang'e-6'nın Fransa, İtalya, İsveç ve Pakistan'dan yükler taşıması, Çin'in uzay programını uluslararasılaştırmaya devam ettiğinin kanıtı. 48 saat boyunca, iniş aracına monte edilen bir Fransız cihazı, yüzeyi saran ince bir gaz tabakası olan ay ekzosferinin kökenini ve dinamiklerini inceleyecek. Amaçlardan biri, ekzosferin yoğunluğunda zamana ve konuma göre görülen keskin değişiklikleri açıklamaktır. Astrofizik ve Planetoloji Araştırma Enstitüsü'nde gezegen bilimci olan Pierre-Yves Meslin, "Bu farklılıkların nedenini gerçekten anlamıyoruz" diyor. Eğer Chang'e-6 numuneleri geri getirirse, Çin'in altı başarılı ay görevi serisini tamamlamış olacak. Terada, Hindistan, İsrail, Japonya ve Rusya'dan gelen Ay sondalarının hepsinin yakın zamanda düştüğünü belirtiyor. "Chang'e programının başarısız olmamasının dikkate değer bir başarı olduğunu düşünüyorum. Kaynak: https://www.science.org/content/article/china-set-fetch-first-rocks-mysterious-far-side-moon?
Titanyum, alüminyum, helyum-3, değerli metaller ve nadir toprak elementleri… Her türlü değerli kaynak Ay’ın yüzeyinde. Öyle olunca da uzay ajanslarının ve özel şirketlerin Ay’da üsler, bilimsel deneyler ve madencilik operasyonları planlamalarına şaşırmamak gerek. Ay’a ayak basan ikinci insan olan Buzz Aldrin, ayak bastığı anki manzarayı “muhteşem bir ıssızlık” olarak nitelendirmişti. Apollo görevleri için belirlenen iniş alanları, özellikle yumuşaktı. İniş noktaları, yüzeyin düzgünlüğü ve zorlu tepelerin, kayalıkların ve kraterlerin bulunmaması nedeniyle seçilmişti. Son yıllarda yapılan Ay araştırmaları ise uydumuzun daha zengin bir resmini ortaya çıkarmak için daha çetin noktalara odaklandı. Mesela Ay’ın kraterleri, kayalıklar sayesinde uzay radyasyonundan doğal olarak korunacak Ay üslerini barındıracak kadar büyük dehlizlere kadar iniyor. Bu noktalar bilimsel açıdan ilgi çekici. Ay’ın kutuplarındaki derin kraterler, değerli su, oksijen ve hidrojen kaynağı olan buz birikintilerini barındırıyor. Bazıları tüm yıl boyunca Güneş enerjisi sağlayabilmek için hayati önem taşıyan Güneş ışığını yakalayan yüksek sırtlarla çevrelenmiş durumda. Bu alanlarda, titanyum, alüminyum, helyum-3, değerli metaller ve nadir toprak elementleri gibi her türlü değerli kaynaklar mevcut. Bu durumda uzay ajanslarının ve özel şirketlerin Ay’da üsler, bilimsel deneyler ve madencilik operasyonları planlamalarına şaşırmamak gerekiyor. Ay’ın yüzeyinin büyüklüğü göz önüne alındığında orada “kalabalık” olmak, bilimsel açıdan endişeden uzak gibi görünebilir. Ancak Ay’da birkaç önemli nokta var ve bilimsel deneyler için mükemmel olan bu noktaların, diğer faaliyetler göz önünde bulundurulduğunda Ay görevlerinin gözdesi olması bekleniyor. “Gözde alanları korumalıyız” Olağanüstü bilimsel öneme sahip olan bu alanları (SESI’leri) korumak isteyen araştırmacılar için acil görev ise hangi noktaların ne tür korumaya ihtiyaç duyduğuna karar vermekten geçiyor. Araştırmacılar, bilimsel açıdan önemli alanların korunması için önümüzdeki birkaç yıl içinde “küresel fikir birliğine” ihtiyaç duyulduğunu söylüyor. Royal Society tarafından yayınlanan “SESI riskleri hakkındaki” bir çalışmanın ortak yazarı olan Missouri Bilim ve Teknoloji Üniversitesi’nden siyaset bilimci Dr. Alanna Krolikowski, “Bilim insanlarının bilimsel varlıkların tehdit altında olduğu gerçeğini değerlendirmeleri ve bunların korunmaya değer olduğunu proaktif bir şekilde belirlemeleri gerekiyor,” diye belirtiyor. SESI’leri korumak için çok yönlü bir yaklaşım geliştirme çağrısında bulunan rapor, yakın zamanda Ay’a yönelik görevler planlayan ülkeler için bunu “acil bir durum” olarak nitelendiriyor. Raporda, Ay faaliyetlerine ilişkin kuralların belirlenmesi amacıyla iki büyük uluslararası çabanın yürütüldüğü ancak şu ana kadar hiçbirinin SESI’lerin korunmasını içermediğini vurguluyor. İki önemli çaba ABD ile ABD’nin Artemis Ay keşif programına ortak olan ülkeler arasında yapılan bir anlaşma olan Artemis Anlaşmaları, kurulu ekipmanın çevresinde birtakım “güvenlik bölgeleri” belirliyor. Ancak tarihi öneme sahip alanların ötesindeki alanların korunması hakkında hiçbir ifade yok. Anlaşmalar özel şirketlerin kâr amacıyla malzeme çıkarmasına izin veriyor. Artemis Anlaşmaları ne karar verirse versin, bir Ay araştırma istasyonu üzerinde iş birliği yapan Rusya ve Çin’in bu anlaşmaya dahil olacağı düşünülmüyor. Ay’ın korunmasına yönelik ikinci bir çaba ise Birleşmiş Milletler’in uzayın barışçıl kullanımı çalışmasında (Copuos komitesi) ortaya çıkıyor. Yeni bir çalışma grubu, gök cisimlerinden doğal kaynakların çıkarılmasına ilişkin kurallar üzerinde kafa yoruyor ve grubun, görev alanını SESI’leri kapsayacak şekilde genişleteceğine dair umut var. Bunun olup olmayacağı ve gökbilimciler için yeterince yakın bir tarihte olup olmayacağı ise başka bir mesele. “Geri dönüşü olmayan ciddi hasarları önlemek için yaklaşık beş yıllık bir zaman diliminde SESI koruma düzenlemelerine ihtiyacımız var,” diyen Krolikowski, “Küresel bir fikir birliği oluşturmak gerçekten önemli,” diye ekliyor. 2026’ya kadar Ay trafiği artacak 2026 sonuna kadar en az 22 uluslararası görevin Ay’a; bunların yarısının Ay’ın Güney Kutbu yakınındaki bölgelere gitmesi bekleniyor. Bunu ticari ve sivil iniş araçları da dahil olmak üzere daha fazlası takip edecek ve biri ABD, diğeri Çin ve Rusya olmak üzere iki Ay üssünün 2030'larda faaliyete geçmesi bekleniyor. Massachusetts’teki Harvard ve Smithsonian Astrofizik Merkezi’nden gökbilimci Dr. Martin Elvis ise “İnsanlığın, Güneş Sistemi’nde nasıl genişleyeceğimize, belki de ilk kez karar vermesi gerekiyor,” diyor ve ekliyor: “Evreni anlamak için eşi benzeri olmayan fırsatları kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyayız.” Sonuç olarak araştırmacılar, herhangi bir koordinasyon otoritesi olmadan Ay yüzeyinde gelecekte yaşanacak çatışmaları önleyecek hiçbir düzenlemenin olmadığını söylüyor. Riskler, fiziksel çarpışmalar ve Ay faaliyetleri nedeniyle ortaya çıkan toz bulutlarından sondaj ve diğer operasyonlardan kaynaklanan zararlara kadar uzanıyor. Batuhan Sarıcan Kaynak: https://www.theguardian.com/science/2024/mar/25/bases-experiments-mining-the-race-to-protect-the-surface-of-the-moon https://www.theguardian.com/science/2024/mar/25/scientists-call-for-protection-of-moon-sites-astronomy-telescopes
Yeni bir çalışma, avın peşinden koşmanın onu yavaşça takip etmekten daha verimli olabileceğini öne sürüyor. Bu da insanların neden uzun süreli hareket için optimize edilmiş kaslar geliştirdiğini, çok terleyebildiğini ve çıplak cildi ısıtabildiğini açıklayabilir. Örneğin insan, kendi koşma hızıyla bir antilopu sadece 24 dakikada tükenme noktasına getirebilir; bu da harcanan zaman başına kazanılan kalorinin beş kat daha fazla getirisiyle sonuçlanır. Çalışmanın yazarları ayrıca, dünya çapında yerli halkların dayanıklılık araştırmalarına ilişkin 400 tarihi rapor buldular. Antropolog Cara Wall-Scheffler, bazı araştırmacıların ısrarla avlanmanın insan evrimini şekillendirmede önemli bir rol oynadığına şüpheyle yaklaştığını söylüyor. Diğer yöntemler tarihsel kayıtlarda daha sık belgeleniyor, diyor. Kaynak: https://www.science.org/content/article/born-run-early-endurance-running--may-have-evolved-help-humans-chase-down-prey
Arılar Mart-Nisan aylarında ortaya çıkıyor. Ama erken çiçeklenen bitkilerin azalması onların da yaşamlarını kısaltıyor. Bilim insanları arıların erken ilkbahar ‘açlığına’ çözüm getiren öneriler sundu. Yabanıl bitkilerin tozlayıcıları olarak, bizleri besleyip ekosistemleri ayakta tutan arılar… 20 bini aşkın arı türü var doğada. Ve kötü haber: Arıların sayısı giderek azalıyor. Neden mi? Bu durum arıların doğal yaşam ortamlarının yitirilmesine, özellikle de arıların kendilerini ve yavrularını (yumurta, larva ve pupalarını) besledikleri çiçek özü (polen) ve bal özünü (nektar) sağlayan bitkilerin yok olmasına bağlanıyor. Arılar ve öteki tozlaştırıcı böceklerin giderek azalması üzerine “tozlayıcı ekme” girişimlerine hız verilse de, azalmanın önüne geçilemedi. Sorunun en azından bir bölümü görünürde çiftçi, bahçıvan ve toprak sahiplerine arıları beslemek amacıyla çok daha geç çiçeklenen bitkiler ekmeleri önerisinden kaynaklanıyor. Oxford Üniversitesi’nden Tonya Lander ile Exeter Üniversitesi’nden Matthias Becher önderliğindeki yeni bir araştırmada, gerçek bir çiftliğin bilgisayar benzetiminden yola çıkılarak arıların ulaşabilecekleri yiyecek miktarıyla ilgili bir model oluşturuldu. Araştırmacılar tozlayıcı ekme girişimlerinde önerilen bitki türlerinin genelde erken ilkbaharda (yani Mart ve Nisan aylarında) ortaya çıkan arılar için yaklaşık bir ay gecikmeli çiçeklendiklerine tanık oldular. Bu “açlık dönemi” çok daha az sayıda arı kolonisinin yaz sonuna dek yaşamda kalabildikleri ve ertesi yıl için yeterince kraliçe arı üretilememesi anlamına geliyor. Ancak tozlayıcı ekme girişimlerinin ilkbaharın başlarında çiçeklenen bitkilere de yer verilecek biçimde genişletilmesiyle yaşam savaşı veren arıların daha uzun süre yaşamaları sağlanabilir. Erken ilkbahar neden önemli? Araştırmacılar, alışılagelmiş mevsim koşullarında, kısıtlı yiyecek olanaklarının en çok ne zaman yaban arılarının üretkenliğini tehlikeye düşürdüğünü ve bu sorunun çözümünde en çok hangi bitki türlerinin etkili olabileceğini anlamaya çalıştılar. Bu amaçla oluşturulan modellerde, Britanya’da ilkbaharda ortaya çıkan iki tür olan, toprak yaban arısı (Bombus terrestris) kolonilerine ve sıradan bambul arılarına (Bombus pascuorum) yer verildi. Yaban arılarının yaşam döngülerinin örnek alındığı modelde, sanal arılar çevrelerini araştırarak balözü ve çiçeközü topluyor, koloniler oluşturuyor ve yavrularına bakıyorlardı. Mevsim sonunda erkek arılar ve kız kıraliçe arılar üretiliyor ve yıllar içinde sayıları artıp azalabiliyordu. Modelleme oluşturulurken gerçek bir çiftliğin doğal görünümü sayısallaştırıldı ve farklı alanları (çalı çitleri, çayırlıklar, otlaklar) sayısal bir haritada işaretlendi. Bu alanlardaki çiçekli bitki türleri farklı deneylere göre ayarlanabiliyordu. Araştırmacılar modele Mart ve Nisan aylarında çiçeklenen yer sarmaşığı, kırmızı ballıbaba, akçaağaç, alıç, kiraz ya da söğüt gibi bitki türlerini eklemenin arı topluluklarının on yılda yaşamda kalma oranlarını %35’ten %100’e çıkardığına tanık oldular. Bu da, erken çiçeklenen bitkilerin eklenmesinden on yıl sonra her iki türden tüm kolonilerin her yıl yaşamlarını sürdürebildikleri anlamına geliyordu. Bu bitkiler tahıl üretimine ayrılan alanları daraltmadan çalı çitlerinin arasına sıkıştırılabilir. Böylece çiftçiler besin üretimlerini sürdürüp geçimlerini sağlayabilirlerken, tozlayıcıları da besleyebilirler. Araştırmacılar, şaşırtıcı bir biçimde, ilkbaharın başında arı kolonilerinde bal özü ve çiçek özü gereksinimlerindeki artışın, erişkin işçi arıların sayısından çok, larvaların sayısından kaynaklandığına tanık oldular. Ancak bildik bir arı kolonisinin yaşam döngüsüne bakıldığında bu bulgu son derece akla yatkındı. İlkbaharda, kraliçe arı kış uykusundan uyanıp yuva yapabileceği uygun bir yer bulur, çiçek özü ve bal özü toplayıp, ilk kuşak yavrularını yetiştirir. Bu koloni kurma aşamasını, yeterli sayıda pupanın olgunlaşıp yetişkin işçi arılara dönüştükleri ve koloni için yiyecek arayıp yavrulara bakma görevini devraldıkları toplumsal aşama izler. Kuruluş aşaması haftalarca sürebilir ve bu süreçte çok sayıda yavrunun gereksinimlerini karşılayabilecek yetişkin toplayıcı arıların sayısı çok azdır. Bu durum, ilkbaharda ortaya çıkan türlerin Mart ve Nisan aylarında neden daha çok yiyeceğe gereksinim duyduklarını açıklıyor. Rita Urgan Kaynak: https://theconversation.com/early-spring-brings-a-hungry-gap-for-bees-heres-how-you-can-help-226541
Hintli ve Amerikalı araştırmacılar, modern Hint DNA’sında önemli Neandertal genleri buldular. Araştırmaya göre, Hintliler Neandertaller'den, diğer halklara kıyasla çok daha fazla sayıda genetik özellik almışlar. Bilim insanları tarafından gerçekleştirilen DNA çalışması, Hintliler'in dünya genelinde Neandertal genleri açısından en zengin kalıtıma sahip olduğunu ortaya koydu, yani Hintliler Neandertaller'den, diğer halklara kıyasla çok daha fazla sayıda genetik özellik almışlar. Modern Hint DNA’sındaki Neandertal ve Denisova soyunun izlerini bir araya getiren araştırmacılar, Hintliler'in kalıtımında %50Neandertal genomu ve %20 oranında da Denisova kalıtımı tespit ettiler. Araştırma çerçevesinde Neandertaller'den kalan miras genlerinin Hintliler'in bağışıklık fonksiyonu ve hastalık riski üzerindeki etkileri incelendi. Berkeley Üniversitesi, Güney Kaliforniya Üniversitesi ve AIIMS Delhi Üniversitesi araştırmacıları, aralarında Delhi, Maharasta, Pencap, Rajasthan ve Haryana’nın da bulunduğu 23 eyalette doğanlardan 2700 kalıtım örneği aldılar. Çalışmada ayrıca bu Neandertal genlerinin daha yaygın olduğu kalıtım bölgeleri ve bunların modern Hint toplumlarının sağlığı üzerindeki etkileri de araştırıldı. Bunların arasında üçüncü kromozomda bulunan ve Covid 19’a verilen yanıtı da etkileyen bir gen kümesi de var. Enfeksiyon riskini artırıyor Neandertaller'den miras kalan ve Hintliler'in %20-35’inde bulunan bu kalıtım bölgesi, Covid enfeksiyonu ve hastaneye kaldırılma sonrasında ciddi semptom riskini artırıyor diyor araştırmacılar. Son çalışmayla Hint soyunun %1 ila %2'sinin Neandertaller ve Denisovalılar'a uzandığı ortaya çıktı. Modern Hintli DNA’sını inceleyen uzmanlar, uzun zaman önce Hintliler'in gen havuzuna giren Neandertal genomunun yaklaşık %50'aini ve Denisova kalıtımının %20'sini bulduklarını söylüyorlar. Böylece Hintliler'in dünya genelindeki insanlarla karşılaştırıldığında en benzersiz Neandertal kalıtım bölümlerine sahip olduğu saptanmış oldu. Bu bölümler Neandertaller'den miras kalan ve nesiller boyunca hayatta kalmaya başaran DNA parçaları. Neandertaller kimdi? Neandertaller, yaklaşık 40.000 yıl öncesine kadar Avrasya’da yaşamış, soyu tükenmiş bir insan türüdür. Denisovalılar da binlerce yıl önce yaşamış soyu tükenmiş bir hominin grubuydu. Araştırmacılar, Hintliler'deki Neandertal genlerinin incelenmesi sayesinde, genetik sağlık risklerinin tahmin edilebileceğini söylüyorlar. Örneğin modern insanlarda Neandertal DNA’sının Lupus Crohn hastalığı, biliyer siroz ve tip 2 diyabetle ilişkili olabileceği düşünülüyor. Hintliler'deki Neandertal ve Denisova kalıtımı, beyin gelişimi, kas oranımı ve bağışıklık fonksiyonuyla ilgili genler üzerinde etkili. Atalarımızdan gelen bu genetik katkılar, bedenimizin yaralanmalara ve hastalıklarla mücadeleye ne şekilde tepki vereceğini etkiliyor. Son çalışma Hindistan’daki altmış yaş üzeri nüfusa odaklanmış ve tropikal bir ülkede çeşitli hastalıklara ve enfeksiyonlara rağmen ne şekilde hayatta kaldıklarını açıklamaya yardımcı olabilir ve bu konuyu daha iyi anlayabilmek için yeni araştırmalar için kullanılabilir diyor bilim insanları. Kaynak: https://timesofindia.indiatimes.com/india/indians-exhibit-most-diverse-neanderthal-ancestry-globally-study/articleshow/108169035.cms https://www.newscientist.com/article/2420884-genomes-of-modern-indian-people-include-wide-range-of-neanderthal-dna/
Ağlayan tek canlı türü insanlar olabilir, ama başka türler de görünürde belli nedenlerle gözyaşı döküyor. Geçtiğimiz yıl fotoğrafçı Chris Henry’nin Instagram’da paylaştığı “ağlayan bizon” videosunu 8 milyonu aşkın kişi izlerken, binlerce de yorum yapıldı. Peki, bir bizonun ya da insan dışında bir canlı türünün üzüntüden ağladığı olur mu? Gözyaşı insanların olduğu denli başka birçok hayvanın gözleri için de yararlıdır. Memeliler, sürüngenler ve kuşların birçoğunda sıvı salgılayan gözyaşı bezleri vardır. Gözyaşındaki biyokimyasal bileşenlerin yoğunlukları türlere göre değişir; bunlar farklı çevresel koşullara uyum sağlamak üzere evrilmişlerdir. Gözyaşının bilinen üç farklı türü vardır. Bazal gözyaşı gözün temel bakımını sağlar. Gözyaşı bezleri gözün saydam katmanı üzerinde koruyucu ve besleyici bir örtü oluşturmak üzere sürekli olarak bu gözyaşlarını salarlar. Bir de gözün kaşınması ya da zarar görmesi gibi dış uyaranlara tepki olarak üretilen refleks gözyaşı vardır. Bu gözyaşları soğukla karşı karşıya gelindiğinde ya da, söz gelimi soğan doğrarken olduğu gibi, belli kimyasallar karşısında üretilirler. Refleks gözyaşı gözleri kirden arındırıp, gözdeki hasarın iyileşmesine yardımcı olur. Üçüncü gözyaşı türü, bireyin ruh durumundan kaynaklanan duygusal gözyaşıdır. Toplumlar uzun süredir üzüntüden ağlamanın yalnızca insana özgü bir davranış olduğuna inanmışlardır. Ağlamak acı, üzüntü ya da kırılganlık gibi duygusal durumların üstesinden gelmemize yardımcı olabilir. Gözyaşları çevremizdekileri etkileyebilir ve böylelikle toplumsal ilişkileri güçlendirip, işbirliğini özendirebilir, saldırganlığı önleyip sevecenliği ve yardımseverliği körükleyebilir. Ağlayarak annesinin ilgisini çeken yavrular Günümüzde bilim insanlarının ortak görüşü duygusal gözyaşlarının salt insanlara özgü olduğu yönünde. Ancak başka hayvanların benzer davranışlar sergilediklerine işaret eden az sayıda da olsa kanıt var. Örneğin, birçok yetişkin hayvanın güçsüzlüğünü sergilemesinin yararı olmasa da, genç hayvanların gözyaşı dökmeden ağlayarak annelerinin ilgisini çekmeye çalıştıkları görülüyor. Genç geyikler de gergin ya da aç olduklarında gözlerinin altındaki bir bezin ürettiği salgıyla annelerine çağrıda bulunurlarken, erişkinleri çevreye kokular yaymak amacıyla aynı bezden yararlanıyorlar. Üzüntüden ağlayan fil, hüzünlü goril ve bitkin düşüp sürünün gerisinde kalan üzgün kurtlar gibi, insan dışındaki hayvanlarla ilgili çeşitli öyküler olsa da hiçbiri kanıtlarla desteklenmiş değil. Oksitosin hormonu… Ya evrim? 1985 yılında yayımlanan bir araştırma, meslekleri gereği sürekli hayvanlarla zaman geçiren kişilerin herhangi bir hayvanın ağladığına hiç tanık olmadıklarını gösteriyor. Daha yakın bir geçmişte yapılan araştırmaların sonuçlarıysa biraz daha farklı. 2022 tarihli bir çalışmada sulu gözlü köpekleri inceleyen araştırmacılar bu canlıların olumlu bir duygu karşısında, mesela sahiplerini görünce, gözyaşı döktüğünü gördüler. Bu tepkiyi tetikleyen bağlanmayı destekleyici oksitosin hormonuydu. İnsanların bu tepkiyi fark edip hoşlandıklarına da tanık olunan araştırmada, kendilerine köpek fotoğrafları gösterildiğinde katılımcıların gözlerine tuzlu damla damlatılan gözleri yaşlı köpeklere daha yoğun bir ilgi gösterdikleri görüldü. Köpekler kuşaklar boyunca bizlerle göz teması yoluyla iletişim kurmak üzere evrildiklerinden, gözyaşı dökmelerinin ardında sevilmek ve korunmak gibi güdüler yatıyor olabilir. Kötü koşullarda ağlayan ve gözlerinin altı kızaran evcil domuzları da belgeleyen bilim insanları bu sıvının gerçekte her canlıda bulunan ancak insanlarda yeterince gelişmemiş olan Harder bezinin salgısı olduğunu belirtiyorlar. Domuzlarda bu salgılar gerginlik durumunda da üretiliyor. Bir başka gerginlik göstergesi sayılan kalp atış hızı değişkenliğinin düşük olması, huzursuzluk ve korku gibi durumlarda göz altındaki kızarıklıklar artıyor. Aynı olguyu sıçanlar da sergiliyor ve salgı gözün altında pas rengi izler bıraktığından kimi zaman “kanlı gözyaşları” olarak biliniyor. Bu kemirgenlerde tepkinin çevresel baskıyla arttığı, bunun yaş ve genel sağlık durumuyla da ilintili olduğu düşünülüyor. Ancak bu bağlantıların daha kapsamlı çalışmalarla kanıtlanması gerekiyor. Bu durumda “ağlayan bizon” videosu bağlamında, bizonun üzgün olup olmadığını söyleyemeyiz, ama insanların “antropomorfik” bir yaklaşımla bizona insana özgü davranış ve özellikler yüklemeye çalıştıklarını söyleyebiliriz. İnsan dışında bir hayvanın gözyaşı dökebileceği, bunun yalnızca insana özgü bir davranış olduğunu düşündüğümüzden olsa gerek, bizlere olağanüstü gelir ve karşılığında o canlıya duygusal bir tepki vermek isteriz. Videodaki bizona gelince, Utah’ın çayırlıklarında bağımsız bir yaşam sürdüren bu canlı oldukça formda görünüyor ve rahatça soluk alıp veriyor. Gerginliğe işaret eden başka bir belirti göstermeden sessizce durup çevresine bakınan bizonun gözüne toz kaçmış olabilir ya da rüzgardan etkilendiği düşünülebilir. Kaynak: https://www.scientificamerican.com/article/do-animals-cry-when-theyre-sad/
Dinozorlar dev boyutları ve ürkütücü dişlerinden ötürü değil, yürüyüş biçimlerinden dolayı gezegenin hakimi oldular. Triyas döneminde yaşanan kurak iklim koşullarında 2 ayak üzerindeki yürüyüşlerinin kendilerine sağladığı üstünlükten ötürü dünyadaki egemenliklerini 160 milyon yıl boyunca sürdürmüş olabilirler. Yeni bir araştırma dinozorların yürüme biçimleri sayesinde gezegeni ele geçirmiş ve 160 milyon yıl boyunca egemenliklerini sürdürmüş olabileceklerine işaret ediyor. Hem iki hem de dört ayakları üzerinde yürümeye uyum sağlayabilen dinozorlar, başka canlıları gölgede bırakan çeşitlilikleriyle Triyas döneminden (günümüzden 251.9 milyon yıl önce başlayıp 201.3 milyon yıl önce sona eren) 66 milyon yıl önce Kretas döneminde (günümüzden 145 ile 66 milyon yıl önce) soyları tükeninceye dek gezegenin baskın kara omurgalıları durumuna geldiler. 7 Şubat 2024 tarihinde Royal Society Open Science dergisinde yayımlanan bu yeni araştırmada dinozorların bir dizi çevresel çöküşün ardından ortaya çıkan ekolojik yaşam alanlarını doldurarak dünyayı nasıl ele geçirdikleri açıklanıyor. Dinozorlar önce arka ayakları ve daha sonra da dört ayak üzerinde yürüdüklerinden çok önemli çevresel değişimlerin yaşandığı bir dönemde ciddi bir üstünlüğe sahiptiler. Dinozorlar, günümüz timsahlarının atalarının da aralarında yer aldığı Pseudosuchia adlı birbirleriyle bağlantılı sürüngenlerle birlikte evrilen, Avemetatarsalia adlı topluluğun bir parçasıydılar. Her iki topluluk da, 252 milyon yıl önce yaşanan Permiyen dönemindeki kitlesel yok oluşun hemen ardından gelen, Triyas dönemi sırasında ortaya çıktı. 208 farklı türün fosilleri incelendi Araştırmacılar avemetatarsalia, pseudosuchia ve yakın akrabalarından oluşan 208 farklı türün fosilleşmiş bacak kemiklerinden yararlanarak zaman içinde geçirdikleri değişimleri belirlemeye çalıştılar. Timsah soylu arkozorlar adıyla da bilinen Pseudosuchianlar, ilk ortaya çıktıklarında en çok çeşitliliğe sahip olan topluluktu. Bu topluluğun kimi üyeleri arka bacakları üzerinde yürüseler de, çoğunluğu sürünerek ilerleme alışkanlığını sürdürmekteydi. Dinozorlar ilk başında iki ayaklıydılar ve ataları gibi hantal hantal yürümek yerine koşabiliyorlardı. Hızlı devinebilmeleri bu canlıların avcı ya da yırtıcı hayvanlardan paçayı sıyırma becerilerini de geliştirerek Triyas döneminin kurak iklim koşullarında onlara bir üstünlük sağladı. Yiyecek bulmak çok zordu Araştırmanın baş yazarı olan Bristol Üniversitesi paleobiyoloji bölümü yüksek lisans öğrencilerinden Amy Shipley, “O sırada yiyecek bulma açısından ciddi bir baskı söz konusuydu. 20 milyon yıldır sayıları zaten azalmış olan dinozorlar bir biçimde kalkışa geçerlerken, pseudosuchianlarda böyle bir durum yaşanmadı. Büyük bir olasılıkla ilk dinozorlar, tıpkı günümüzün birçok sürüngen ve kuş türleri gibi, suyun korunması konusunda iyiydiler. Ne var ki, elde ettiğimiz bulgular yürüme ve koşma konusunda daha gelişkin bir uyum sağlama becerisine sahip olmanın dinozorların üstünlük kazanmasında çok önemli bir rol oynadığını ortaya koyuyor,” diyor. Triyas döneminin sonunda bir başka kitlesel yok oluş dört ayak üzerinde duran krokodilomorfların (crocodylomorph) dışında kalan pseudosuchianların büyük bir çoğunluğunu yeryüzünden silip süpürdü. Kimi dinozorlar iki ayaklı dik duruşlarını korurlarken, kimileri yeniden dört ayak üzerinde durmaya başladılar. Bu da onların çeşitlilik kazanmalarına ve çok farklı ekolojik alanları doldurmalarına olanak tanıdı. 2 ayaklıların dönemi Araştırmanın eş yazarlarından Suresh Singh, “Triyas dönemindeki kitlesel yok oluşun ardından uzunlukları on metreyi aşan, kimileri zırhlı, birçoğu dört ayaklı, ancak birçoğu da ataları gibi iki ayaklı, gerçekten dev boyutlu dinozorlar ortaya çıktı. Duruş ve yürüyüşlerindeki çeşitlilik bunların son derece uyumlu oldukları anlamına geliyordu ve bu da onların dünya üzerinde öylesine uzun bir süre boyunca başarılı olmalarını sağladı” diyor. Dinozorlarda zaman içinde-söz gelimi, sıcaklıkları tüyleriyle düzenlemek ve daha etkili soluk alıp verme düzenekleri gibi-başka özellikler de gelişti. Ne var ki, araştırmacılar onlara asıl üstünlük sağlayan özelliğin yine de çok büyük çeşitlilikteki devinim becerileri olduğunu düşünüyorlar. Rita Urgan Kaynak: https://www.livescience.com/animals/dinosaurs/dinosaurs-dominated-our-planet-not-because-of-their-massive-size-or-fearsome-teeth-but-thanks-to-the-way-they-walked
Çin Bilimler Akademisi, Ay'ın şimdiye kadarki en yüksek çözünürlüklü jeoloji atlasını yayınladı. Ay Küresi Jeolojik Atlası, ay yüzeyine ilişkin diğer temel jeolojik bilgilerin yanı sıra toplam 12.341 krater, 81 havza ve 17 kaya türünü ortaya koyuyor. Haritalar benzeri görülmemiş bir ölçekte 1:2.500.000 oranında yapıldı. Çin, haritaları Ay hedeflerini desteklemek için kullanacak ve araştırmacılar, haritaların kendi Ay görevlerini üstlenen diğer ülkelere faydalı olacağını söylüyor.
NASA'nın yıldızlararası uzay aracı, beş ay boyunca bozuk veriler ilettikten sonra sağlığı ve çalışma durumu hakkında güncellemeler gönderdi. 1977 yılında fırlatılan Voyager 1, Güneş Sistemi'ni terk eden ilk insan yapımı nesneydi. Şimdi Dünya'dan 24 milyar kilometre uzakta, geçen yılın Kasım ayında anlamsız sinyaller göndermeye başladı. Voyager 1'in aksaklığı gidermeye yönelik verileri saklama biçiminde yapılan değişikliklerin ardından NASA'nın uçuş ekibi, 22 Nisan'da uzay aracıyla bir kez daha iletişim kurabildiklerini doğruladı. Bilim verilerini geri gönderme yeteneğini de geri getirmeyi umuyorlar. Kaynak: https://www.space.com/voyager-1-communications-update-april-2024
Şempanzeler karar alma sürecinde ve düşmanlarıyla olası çatışmaları önlemede eski çağlardan kalma savaş taktiklerinden yararlanıyorlar. Cambridge Üniversitesi biyolojik antropoloji uzmanlarından Sylvain Lemoine ve arkadaşları, yeni bir araştırmada, Batı Afrika’ya özgü iki şempanze topluluğunun tıpkı ordulardaki keşif görevleri gibi tepelere çıkıp pusuya yatarak ortalığı gözetlediğine tanık oldu. Şempanzeler sonradan bu süreçte elde ettikleri bilgilerden yararlanıp çekişmeli alanlara ne zaman gireceklerine karar veriyorlardı. Hayvan türlerinin büyük bir bölümü tehlikelerden kaçınmak amacıyla çevrelerini kollama eğiliminde olsalar da, bilim insanları PLOS Biology dergisinde yayımlanan bu çalışma sonucunda ilk kez insan dışında bir canlı türünün çekişmeli bir bölgeyle ilgili tehlikeyi değerlendirme konusunda yüksek alanlardan son derece incelikli bir biçimde yararlandığına tanık oldular. Lemoine, “Burada gerçek anlamda bir üst biliş becerisi, bireyin kendi bilgi birikimi üzerine kafa yorması ve daha çok bilgi edinmek için eyleme geçme becerisi söz konusu” diyor. Cambridge Üniversitesi tarafından yayımlanan bir raporda, daha yüksek tepelik alanlardan yararlanmanın insanlara özgü en eski savaş taktiklerinden biri olduğuna dikkat çekiliyor. Birbirleri ile yarışan topluluklar Şempanzeler yaşam alanlarını genişletmek ve daha çeşitli kaynaklara ulaşmak için birbirleriyle yarışan topluluklar halinde yaşarlar. Bu yüzden davranış biçimleri genelde- zaman zaman öldürmelerin de yaşandığı- eşgüdümlü saldırganlıkları içerir. Şempanze toplulukları arasındaki sınırlar kesin çizgilerle belirlenmiş olmadığından bu canlıların belli bir bölgedeki varlıklarını günbegün sürdürmelerinin önemli olduğunu dile getiren Lemoine, bunun “sürekli düşük yoğunluklu ve küçük ölçekli bir savaş ortamında” yaşamak gibi bir durum olduğuna dikkat çekiyor. Araştırma Fildişi kıyılarında yapıldı Tai Şempanze Projesi adıyla bilinen araştırma ve koruma amaçlı bu çalışmada Fildişi Kıyıları’ndaki Tai Ulusal Parkı’nda yaşayan komşu iki şempanze topluluğu incelendi. Araştırmacılar 2013-2016 yılları arasında yürütülen çalışmada şempanzeleri her gün 8 ile 12 saat arasında değişen bir süre boyunca izlemeye alarak GPS (küresel konumlama sistemi) aracılığıyla ve davranışların gözlenmesiyle elde edilen verileri bir araya getirdiler. Elde edilen veriler şempanzelerin kendi yerleşim alanlarının sınırlarına doğru yol alırlarken tepelere tırmanma eğilimlerinin, merkeze doğru ilerledikleri sürece kıyasla, daha ağır bastığını ortaya koyuyordu. Şempanzeler tepelerdeyken, dinleme becerilerini kısıtlayacak gürültülü işlerle uğraşmak yerine, sessizce beklemeyi yeğliyorlardı. Araştırmada şempanzelerin genelde düşmanları uzakta olduğunda yükseklerden inerek çekişmeli alanlara girdiklerine tanık olundu. Bu durum onların çatışmayı önlemek için tepelerden yararlandıklarına işaret ediyordu. Ne var ki, kimi zaman saldırıya geçme olanağını ele geçirmek amacıyla da tepelere çıktıkları oluyordu. Güç dengesi önemli Lemoine, iki topluluktan üyelerin karşılaşmaları durumunda güç dengesinin-her iki topluluktan üyelerin sayısının-bir tarafın şiddeti kızıştırıp kızıştırmaması açısından önemli bir unsur olabileceğinin altını çizerek, “Şempanzeler koşulların saldırıya geçme çekincesini göze almaya değecek nitelikte olup olmadığına karar verirlerken yüksek alanlardan yararlanıyorlar,” diyor. Araştırma kapsamında yalnızca Tai Ulusal Parkı’ndaki şempanzeler incelenmiş olsa da, Lemoine başka şempanzelerin de-yaşadıkları alana göre değişse bile-özünde aynı taktikten yararlandıklarını düşünüyor. Şempanzelerin yaşam alanlarını genişletmelerine yarayan bu karmaşık bilişsel becerilerinin doğal seçilimin bir sonucu olabileceğini düşünüyor ve bu yüzden söz konusu savaş taktiklerinin evrimsel kökenlere dayandığını dile getirerek, “Burada bir olasılıkla tarih öncesi avcı-toplayıcı topluluklarda var olan küçük ölçekli savaş öncesi durumların izlerine tanık oluyoruz,” diyor. Rita Urgan Kaynak: https://www.livescience.com/animals/monkeys/chimps-use-military-tactic-only-ever-seen-in-humans-before
İnsanlar evcil hayvan sever. Peki, insanlar gibi evcil hayvan besleme güdüsüne sahip olan ve onları sevip besleyen başka bir canlı türü var mı? Başka hayvanları “sahiplenen” hayvanların pek çok örneğini görmüş olabilirsiniz. Bunun belki de en çok bilinen örneği bir kedi yavrusunu sahiplenen goril Koko. Ancak bunun dışında bir köpekle arkadaşlık eden fil, bir kediyi evlat edinen karga, kaplumbağa ile dost olan kaz ve daha çok sayıda başka örnek var. Tüm bu örnekler bizim dışımızdaki hayvanların da evcil hayvanları sahiplenip, onları gözetip besleyebildiklerinin bir göstergesi değil mi? Kuzey Carolina eyaletindeki Batı Carolina Üniversitesi emekli profesörlerinden Harold Herzog, “Sorun, çok ama çok az sayıda ayrıksı durumun dışında, tüm bu ilişkilerin insanlar aracılığıyla gerçekleşmiş olmalarıdır. Bu da söz konusu ilişkilerin doğal yaşam parklarında, insanların evlerinde, ya da yine insanların hayvanların başka bireylere nasıl bağlandıklarını incelemek üzere çeşitli deneyler yaptıkları laboratuvarlarda kurulduğu anlamına geliyor. Doğal yaşamda bu tür ilişki örnekleri yok denebilecek denli azdır” diyor. Herzog, bilimsel yayınların tümüne bakıldığında, doğal yaşam ortamında farklı canlı türleri arasında kurulan kanıtlara dayalı beş ya da daha az sayıda ilişkiden söz edilebileceğini belirterek aşağıdaki şu örneklere yer veriyor: Kavun başlı bir balina yavrusunu sahiplenen bir yunus Pars yavrusunu sahiplenen bir aslan İpek maymununu (marmoset) sahiplenen başlıklı maymunlar (kapuçinler) Bir olasılıkla da: Uzun yüzgeçli kara balinayı (ya da kılavuz balinayı) sahiplenen bir katil balina Bayağı bir yunusu sahiplenen kambur yunus Bağlantıların niteliği tam bilinmiyor Bu örneklerde yer alan canlı türleri arasındaki bağlantıların niteliği tam olarak bilinmiyor. Örneğin, yavruyu bir anne ya da babanın mı, yoksa bir türün mü sahiplendiği tam olarak bilinmiyor. Bilim insanları genelde tüm bunları türler arası, ya da sınıflar arası sahiplenme kavramı kapsamında ele alıyorlar. Ancak yapılan onca gözlemlere karşın yalnızca bir avuç örneğe tanık olunması doğal yaşamda evcil hayvan sahiplenmenin son derece ender görülen bir durum olduğuna işaret ediyor. “Evcil hayvan besleyen tek canlı türünün insanlar olduğunu düşünüyorum ve tüm bu ender ayrıksı örnekler bir bakıma haklı olduğumu gösteriyor” diyor Herzog. Evcil hayvan besleyen tek canlı türünün neden insanlar olabileceğini anlamak için, öncelikle insanların neden böyle bir davranışta bulunduklarını anlamakta yarar var. Kanada Windsor Üniversitesi antrozooloji (insanlarla öteki hayvanlar arasındaki etkileşimi inceleyen bilim dalı) doçentlerinden Beth Daly’ye göre, insanların evcil hayvan beslemelerinin dört ana nedeni var. Bu nedenlerden biri, birilerine ilgi duyarak ve sevgi göstererek başkalarına iyi bir eş olabileceklerinin sinyalini vermektir. Daly, “Birileriyle tanışmaya can atıyorsanız, bir köpek yavrusu edinin ve bir parka gidip oturun diyen bir yığın insan var” diyor. İkinci neden, kendi çocuklarımıza nasıl bakmamız ve onları nasıl koruyup gözetmemiz gerektiği konusunda bizlere ilk eğitimi verenlerin hayvanlar olmasıdır. Evcil hayvan beslememizin üçüncü nedeni yalnızlık olabilir; insanlar her geçen gün daha da yalnızlaşıyorlar ve çocuk sahibi olmayı sürekli erteliyorlar. Bu durumda evcil hayvanlar bu boşluğumuzu gidermeye yardımcı olabilirler. Son olarak da, evde beslediğimiz hayvanların yalnızca yaşamlarımızın olumlu duygular yaratan bir parçası olabilecekleridir; ancak Herzog ve Daly bu görüşe katılmıyorlar. Daly, “Evcil hayvanların bizlere iyi geldiğini düşünen çok sayıda insan var. Ne var ki, bu hayvanlar yalnızca sorun yaratmadıkları sürece bize iyi gelebilirler” diyor. Herzog da, “Sosyoekonomik ve daha başka değişkenleri bir yana koyacak olduğunuzda, araştırmaların büyük bir çoğunluğu evcil hayvan sahibi olanlarla olmayanların ruhsal durumları arasında hiçbir fark olmadığını, ya da evcil hayvanı olanların daha kötü durumda olduklarını ortaya koyuyor” diyor. Evcil hayvan besleme nedenlerinin hiçbiri salt insanlara özgü nedenler değil. Çok sayıda hayvan türü yavrularının bakımıyla ilgilenmek zorundadır ve belki de bu yüzden onların arkadaşlığından yarar sağlayabilirler. Biz insanları farklı kılan tek şeyin bilişsel becerilerimiz olduğuna inanan Herzog, “İnsanlar arasında evcil hayvan besleme eğiliminin hızla yayılmasının nedeni onlara sevdalanma becerisine sahip olmamızdır. Başka hayvanlarda olmayıp yalnızca biz insanlarda olan bir başka şey de, bizim dışımızdaki canlıların da zekaya sahip olduklarının bilincine varmamızdır” diyor. Kültürün de bir rolü olduğunu düşünen Herzog, “10 yıl önce herkes Labrador türü köpekleri beslerken, şimdilerde Fransız buldoglarının ortada cirit atıyor olmalarının bir nedeni olsa gerek” diyerek sözlerini noktalıyor. Rita Urgan Kaynak: https://www.livescience.com/animals/do-any-animals-keep-pets-like-humans-do
Bilim insanları, atalarımızın yaklaşık olarak 25 milyon yıl önce kuyruklarını, hangi genetik-biyolojik değişiklikler yoluyla kaybettiğini buldular. Birçok maymun türünün aksine, insansı maymunların ve insanların kuyrukları yoktur. Bir zamanlar, uzun süren tırmanma ve dengeleme yardımından geriye sadece kuyruk kemiğimizdeki birkaç kemik ve pelvik bölgede birkaç kas kalmıştır. Araştırmacılar, insanların ve insansı maymunların niçin kuyruksuz oldukları sorusuna bir yanıt ararken, kalıtımımızda, diğer primatların kuyruk gelişimiyle bağlantılı olan 31 genimizdeki mutasyonları aramışlardı. Fakat bu arayışları boşa gitmişti. Çünkü bir noktada kuyruksuz oluşumuzun nedeninin klasik bir gen mutasyonunda dolayı olmadığı anlaşıldı. Peki atalarımız kuyruklarını neden ve nasıl kaybetti? Araştırmacılar, insansı maymunların ve insanların kalıtımlarında, kuyruklu maymunlarda bulunmayan küçük bir DNA eki keşfettiler. AluY elementi olarak adlandırılan bu element, TBXT geninin düzenleyici bir parçası olan intronda bulunur. Daha ayrıntılı analizler, AluY bölümünün eklenmesinin atalarımız üzerinde ne gibi etkileri olabileceğini ortaya çıkardı. Buna göre AluY, maymunlarda da bulunan ikinci bir ekleme olan AluSx1 ile birlikte işlevsel bir kelepçe oluşturuyor. Bunun DNA'mız ve okunması üzerinde büyük bir etkisi olmasa da, DNA'dan kopyalanan RNA üzerinde büyük etkisi var. Kelepçe, bu TBXT haberci RNA'sının eksik kalmasına ve dolayısıyla hücrenin protein fabrikası tarafından düzgün şekilde okunamamasına neden oluyor. AluY eklemenin etkisi fareler üzerinde yapılan deneylerde doğrulandı: Araştırmacılar bu DNA bölümünü genomlarına eklediklerinde, farelerde ayrıca kısaldı veya eksik kuyruklar gelişti. Xia ve ekibi makalelerinde şu saptamayı yaptılar: "Bu, hominoid atanın genomuna tek bir Alu elementinin eklenmesinin kuyruksuzluğa katkıda bulunmuş olabileceğini gösteriyor. Ve diğer genetik faktörler bu kuyruksuzluğu dengelemiş olabilir." Atalarımızın kuyruklarını kaybetmiş olması biraz da yaşam alanı ve yaşam biçimlerinin değişmiş olmasıydı’ diyor araştırmacılar. Afrika’daki ormanların, savanlara dönüşmesinden sonra atalarımız daha az tırmanmaya ve iki ayak üzerinde yürümeye başladılar. Bir zamanlar kuyruk için gerekli olan kaslar, leğen kemiğini kaldırmalarına ve daha dengeli bir şekilde ayağa kalkmalarına yardımcı olmuş olabilir. Yeni çalışma aynı zamanda kuyruğunu kaybeden farelerden bazılarının tamamen kapanmayan nöral tüpler geliştirdiğini, bunun da spina bifida adı verilen ve şu anda yeni doğan 1000 insandan birini etkileyen duruma benzer bir omurilik bozukluğuyla sonuçlandığını buldu. Kuyruğun kaybedilmesi yönünde o kadar büyük bir evrimsel baskı oluşmuş olmalı ki, bu korkunç hastalığın bedelini ödese bile buna değmişti diyor araştırmacılar. Kaynak: https://www.nature.com/articles/s41586-024-07095-8
Çin, Dünya ile Ay'ın uzak tarafı arasında iletişim bağlantısı görevi görecek bir uzay aracını Ay'a fırlattı. Adını bir halk masalından alan Queqiao-2, Çin'in Mayıs ayında fırlatılması planlanan Chang'e-6 misyonunu destekleyecek. Chang'e-6, Dünya'dan kalıcı olarak gizlenen Ay'ın uzak tarafından (Ay’ın karanlık tarafı) örnekler toplayan ilk görev olmayı hedefliyor. Queqiao-2 aynı zamanda Ay'ın güney kutbuna yapılacak gelecekteki Çin misyonlarını da destekleyecek ve selefi Queqiao-1'in görevini devralacak. 1.200 kilogramlık uydu, 4,2 metrelik parabolik bir anten taşıyor ve Çin'in gelecekteki Ay keşif planlarının bir parçası ve 2030'larda bir Ay üssü inşa etme yolunda bir basamak taşı. Uzay aracı, Ay'a ulaştığında 55 derece eğimli oldukça eliptik bir ay yörüngesine girecek. Yörünge, Çin'in Mayıs ayında fırlatılması planlanan Chang'e-6 Ay'ın uzak tarafı örnek iade görevini desteklemek için özel olarak tasarlandı. Gezegenin yerçekimi zamanla ayın dönüşünü yavaşlattığından, Ay'ın uzak tarafı hiçbir zaman Dünya'dan görünmez. Queqiao-2, yörünge süresinin büyük bir kısmı boyunca hem uzak tarafın güney yarımküresindeki Apollo kraterini hedef alan Chang'e-6'yı hem de Dünya'yı görüş hattına sahip olacak. Uzay aracı daha sonra on yıl içinde Ay'ın güney kutbuna yapılacak Chang'e-7 ve Chang'e-8 görevlerini daha iyi desteklemek için yörünge periyodunu değiştirecek. Kaynak: https://spacenews.com/china-launches-queqiao-2-relay-satellite-to-support-moon-missions/
Georgina Mace, modern ekoloji ve doğa korumanın iki temel fenomenini şekillendirdi. Bunlardan biri, nesli tükenme tehdidi altındaki türlerin küresel envanteri olarak nitelendirilebilecek Uluslararası Doğa Koruma Birliği (IUCN) Kırmızı Listesi. İkincisi ise Birleşmiş Milletler Milenyum Ekosistem Değerlendirmesi’ydi. Neslinin en keskin zekâlarından biri olarak tanınan Mace, biyolojik çeşitlilik kaybını analitik titizlik ve çok disiplinli yaklaşımlarla belgelemeye ve engellemeye çalışmıştı. 19 Eylül 2020'de, 67 yaşında hayatını kaybetti. Mace, kariyeri boyunca kanıta dayalı çevre koruma politikaları oluşturmak için çeşitli yöntemler geliştirmişti. Ondan önce, verilerden çok uzman görüşlerine dayandığı için Kırmızı Liste tarzı kriterlerin doğruluğuna dair güven daha azdı. Değerlendirmeleri standartlaştırmak için sağlam kriterler tasarladı. Onun sayesinde Kırmızı Liste, şu anda küresel biyolojik çeşitlilik eğilimlerini değerlendirmek için en çok kullanılan ve güvenilir kaynak olarak kabul edilecekti. 1953’te Londra’da doğan Mace, Liverpool Üniversitesi’nde zooloji eğitimi almıştı. Ardından, 1970’lerde, John Maynard Smith’in evrimsel ekolojinin matematiksel yaklaşımlarına öncülük ettiği İngiltere’deki Sussex Üniversitesi’nde doktora yapmıştı. 1983’te Londra Zooloji Derneği’nin araştırma kolu olan Zooloji Enstitüsü’ne katıldı ve 2000-2006 yılları arasında yönetici olarak kalacağı bu enstitüde 23 yılını geçirdi. Mace burada, popülasyonların genetik yönetimi üzerine çalıştı. Bulguları, Batı Afrika ova gorili (Gorilla gorilla gorilla), Arabistan oriksi (Oryx leucoryx) ve Prezewalski yaban atı (Equus przewalskii) da dahil olmak üzere birçok türün koruma statüsüne dair kritik bilgiler verdi. Bu süreçte, habitattaki popülasyonun yönetimi, yok olma riski ve koruma önceliklerini belirleme konularıyla giderek daha fazla ilgilenmeye başladı. IUCN Kırmızı Listesi’nin sistematik ve güvenilir hale gelişi Bu, 1991’de onu, ABD’li popülasyon biyoloğu Russell Lande ile birlikte, IUCN tehdit kategorilerini ve ilgili adaylık sürecini büyük ölçüde öznel olarak sorgulamaya yöneltti. Üç kategori önerdiler: Kritik, tehlike altında ve hassas. Bunları, bir türün beş yıl veya iki nesil gibi belirli bir süre içinde yok olma olasılığı olarak tanımladılar. Popülasyon-biyoloji teorisine dayanan standartlaştırılmış kriterler oluşturdular. Bunlar, örneğin toplam etkin popülasyon boyutunu, son beş yıldaki popülasyon eğilimini ve gözlemlenen veya öngörülen habitat kaybını içeriyordu. Mace daha sonra şu anda tehdit altında olmayan türler için de birtakım kategoriler önerdi. Bu çalışma, nihayetinde IUCN’nin şu anda kullandığı kategorileri tanımladı. Mace, 2006’da Imperial College London’da NERC Popülasyon Biyolojisi Merkezi’nin yöneticisi oldu. Orada biyolojik çeşitlilik hedeflerinin tanımlanması ve türlerin iklim değişikliğine karşı savunmasızlığını değerlendirmek üzerine çalıştı. Ayrıca biyoçeşitlilik ve ekosistem arasındaki bağlantıyı da inceledi; Bunlar, karbon tutma, ilaçlar veya atık ayrıştırma gibi insanların doğadan elde ettiği faydaları içeriyordu. Disiplinlerarası boşlukları doldurdu 2012’den itibaren University College London’ın Biyoçeşitlilik ve Çevre Araştırma Merkezi’nin kurucu direktörü olarak bir ekosistem veya bölgedeki doğal kaynakları hesaplama sürecine ilgi duydu. Doğal sermaye için bir risk sicili tanımlamak için ekonomi ve ekoloji teorisini harmanlaması, izleme ve veri toplama için etkili bir yaklaşım sağlamaya yardımcı oldu. Mace, öğrencilerinin düzenli olarak denetlediği, ağ kurduğu ve makaleler yayımladığı alt disiplinler olan genetik, popülasyon ekolojisi ve makroekoloji arasındaki boşlukları doldurdu. Ayrıca çevre bilimi, ekonomi ve sosyal bilimler gibi diğer disiplinlerle ilgilenen koruma uzmanlarının önemini de ortaya koydu. Kanıta dayalı politikalar için fikir birliği sağladı. Mace, 2001’de başlatılan ve hızla artan gıda, tatlı su, kereste, lif ve yakıta yönelik talebin biyolojik çeşitlilikte büyük ölçüde geri dönüşü olmayan bir kayıpla sonuçlandığını gösteren Milenyum Ekosistem Değerlendirmesi’nin biyoçeşitlilik çalışma kolunu koordine ediyordu. 2010’da BM Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi’nin biyolojik çeşitlilik hedefi için değerlendirmelerin geliştirilmesini destekledi ve son olarak Biyoçeşitlilik ve Ekosistem Hizmetleri Üzerine Hükümetlerarası Bilim-Politika Platformu’nun Küresel Değerlendirmesi için inceleme editörü olarak görev yaptı. Ulusal düzeyde ise Birleşik Krallık iklim ve çevre değerlendirmelerinde de benzer şekilde önemli roller üstlendi. Can tavanları kıran bir kadın Bir kadın olarak cam tavanları kıran Mace, Uluslararası Koruma Biyolojisi Derneği’nin Kuzey Amerika dışından ilk başkanı ve İngiliz Ekoloji Derneği’nin de ilk kadın başkanıydı. Pek çok ödülü ve şerefine Royal Society bursu var. Georgina bir rol modeldi: Dik duran ama adil, dayanışmacı, güvenilir, mütevazı ve yardıma açık; bilim camiasının ihtiyaç duyduğu türden eleştirel yönü olan bir arkadaştı. Çok sayıda ekoloğun kariyer gelişimini destekledi ve çok daha fazlasını etkiledi. Onlardan biri olan Imperial College London’dan doktora öğrencisi Nathalie Pettorelli, Nature’a, “Çalışmanızı fark etmediğini düşündüğünüzde bile sizi bir göreve aday gösterirdi; hararetli bir tartışmanın ortasında esprili bir açıklama yapardı” diye yazdı. Kendisi hakkında yaygara koparmayan biriydi; çok azı onun kanser olduğunu biliyordu. Ölmeden dokuz gün önce habitat dönüşümü ve biyolojik çeşitlilik kaybı üzerine bir makale yayımlamıştı. Pettorelli: “Ölümü bir boşluk bırakıyor, fena halde özlenecek.” Batuhan Sarıcan / batusarican@gmail.com Kaynak: https://www.nature.com/articles/d41586-020-02931-z
Sesin bir “hız sınırı” olduğu zaten biliniyordu. Şimdi fizikçiler, bu konuda net bir rakam vererek ses dalgalarının “normal şartlar altında” saniyede yaklaşık 36 kilometreden daha hızlı hareket edemeyeceğini öne sürüyor. Bununla birlikte sesin, farklı malzemelerde farklı hızlarda ilerlediği de biliniyor. Örneğin suda havadan daha hızlı hareket ediyor. Ancak gezegenimizdeki hiçbir doğal koşul, belirtilen nihai sınırı aşabilecek ses dalgalarına elverişli ortam yaratamıyor. Bu hesaplamayı yapan takımın mantığı, iyi bilinen fizik denklemler ile matematiksel ilişkilere dayanıyor. Hız sınırı denklemi, kozmosu yöneten temel sabit ve özel sayılardan kaynaklanıyor. Bu tip bir değer, mesela ışık hızı, evrenin nihai hız sınırını belirliyor ve hiçbir şey bundan daha hızlı gidemiyor. İnce yapı sabiti olarak bilinen bir diğeri ise elektrik yüklü parçacıkların birbirini itip çektiği kuvveti belirliyor. Başka bir sabitle (proton ve elektron kütlelerinin oranı) birleştirildiğinde ise bu sayılar sesin hız sınırını veriyor. Atom veya moleküllerin titreşimlerinden oluşan ses dalgaları, bir parçacık diğerini sarsarken bir malzemenin içinden geçiyor. Dalganın hızı ise malzemeyi bir arada tutan kimyasal bağların türleri ve atomlarının ne kadar büyük olduğu gibi çeşitli faktörlere bağlı. Queen Mary University of London’dan yoğun madde fizikçisi Kostya Trachenko ve meslektaşları, çeşitli sıvı ve katılarda önceden ölçülen ses hızlarının hiçbirinin, önerilen sınırı aşamadığını buldu. Elmasta ölçülen en yüksek hız bile, teorik maksimumun yalnızca yaklaşık yarısı kadardı. Söz konusu sınır, yalnızca Dünya’daki basınçlardaki katı ve sıvılar için geçerli. Dünya atmosferinin milyonlarca katı bir basınç altında, ses dalgaları daha hızlı hareket edip bu sınırı aşabilir. Bir başka deyişle, yüksek ses hızına sahip olması beklenen bir malzeme, ancak bu kadar yüksek basınçlarda bulunabilir: mesela katı metale dönüşecek kadar sert sıkıştırılmış hidrojen. Bu metal hiçbir zaman tam olarak yaratılamadı, bu nedenle araştırmacılar bir ölçüm yapmak yerine beklenen hızı hesapladı. Bu hesaplamalar, Dünya’daki atmosfer basıncının yaklaşık 6 milyon katının üzerinde, ses hızı sınırının aşılacağını gösteriyor. Temel sabitlerin, sesin maksimum hızındaki rolü, dalgaların malzemeler arasında nasıl hareket ettiğinden kaynaklanıyor. Ses, ince yapı sabitinin devreye girdiği komşu atom elektronlarının elektromanyetik etkileşimleri sayesinde hareket ediyor. Ve proton-elektron kütle oranı önemli çünkü elektronlar etkileşime girse de sonuçta atomların çekirdekleri hareket ediyor. Bununla beraber ince yapı sabiti ve proton-elektron kütle oranı boyutsuz sabitler olarak biliniyor, yani bunlara bağlı birim yok. Bu nedenle de değerleri belirli bir birim sistemine bağlı değil. Bu tür boyutsuz sabitler fizikçileri büyülüyor. Çünkü değerler, bildiğimiz haliyle evrenin varlığı için çok önemli. Örneğin, ince yapı sabiti önemli ölçüde değiştirilmiş olsaydı yıldızlar, gezegenler ve yaşam oluşamayacaktı. Ancak bunların, sahip oldukları bu değerlere niçin sahip olduğunu da kimse açıklayamıyor. Trachenko, “Uykusuz gecelerimde bazen bunu düşünüyorum,” diyor. O ve meslektaşları bu bulmacayı, kozmik alemden ses hızı gibi daha spesifik kavramlara doğru genişletiyor. Trachenko ve Rusya’nın Troitsk kentindeki Yüksek Basınç Fiziği Enstitüsü’nden Vadim Veniaminovich Brazhkin, 24 Nisan tarihli Science Advances’te sıvılar için minimum olası viskoziteye dair bir bulgu yayımladı. Bu viskozite sınırı, kuantum mekaniğinin kalbindeki bir sayı olan Planck sabitine, yani çok küçük ölçeklerdeki fiziği yöneten matematiğe bağlı. Trachenko, “Eğer Planck sabiti 100 kat daha büyük olsaydı su bal gibi olurdu ve bu muhtemelen hayatın sonu olurdu,” diyor. “Çünkü hücrelerdeki süreçler o kadar verimli işleyemezdi.” Sıcaklığı sesle ölçen termometre Sıcak nesneler sadece parlamakla kalmaz, aynı zamanda yumuşak bir şekilde mırıldanır. Bu uğultu, sıcak nesneyi oluşturan parçacıkların hızlı titreşimleriyle üretilir. Pittsburgh Üniversitesi’nden Tom Purdy, insan kulakları bu sesi duyacak kadar keskin olsaydı, “Radyo paraziti gibi sesler duyardık. Çünkü bir nesne ne kadar ısınırsa, sesi de o kadar artar.” diye belirtiyor. Purdy, Maryland Üniversitesi’nden Robinjeet Singh’le birlikte, yakındaki nesnelerden yayılan ısı kaynaklı sesin yoğunluğunu algılayan bir akustik termometre yarattı. Cihazın kalbi, bir milimetrekarelik silikon nitrür levhasından oluşuyor. Bu tabaka, ses dalgalarını havadan daha iyi ileten bir silikon çipin ortasında, kesilmiş bir pencerenin içinde asılıydı. Deneyler sırasında fizikçiler, silikon nitrür tabakasının etrafındaki çipin yüzeyine epoksi malzeme damlacıkları bıraktılar. Her epoksi damlası, bir lazerle ısıtıldığında yongadan tabakaya doğru dalgalanan ses dalgaları yayarak tabakanın titremesine neden oldu. Epoksi bloğu ne kadar sıcaksa ses dalgaları da o kadar güçlü ve silikon nitrürün titreşimleri de bir o kadar yoğun oluyordu. Bir lazer ışınının levhadan sıçraması ve ışının yansıma açısının ölçülmesi, araştırmacıların tabakanın hareketini ve dolayısıyla epoksiler üzerinden sıcaklıkları izlemesini sağladı. Singh ve Purdy, bulguyu 18 Eylül Physical Review Letters’da yayımladı. Purdy, bu yeni termometrenin bir gün çok düşük sıcaklıklarda çalışması gereken kuantum hesaplama cihazlarında kullanılabileceğini düşünüyor. 1. yazı kaynak: https://www.sciencenews.org/article/sound-new-speed-limit-physics-fundamental-constants-earth 2. yazı kaynak: https://www.sciencenews.org/article/new-thermometer-measures-temperature-with-sound Batuhan Sarıcan / batusarican@gmail.com
Şimdiye kadar yalnızca 7 adet kahverengi-beyaz panda belgelendi; bunların tümü Çin'in Shaanxi eyaletindeki bir dağ sırası olan Qinling'den geliyor. Alışılmadık renkleri , pigmentasyonla ilgili bir gen olan Bace2'deki kısa eksik DNA dizisinden kaynaklanıyor gibi görünüyor. Evrimsel genetikçi Shi Peng, "Bu makalenin çığır açan özelliği, bir genin veya genetik parçanın eksikliğinin aynı zamanda renk değişikliğine de yol açabileceğinin bulunmasıdır" diyor. "Genetik açıdan bakıldığında bu yepyeni bir keşif." Kaynak: https://www.nature.com/articles/d41586-024-00614-7
Dünya yüzeyinin %70’i okyanuslardan oluşuyor, ancak ilk suyun tam olarak nereden geldiğine dair pek bir şey bilmiyoruz. Columbia Üniversitesi’nden astrobiyolog Caleb A. Scharf, bu gizemi aydınlatabilecek yeni bir bulguyu Scientific American’a yazdı. Dünya’da kurak bir yer bulabilmek için bir hayli yol tepmeniz gerekiyor. Kaldı ki Güney Amerika’daki Atacama Platosu gibi bu tip kuru çöller bile ortalama olarak en az birkaç milimetre yıllık yağış alıyor. Yine de ortalamanın ne olduğunu henüz bilmediğimiz yerler var, çünkü oralara yıllardır yağmur yağmıyor. Şunu da bilmek gerekiyor ki eğer kullanışlı bir kütle spektrometresini bu tip çöllerde bir gezintiye çıkarırsanız, en azından birkaç atmosferik su molekülünü tespit etme olasılığınız var. Nereye giderseniz gidin su var. Başka yerlere giderseniz de Dünya’nın su dolu bir gezegen olmadığını hayal etmek oldukça zorlaşıyor. Şu bildiğiniz hikâye: Dünya yüzeyinin %70’inden fazlası okyanuslarla kaplı ve yüzey suyunun kabaca %97’si bu okyanuslarda ve geriye kalanı ise tatlı su. Dahası gezegen üzerinde ortalama olarak yılda yaklaşık 100 santimetrelik yağış gerçekleşiyor, ancak bu, yaklaşık 5,1x1018 santimetrekarelik bir toplam yüzey alanına karşılık geliyor. Başka bir deyişle, Dünya’da her yıl yaklaşık 510 trilyon metrik ton suyun buharlaştığını ve ardından yeniden çöktüğünü hesaplayabiliyoruz. Fakat asıl mesele şu, tüm bu suyun ilk başta nereden geldiğini gerçekten bilmiyoruz. Uzun bir süredir, Dünya gibi kayalık bir gezegenin oluşumuna ilişkin kanımız, yaklaşık 4,5 milyar yıl önce iç Güneş Sistemi'ndeki nispeten kuru maddeden şiddetli, sıcak bir geçişi içeriyordu. Su, kuyrukluyıldızların donmuş dış Güneş Sistemi veya kayalık ama yine de uçucu yönden zengin meteoritik “infall” yoluyla sonradan ortaya çıkmış da olabilirdi. Ancak bu seçeneklerin, çeşitli nedenlerle tamamen haklı çıkarılmasının zor olduğu kanıtlandı. Örneğin kuyruklu yıldızlar, çoğu zaman (ancak her zaman değil) Dünya’daki suyla gördüklerimizle eşleşmeyen ve olası katkılarını sınırlayan döteryum konsantrasyonuna sahiptir. Benzer şekilde, su zengini kayalık göktaşı malzemesi - sözde karbonlu kondritler - de buradaki suyla izotopik farklılıklara sahip. Aynı zamanda, Dünya’nın tamamını inşa etmek için temsili malzeme türü, enstatit kondrit denilen şeye çok benziyor gibi görünüyor. Enstatit kondrit parçaları halen Güneş Sistemi'nin içinde ve zaman zaman göktaşları olarak da düşüyor ama Dünya’nın su kaynağına dahil olamayacak kadar kuru oldukları düşünülüyordu. Ancak bu kanı değişecek gibi. Piani ve meslektaşları tarafından Science’da yayımlanan son çalışmada, 13 enstatit kondrit göktaşı örneğinin bileşim analizi, beklenenden çok daha yüksek bir hidrojen içeriğini ortaya koyuyor. Araştırmacılar, bu bulgulardan yola çıkarak Dünya’yı oluşturan ilk gezegensel malzeme türünün, okyanuslarımızdaki mevcut su kütlesinin en az üç katı toplam başlangıç su içeriğiyle sonuçlanabileceğini iddia ediyor. Aynı malzeme, genç gezegenimize atmosferik nitrojenin başlangıç karışımını da sağlayabilirdi. Bu olasılık, görece basitliği açısından son derece çekici: Sulu gezegenimiz, en başından beri kuyruklu yıldızlardan ve diğer dış Güneş Sistemi materyallerinden gelen küçük bir çiseleme dışında karmaşık bir evrime ihtiyaç duymadan, basit bir etkileşimle bu şekilde yaratılmış olabilirdi. Bu fikir daha fazla bilimsel incelemeye dayansın ya da dayanmasın, sabah içtiğimiz bir bardak su veya aldığımız duş gibi hayatımızın parçası haline gelen en basit şeylerin bile aslında bildiğimiz her şeyin en derin kökenlerine açılan pencereler olduğuna dair güzel bir hatırlatma. Batuhan Sarıcan / batusarican@gmail.com Kaynak: https://www.scientificamerican.com/article/the-enduring-mystery-of-earths-water/
Moğolistan'daki Gobi Çölü'nde dişsiz bir dinozor türü keşfedildi. Uluslararası bir araştırma ekibinin yürüttüğü çalışmada bulunan türe Oksoko avarsan adı verildi. Birden çok iskeleti ortaya çıkarılan Oksoko avarsan'ın ellerinde iki parmağı bulunuyor. Yaklaşık yüz milyon yıl önce yaşamış, tüylerle kaplı bu dinozorun büyük bir gagaya sahip olduğu belirtiliyor. Bütün halde iskeletleri ortaya çıkarılan dinozor iki metre boyu ve papağanlara benzerliğiyle dikkat çekiyor. Araştırmacılar, bu keşfin, hayvanların evrim yoluyla el ve ayak parmaklarını nasıl kaybettiğini açıklamaya yardımcı olabileceğini ifade ediyor. Yakın akrabaları üç parmağa sahipken Oksoko avarsan'ın iki parmağının bulunduğu belirten araştırmacılar, bunun Geç Kretase Dönemi'nde yayılmalarına imkan vermiş bir adaptasyon olabileceğini düşünüyor. Oviraptor olarak bilinen üç parmaklı dinozor familyasında parmak kaybına dair ilk kanıtı sunan bu keşfin, dinozorların uzuvlarındaki adaptasyonla beslenme düzenlerini ve yaşam tarzlarını değiştirebileceklerini ve potansiyel olarak çeşitlenip çoğalabileceklerine işaret ettiği belirtiliyor. Fosil bulgular bu dinozorun sosyal bir tür olduğu yönünde. Dört genç Oksoko avarsan iskeletinin bir arada keşfedildiğine dikkat çeken araştırmacılar, bunun gençlerin gruplar halinde dolaştığını gösterdiği ifade ediyor. Kaynak: https://www.bbc.com/news/uk-scotland-edinburgh-east-fife-54448253
Avustralya anakarasının ormanları 3.000 yıl aradan sonra tekrar Tazmanya canavarlarına ev sahipliği yapmaya başladı. Yok olma riskiyle karşı karşıya olan bu küçük canavarların 26'sı koruma altındaki bir bölgede doğaya bırakıldı. Görece küçük bir keseli hayvan türü olan Tazmanya canavarları, boylarından çok büyük leşleri dakikalar içinde ortadan kaldıran vahşilikleri ve güçlü çeneleriyle ünlü. Bu şöhretlerine rağmen insanlar veya tarımsal faaliyetler için tehdit oluşturmuyorlar. Avustralya'nın Tazmanya adasında kalan son vahşi popülasyonun nüfusu, 1990'larda bu türde ortaya çıkan bulaşıcı ve ölümcül bir ağız kanseri nedeniyle 25.000'lere kadar düştü. Türün Avustralya anakarasında neden yok olduğu tam olarak bilinmiyor ancak insan eylemlerinden kaynaklandığı, kıtaya gelen ilk avcılar megafaunanın önemli bir kısmını yok ettiğinde bu canavarlar için yiyecek hiçbir şeyi kalmadığı tahmin ediliyor. Leş yiyiciler olarak Tazmanya canavarları, ekosistemin dengesinin korunmasında çok önemli bir rol oynadıkları belirtiliyor. Bu nedenden dolayı onları anakaradaki doğal yaşama geri getirmek için on yıldan uzun bir süredir yoğun çaba sarf ediliyor. Anakaraya geri dönüş projesinde ilk aşamada Mart ayında 15 Tazmanya canavarı doğaya bırakıldı. Elektronik tasmalarda takip edilen canavarların uyum sürecini kolaylaştırmak amacıyla yaşam alanlarına kanguru leşleri bırakıldı. Eylül ayına gelindiğinde herhangi bir uyum sorunu görülmemesi üzerine 11 Tazmanya canavarı daha gruba katıldı. Şeytanların Avustralya'ya geri dönüşünün diğer türler için olumsuz sonuçlara yol açıp açmayacağı sorusu da var. 2012'de Tazmanya açıklarındaki Maria Adası'nda doğaya bırakılan Tazmanya canavarları, birkaç yelkovan kuşu kolonisinin yok olmasına neden olmuştu. Bu riskten dolayı, Tazmanya canavarları etrafı çevrili bir doğal koruma alanına bırakıldıkları ve bölgedeki tüm ekosistemin izlendiği belirtiliyor. Kaynak: https://www.nationalgeographic.com/animals/2020/10/tasmanian-devils-return-to-mainland-australia/
Hayvanlar aleminde sayma becerisinin daha fazla yemek kapma ya da topluluk içinde kendine güvenlik yer edinmeye yardımcı olduğu biliniyor. Palyaço balıkları ise kimlik belirlemek amacıyla sayı sayıyor olabilir. “Kayıp Balık Nemo” adlı Pixar filminin dışında, palyaço balıkları belki de en çok turuncu gövdeleri üzerindeki parlak beyaz çizgileriyle bilinirler. Üstelik, bu beyaz çizgilerle ilgilenenler görünürde yalnızca bizler değiliz. Yeni bir araştırmada, palyaço balıklarının kendileriyle aynı sayıda beyaz çizgileri olan başka palyaço balıklarını gördüklerinde basit bir sayma işlemiyle türdeşlerini tanıyabildiklerine tanık olundu. Londra University College bilişsel sinirbilim uzmanlarından Brian Butterworth, bugüne dek hayvanlar aleminde sayma becerilerinin daha büyük öğünler kapmaya ya da büyük topluluklar içinde güvenli bir yer edinmeye yardımcı olduğunun bilindiğine, ancak palyaço balıklarının sayıların kimlik belirleme gibi başka bir “değerinin” farkına varmış olabileceklerine dikkat çekiyor. Journal of Experimental Psychology dergisinde yayımlanan bu yeni araştırma palyaço balıklarının başka balıklardaki üçe dek çizgileri sayabildiklerine ve bunu yaparak yuvalarını ve toplumsal düzenlerini en çok tehlikeye düşürebilecek balıkları belirleyebildiklerine işaret ediyor. En saldırgan canlı türlerinden Sevimli görünümlerine karşın, palyaço balıkları saldırganlıklarıyla kötü bir üne sahip. Bu balıklar üzerlerinde barındıkları dokunaçlı denizşakayıklarının ya da anemonların kendi türlerinin bir üyesi tarafından ele geçirildiğini fark ettiklerinde bu davetsiz konuklara saldırırlar ve onları ısırıp, kovalarlar. Illinois Urbana-Champaign Üniversitesi deniz canlıları sinirbilimcilerinden Justin Rhodes, bu saldırıların başka balıklarla sınırlı olmadığını dile getirerek, “Palyaço balıkları tam anlamıyla gezegenimiz üzerindeki en saldırgan canlılar arasında yer alırlar. Gelgelelim, topluluğun ast-üst sistemini tehlikeye düşüren yeni gelen kendi türlerinden bireylerdir. Bu balıklar dışarıdan kimsenin gelip yerlerini kapmasını istemezler” diyor. Palyaço balıklarının 28 farklı türü olduğuna göre, yaşadıkları yeri olağanüstü bir biçimde koruyan bu canlılar kimlerin dost, kimlerin düşman olduğunu nasıl ayırt ederler? Gövdelerindeki çizgiler… Okinawa Bilim ve Teknoloji Enstitüsü deniz ekolojisi uzmanlarından Kina Hayashi, uzun süredir bunun palyaço balıklarının gövdelerindeki çizgilerle bir bağlantısı olup olmadığını merak ediyordu. Palyaço balıklarının üzerlerindeki çizgilerin sayısı türlerine göre sıfır ile üç arasında değişir ve çizgiler ya göbekten omurgaya, ya da burundan kuyruğa doğru uzanırlar. Daha önceki araştırmalar balıkların bu çizgilere yoğun bir ilgi duyduklarına işaret ediyordu. 2022 tarihli bir araştırmada, Hayashi palyaço balıklarının kendileriyle aynı sayıda çizgiye sahip olan ve aynı yönde yol alan yapay balıklarla çok daha uzun süre ilgilendiklerine ve onları ısırdıklarına tanık oldu. Bunun üzerine balıkların gerçekte bu çizgileri sayıp sayamadıklarını merak eden Hayashi ve arkadaşları bir havuza laboratuvarda yetiştirdikleri-gövdeleri turuncu olup üzerlerinde 3 çizgi bulunan- daha önce başka palyaço balıklarıyla hiç karşılaşmamış Amphirion ocellaris türü 50 genç sıradan palyaço balığını farklı akvaryumlara yerleştirdiler. Ardından havuza bir başka sıradan palyaço balığı türüyle laboratuvarda yetiştirilmiş üç farklı türü teker teker havuza eklediler. Balıkların tümü koku geçirmeyen saydam bir kutuda korumaya alınmışlardı. Türler arası davetsiz konukların gövdeleri turuncu ve siyahın farklı tonlarındaydı ve üzerlerinde sayıları bir ile üç arasında değişen çizgiler vardı. Ancak aralarından bir tanesinin üzerinde kokarca benzeri tek bir çizgi vardı. “Yerli” balıklar davetsiz konukların peşine takılıp onları ısıramıyorlardı, ama onları yine de sıkıştırıp alt edebiliyorlardı. Nitekim, yeni gelenler aynı sayıda çizgiye sahip olduklarında tam da böyle bir durum yaşandı. Hayashi ve arkadaşları daha sonra 150 başka sıradan palyaço balığını gruplara ayırarak 3 farklı akvaryuma yerleştirdiler. Bir haftalık tanışma süresinin ardından, palyaço balığı toplulukları-turuncu tek renkli ya da üzerleri siyah bordürlü tek, iki, ya da üç dikey beyaz çizgiyle boyanmış- dördüncü bir “yem” balıkla tanıştırıldılar. Araştırmacılar bir olta yardımıyla her bir yapay balığı sarkıttılar. Hayashi, çizgilerin varlığının açıkça bir fark yarattığına, palyaço balıklarının çizgisiz olanlara kıyasla 10 kat daha sıklıkla üç çizgili yemlerin peşine saldırgan bir biçimde takıldıklarına ve çizgi sayısının bu davranışlarında son derece etkili olduğuna dikkat çekiyor. Elde edilen bulgular palyaço balıklarının yalnızca sayı saymakla kalmayıp, aynı zamanda bu becerilerinden yuvalarını kendi türlerinden başka bireylerden korumak amacıyla da yararlandıklarını ortaya koyuyor. Rhodes, bu çalışmanın palyaço balıklarının kendi türlerini nasıl ayırt ettikleri konusuna ciddi bir açıklık getirdiğini belirtse de, balıkların bunu gerçekte sayarak mı yoksa davetsiz konukların üzerinde daha yoğun bir beyazlık olduğunu fark ederek mi yaptıkları konusunun yine de sorgulanması gerektiğini düşünüyor. Ancak Hayashi daha önceki çalışmalarda palyaço balıklarının yalnızca beyaza hiç tepki vermediklerini, bu yüzden salt beyazlıktaki yoğunluğu fark etmelerinin söz konusu olamayacağını belirtiyor. Butterworth de palyaço balıklarının hesaplama yeteneğinin, söz gelimi, çizgiler yerine karelerle yapılacak başka deneylerle çok daha ayrıntılı bir biçimde saptanabileceğine dikkat çekiyor. Hayashi, palyaço balıklarının gerçekten sayabildiklerini kanıtlayabilirse, bir sonraki aşamada bu yeteneğin doğuştan mı geldiğini yoksa sonradan mı edinildiğini araştırmayı tasarlıyor. Rita Urgan Kaynak: https://www.science.org/content/article/counting-nemo-clownfish-may-be-capable-simple-math
Türkiye'nin ilk astronotu Alper Gezeravcı, 18 Ocak'ı 19 Ocak'a bağlayan gece Axiom 3 görevi kapsamında Uluslararası Uzay İstasyonu'na doğru yolculuğa çıktı. Axiom 3, 00.49'da fırlatıldı. SpaceX, 36 saat sürecek yolculuğa başlayan ekibin ilk duygu ve düşüncelerini X hesabından canlı olarak yayımladı. Gezeravcı, "İlk Türk'ün uzaya adım attığı şu anda yüce Ata'mızın sözüyle bu anı başlatmak istiyorum: İstikbal göklerdedir" dedi. "Uzun zamandır bunun hayalini kuruyordum. Bu harika bir duygu. Başından itibaren şu ana kadar her şey çok iyiydi" şeklinde konuştu. Soldan sağa: Avrupa Uzay Ajansı adına katılan İsveçli Marcus Wandt, İtalyan Hava Kuvvetlerinden pilot Walter Villadei, ABD ve İspanya'yı temsilen misyon lideri Michael Lopez-Alegria ve Alper Gezeravcı. Alper Gezeravcı uzayda 13 deney gerçekleştirecek. Bu deneyler mikro yer çekimi ve uzay ortamında insan genetiği, insan sağlığı, biyoloji gibi alanlarda yapılacak. Alper Gezeravcı kimdir? Gezeravcı, 2 Aralık 1979 tarihinde Mersin'de dünyaya geldi. Hava Harp Okulu'ndan elektronik mühendisi olarak mezun olan Alper Gezeravcı, daha sonrasında ABD Hava Kuvvetleri Teknoloji Enstitüsü'nde harekat araştırması bölümünde yüksek lisans yaptı. F-16 pilotu olan Alper Gezeravcı, 21 yıl boyunca Hava Kuvvetleri'nde önemli görevlere ve başarılara imza attı. Gezeravcı, son olarak Standardizasyon Filosu Akademik Kanat Komutanı olarak Adana'daki 10'uncu Üs Komuta Birimi'ne atandı. Filonun standardizasyonu ve değerlendirilmesi, tüm eğitim dokümanlarının Hava Kuvvetleri standartlarına göre düzenlenmesi, tüm F-16 ve KC-135R pilotlarının kontrol sürüşleri öncesinde sınavlarının yapılması ve filo dokümantasyon standartlarının denetlenmesinden sorumluydu. Bir spor tutkunu olan Gezeravcı, tüplü dalış, yelkencilik, kampçılık ve rafting yapmaktan keyif alıyor ve dağ yürüyüşü ve binicilik konusunda geniş deneyime sahip. Gezeravcı, birçok hayatta kalma eğitimi kursuna ve askeri konuşlandırmaya katıldı.
Yunusların, papağanların, maymunların ve katil balinaların insanları taklit ettikleri bugüne kadar görülmüş fenomenlerdi. Peki ya kediler? Ebisu, dünyanın ilk gerçek “taklitçi” kedisi olabilir. Araştırmacılar, Japon kedinin kontrollü bilimsel koşullar altında sahibinin eylemlerini taklit edebileceğini gösterdi. Bu yetenek, bugüne kadar yalnızca bir avuç canlıda görülmüştü ve bulgular, taklidin memeli evriminde nispeten erken evrede ortaya çıktığını gösteriyor olabilir. Unity College’dan kedi biliş araştırmacısı ve hayvan davranışları uzmanı Kristyn Vitale, “Bu gerçekten heyecan verici,” dedi ve ekledi, “İnsanlar kedileri yalnız ve antisosyal olarak görüyor. Ancak bu çalışma, bizi gözlemledikleri ve bizden öğrendikleri fikrini pekiştiriyor.” Bulgu, bir tesadüf sonucu ortaya çıktı. Eötvös Loránd Üniversitesi’nden etolog Claudia Fugazza, “Yaptığım gibi yap” eğitimini kullanarak yaklaşık 10 yıldır köpek bilişi üzerine çalışmıştı. Bu yöntemde, bir araştırmacı önce bir köpeği (veya başka bir hayvanı) önceden bildiği bir davranışı kopyalamak amacıyla eğitir. Örneğin yuvarlanmak gibi bir davranışı göstermek için “Yaptığım gibi yap” metodu uygulanır. Ardından “Yap!” kısmında canlı, başarısı için ödüllendirilir. Hayvan zamanla, “Yap!” komutunu “beni taklit et” olarak algılamaya başlar. Bu yaklaşım, hayvanların gerçekten taklit edip edemeyeceğini test etmek için kullanılabilir. Aynı zamanda bir köpek eğitmeni olan Fugazza, meslektaşı Fumi Higaki ile birlikte çalışırken Higaki, ona kedilerinden birini, “Yaptığım gibi yap” ile eğittiğini söyledi. 11 yaşındaki dişi kedi Ebisu, Higaki’nin evcil hayvan dükkanında yaşıyordu ve bu, yemek motivasyonuyla eğitilmesini kolaylaştırmıştı. Higaki, “Köpek eğitimi derslerime sık sık ama gizlice girdi çünkü oradaki insanların güzel ikramları olduğunu biliyordu” diye ifade etti. Fugazza, diğer türlerde taklit çalışmaları yapmayı bir süredir istiyordu ve burada, ilginç bir şekilde, gerekli eğitimi alan bir kedi olmuştu. Ancak dükkâna gelen yabancılar, Ebisu’yu korkutuyordu. Bu yüzden Higaki, deneyleri akşamları gerçekleştirirken Fugazza da odanın diğer ucundan bu süreci denetledi. Taklit yetisi sayesinde çekmece açabiliyor Higaki, Ebisu’nun plastik bir çekmece açmak ve lastik bir ipi ısırmak gibi tanıdık eylemleri kopyalayabildiğini gösterdi. Sonra kediden yeni bir davranışı taklit etmesini istedi. Higaki, bir karton kutunun yanındaki tezgâhta oturan Ebisu’nun önünde dururken sağ elini kaldırıp kutuya dokundu. Diğer zamanlarda eğildi ve yüzünü kutuya doğru ovuşturdu. Takip eden 16 denemede Ebisu, Higaki’nin hareketlerinin %81’inden fazlasını doğru bir şekilde kopyalamıştı. Bulguyu Animal Cognition’da yayımlayan ekip, kedinin, Higaki’nin vücut kısımlarını kendi anatomisiyle “eşleyebildiğini” gösterdiğini bildirdi. Fugazza, şimdiye kadar sadece yunusların, papağanların, maymunların ve katil balinaların insanları taklit edebildiğini söyledi. Aynı yeteneğe sahip kedilerin, hayvanlar aleminde yaygın olabileceğini ve hayvan evriminin erken evrelerinde evrimleştiğini öne sürdü. Ve çalışma tek bir kedi üzerinde yapılmış olsa da Fugazza, çoğu kedinin insanları taklit edebileceğini düşünüyor, “Ebisu’nun bir dahi olduğunu sanmıyorum.” Karşıt görüş Ancak Tübingen Üniversitesi’nden köpek ve primatlarda biliş üzerine çalışan etolog Claudio Tennie’ye göre bu bulgu çok da etkileyici değil. Zira tek bir bulgudan, kedilerin insanları taklit etme konusunda doğuştan gelen bir yeteneğe sahip olup olmadığını veya yoğun “Yaptığım gibi yap” eğitiminin onlara bu beceriyi verip vermediğini anlamanın imkânsız olduğunu söyledi: “Bir ayıyı motosiklet sürmesi için eğitebiliriz ama bu, ayıların motosiklet sürdüğü anlamına gelmez.” Tennie, her iki taklidin de bir kedinin yapabileceği doğal eylemler olduğunu belirtti: “Ebisu, sahibinin kokusunu maskelemek için yüzünü kutuya sürmüş olabilir. Gerçek bir taklit gördüğümüze ikna olmadım.” Vitale ise daha iyimser. Birkaç yıl önce, kedilerinden biri olan Bo, Vitale’in bir çağrı ziline basmasını taklit ediyordu. “Umarım diğer insanlar da buna benzer çalışmaları artırır, böylece taklidin kedilerde ne kadar yaygın olduğunu bilebiliriz” diye belirtti. Maalesef bu tip çalışmalarda Ebisu artık yer alamayacak. Geçen yıl böbrek hastalığı geliştirdi ve geçtiğimiz haziran ayında yaşamını yitirdi. Yine de Eötvös Loránd’ın bilişsel etologlarından, çalışmanın ortak yazarı Adam Miklosi, insanın “en titiz arkadaşı” hakkında daha fazla çalışmanın da eli kulağında olduğunu söyledi. Ebisu ile yapılan araştırmanın, kedilerde incelenmesi zor olan biliş deneylerin yeni yollarını ortaya çıkardığını vurguladı: “Ebisu’dan çok şey öğrenebiliriz.” Batuhan Sarıcan / batusarican@gmail.com Kaynak: https://www.sciencemag.org/news/2020/09/kitty-see-kitty-do-cat-imitates-human-first-scientific-demonstration-behavior
Sadece Venüs değil 4 farklı gezegen/uyduda da “yaşam ihtimali” var. Dünya dışında bir yaşam var mı yok mu? Güneş sisteminde başka bir yaşama dair en umut verici dört gezegen veya uyduyla birlikte Venüs’teki son fosfin keşfine mercek tutuyoruz. Astronomi meraklıları için geçtiğimiz günlerde heyecan verici bir gelişme yaşandı: Venüs’teki fosfin keşfinden bahsediyoruz. Bu keşif, uzayda yaşam olup olmadığı sorusuna kesin olarak karşı çıkanlara, bilimin hınzır bir gülümsemesi anlamına geliyor. Her ne olursa olsun bilim insanlarının, hiçbir şeyi ne kesin olarak kabul ne de baştan reddetmesinin doğru yaklaşımlar olmadığını akıldan çıkarmamak gerekiyor. “Uzayda yaşam ihtimali” konusu da bunlardan biri. Evet, bildiğimiz kadarıyla ikiden fazla kolları bacakları veya birkaç gözlü uzaylılarla hiç karşılaşmadık. Peki ya başka dünyalardaki yaşam formları, bildiğimizden farklı, belki gözle göremeyeceğimiz özelliklere sahipse? Veyahut “uzayda yaşam” derken belki de daha küçük organizmalardan bahsediyorsak? Dünya’dan yola çıkalım: Dünya’nın biyosferi, bildiğimiz anlamda yaşam için gerekli tüm bilinen bileşenleri içeriyor; likit su, en az bir enerji kaynağı ve biyolojik olarak yararlı element ve moleküller… İşte Venüs’ün “bulutlarındaki” fosfin keşfi de bize bu bileşenlerin en azından bazılarının Güneş sisteminin başka yerlerinde de var olabileceğini hatırlatıyor. Venüs’le ilgili ayrıntılara, yazının ikinci bölümünde değineceğiz, oraya gelmeden önce dünya dışı yaşam için en umut verici noktalara göz atalım. Yolculuğa hazır mısınız? Görsel: Bilim insanlarının bugüne kadar elde ettiği bilgilere göre yaşam ihtimalinin en olası olduğu dört gezegen veya uydu: Mars (sol üstte), Jüpiter’in uydusu Europa (sağ üstte), Satürn’ün uydusu Enceladus (sol altta) ve Satürn’ün en büyük uydusu Titan (sağ altta). (Not: Görselde boyutlar dikkate alınmamıştır.) Mars Güneş sisteminde gezegenimize en çok benzetilen dünyalardan birinde, namı diğer Kızıl Gezegen’deyiz. İlk aday Mars. Zira 24,5 saatlik bir günü, mevsimlerle genişleyen ve daralan kutup buzulları ve gezegenin tarihi boyunca “su” tarafından şekillendirilmiş çok çeşitli yüzey özelliklerine sahip. Güney kutup buzulunun altında bir gölün ve Mars atmosferinde, mevsime ve hatta günün saatine göre değişen metanın tespiti, Mars’ı yaşam için çok ilginç bir aday haline getiriyor. Metan önemli, çünkü biyolojik işlemler yoluyla üretilebiliyor. Ancak Mars’taki metanın gerçek kaynağı henüz bilinmiyor. Gezegenin bir zamanlar yaşama elverişli olabilecek bir çevreye sahip olduğuna dair kanıtlar göz önüne alındığında burada geçmiş bir yaşam formunun veya formlarının yaşamış olması mümkün. Bugün Mars, neredeyse tamamen karbondioksitten oluşan çok ince ve kuru bir atmosfere sahip ki bu, Güneş ve kozmik radyasyona karşı yetersiz koruma sağlıyor. Ancak şunu da akıldan çıkarmamak gerekiyor ki Mars, yüzeyinin altında bazı su rezervlerini tutmayı başardıysa yaşamın halen var olması imkânsız değil. Europa Europa, Jüpiter’in diğer üç büyük uydusuyla birlikte 1610’da Galileo Galilei tarafından keşfedildi. Boyut olarak Dünya’nın uydusu Ay’dan biraz daha küçük ve gaz devi gezegenini 3,5 günde bir 670.000 km’lik yörüngeyi dolaşarak izliyor. Europa, Jüpiter’in ve diğer Galilean uydularının birbiriyle “yarışan” yerçekimi alanları tarafından sürekli olarak sıkışıp geriliyor, bu süreç “gelgit esnemesi” olarak biliniyor. Europa’nın, Dünya gibi jeolojik olarak aktif bir “dünya” olduğuna inanılıyor, çünkü güçlü gel-git esnemesi, kayalık ve metalik iç kısmını ısıtıyor ve onu kısmen erimiş halde tutuyor. Europa’nın yüzeyi ise geniş bir su buzu alanı. Pek çok bilim insanı, donmuş yüzeyin altında, ısının esneyerek donmasının engellendiği ve belki de 100 km’den fazla derinlikte bir sıvı su tabakası -küresel bir okyanus- olduğunu düşünüyor. Bu okyanusun kanıtı, yüzey buzundaki çatlaklardan patlayan gayzerleri, zayıf bir manyetik alanı ve altta dönen okyanus akıntıları nedeniyle deforme olmuş olabilecek yüzeydeki kaotik araziyi içeriyor. Bu buzlu kalkan, yüzey altı okyanusu, Jüpiter’in acımasız radyasyon kuşaklarının yanı sıra aşırı soğuk ve uzay boşluğundan koruyor. Bu okyanus dünyasının dibinde hidrotermal menfezler ve okyanus tabanı volkanları bulunuyor olabilir. Dünya’da bu tür özellikler genellikle çok zengin ve çeşitli ekosistemleri destekliyor. Enceladus Tıpkı Europa gibi yüzey altı sıvı su okyanusuna sahip buzla kaplı bir uydu olarak bilinen Enceladus, Satürn’ün yörüngesinde dolaşıyor. İlkin güney kutbunun yakınındaki muazzam gayzerlerin keşfinin ardından potansiyel olarak “yaşanabilir bir dünya” olarak bilim insanlarının dikkatini çekmişti. Bu su jetleri, yüzeydeki büyük çatlaklardan kaçıyor ve Enceladus’un zayıf yerçekimi alanı da göz önüne alındığında uzaya “kaçıyor”. Bu da bir yeraltı sıvı su deposunun açık kanıtı. Söz konusu gayzerlerde su tespit edilmesinin yanı sıra bir dizi organik molekül ve belki de en önemlisi, Cassini uzay keşif aracı, burada yalnızca sıvı su ve kayanın 90 santigrat derecenin üzerindeki sıcaklıklarda etkileşime girdiği yerlerde üretilebilen silika partikülleri tespit etti. Bu, okyanus tabanında hidrotermal menfezlerin varlığının çok güçlü bir kanıtıdır ve yaşam için gerekli kimyayı ve yerel enerji kaynaklarını sağlayabilir. Titan Satürn’ün en büyük uydusu olan Titan, önemli bir atmosfere sahip Güneş sistemindeki tek uydu olarak tanınıyor. Karmaşık organik moleküllerden oluşan “turuncu” pus ve su yerine bir metan hava sistemi içeriyor. Mevsimsel yağmurlar, kurak dönemler ve rüzgârın yarattığı yüzey kum tepeleri de Titan’ın karakteristik özelliklerinden. Atmosferi çoğunlukla, bilinen tüm yaşam biçimlerindeki proteinlerin yapımında kullanılan önemli bir kimyasal element olan nitrojenden oluşuyor. Radar gözlemleri, sıvı metan ve etan nehirleri ve göllerinin varlığını ve muhtemelen kriyovolkanların varlığını tespit etti. Lav yerine sıvı su püskürten yanardağ benzeri özelliklerden bahsediyoruz. Bu, tıpkı Europa ve Enceladus gibi Titan’ın bir alt yüzey sıvı su rezervine sahip olduğunu gösteriyor. Güneş’ten bu kadar fazla bir uzaklıkta, Titan’ın yüzey sıcaklıkları likit su için çok olacak şekilde -180˚C kadar soğuk. Bununla birlikte, Titan’da bulunan kimyasallar, potansiyel olarak karasal organizmalardan temelde farklı kimyaya sahip yaşam formlarının orada da var olabileceğine dair spekülasyonları artırmış durumda. Görsel: Akatsuki sondasının ultraviyole görüntüleyicisinde görüldüğü gibi Venüs’ün dönen bulut tepeleri (Japonya Uzay Araştırma Ajansı: JAXA). Cehennem gezegende yaşam? Dünyada mikroplar tarafından üretilen kokulu bir gaz olan fosfinin, Venüs’te “beklenmedik” atmosferik tespiti, astrobiyolojide bir devrime neden olabilir. Çünkü Venüs’ün bulutlarında garip bir şeyler oluyor. Teleskoplar, gezegenin kavurucu yüzeyinin çok yukarısındaki atmosferik bir katmanda, tipik olarak çürüyen mikrobiyal aktiviteyle ilişkili kötü kokulu, yanıcı bir kimyasal olan fosfinin “alışılmadık derecede yüksek” konsantrasyonlarını tespit etti. Bulgu ilginç, çünkü Dünya’da fosfin esasen her zaman canlı yaratıklarla ilişkilendiriliyor; normalde ya metabolik süreçlerin ya da endüstriyel insan teknolojisinin bir yan ürünü olarak açığa çıkıyorlar. Molekül, birçok organizma için toksik olmasına rağmen yaşamın var olduğuna işaret ediyor. Çünkü sıradan jeolojik veya atmosferik yollarla ortaya çıkması oldukça zor. Sülfürik asit bulutları içinde yer alan ve yoğun yüzey basınçlarına ve kurşunu eritecek kadar yüksek sıcaklıklara sahip olan Venüs, bu açıdan cehennem gibi bir gezegen. Ancak fosfinin mevcut olduğu bulut tabakası, bol Güneş ışığı ve Dünya benzeri atmosferik basınç ve sıcaklıkla görece ılık. Moleküler bir gizem Washington Üniversitesi’nden astrobiyolog Michael Wong, “Bu gerçekten şaşırtıcı bir keşif, çünkü fosfin, Venüs’ün atmosferinde ne tür kimyasalların olması gerektiği konusundaki anlayışımıza uymuyor,” diyor. Güneş ve uydumuz Ay’dan sonra Venüs, Dünya’nın gökyüzünde çıplak gözle görülebilen en parlak nesne. Cardiff Üniversitesi’nden radyo gökbilimcisi Jane Greaves, 2017’de Hawaii’deki Mauna Kea’da James Clerk Maxwell Teleskopu (JCMT) ile Venüs’ü gözlemlemiş ve gezegenin spektrumunda farklı kimyasalların varlığını gösterecek izler aramıştı. Bunu yaparken de fosfinle ilişkili bir çizgi fark etti. Veriler, molekülün gezegenin atmosferinde milyarda yaklaşık 20 parça bulunduğunu ve bunun, Dünya atmosferindekinden 1.000 ila milyon kat daha fazla bir konsantrasyonda olduğunu gösterdi. Fosfin, bir fosfor atomu ve üç hidrojen atomu içeren nispeten basit bir molekül. Sarımsak veya çürüyen balık kokusuna yakın bir kokuya sahip, ancak insanların kokusunu alabileceği konsantrasyonlara ulaştığında, akciğer hasarına neden olması muhtemel. Bu maddeyi yapay olarak elde etmek kolay değil. Massachusetts Institute of Technology’den (M.I.T) moleküler astrofizikçi Clara Sousa-Silva, fosfor ve hidrojenin adeta “birbirlerinden nefret ettiğini” belirtiyor. Gaz devleri Jüpiter ve Satürn fosfin içeriyor, çünkü molekülü üretmenin enerji açısından elverişli olabileceği sıcak iç mekanlara sahipler. Ancak Venüs’ün kaçak sera atmosferi, bunun tersine, normalde fosfinin fosforunu emen -karbondioksit gibi- oksijen içeren kimyasallarla dolu. Greaves’in gördüğü miktar bir yana, molekülün herhangi bir seviyede mevcut olması bile kafaları karıştırıyor. Üç yıl önceki çalışmayı doğruladılar Son çalışmada da araştırmacılar, geçen yıl Şili’deki Atacama Büyük Milimetre / milimetre-altı Dizisi (ALMA) teleskopuyla Venüs’ün takip gözlemlerini yaptı ve yine fosfinin atmosferik imzasını tespit etti. Daha sonra, volkanik aktivite, yıldırım çarpmaları ve hatta gezegenin atmosferinde parçalanan göktaşları da dahil olmak üzere bu garip molekülün varlığı için olası tüm nedenleri bulmaya çalıştılar. Tabii ki, fosfinin ortaya çıkması için ekibin henüz düşünmediği ek yollar da söz konusu olabilir. Ancak araştırmacılar, geçtiğimiz hafta Nature Astronomy’de yayımlanan makalelerinde bir başka olasılığı daha kabul etmek zorunda kaldılar: “Molekül, Venüs’teki ‘yaşam’ tarafından üretilmiş olabilir.” Son kanıtlar, gezegenin halen jeolojik olarak aktif olduğunu gösteriyor. Ve bu yılın başlarında ortaya atılan bir model, Venüs’ün yaklaşık üç milyar yıl bir okyanusa sahip olabileceğini göstermişti. Buna göre söz konusu okyanus yalnızca birkaç yüz milyon yıl önce kaybolmuştu. Yani Venüs’te yaşam ortaya çıkmış olabilirdi, ancak kaçak sera etkisi, gezegenin yüzeyini yaşanmaz hale getirdiği için işler karmaşık bir hal almıştı. Daha çok araştırılması gerekiyor Venüs, bize “çok yakın” olmasına rağmen keşfedilmemiş bir gezegen niteliğini korumaya devam ediyor. Fosfin bulgusu, gezegen bilimcilerin odağını daha fazla Venüs’e çekiyor. Wong, “Kelimenin tam anlamıyla komşu gezegen olmasına rağmen, hala çözülmesi gereken birçok gizem var,” diyor. Araştırmacılar, fosfin oluşumunun nedenini anlayabilmek için gezegenin kimyası, jeolojisi ve atmosfer fiziği de dahil olmak üzere çok daha fazla şey öğrenmek zorunda kalacak. Bu arada Rusya, 2026 gibi erken bir tarihte Venüs’e bir yörünge ve iniş aracını içeren Venera-D projesi üzerinde çalışıyor. Avrupa Uzay Ajansı da benzer şekilde EnVision uzay aracını çizim tahtasında bulunduruyor ve bu proje, önümüzdeki on yıl içinde hedefine ulaşabilir. NASA ise şu anda “Keşif Programı” kapsamında finansman sağlamak için iki farklı Venüs görevi düşünüyor: VERITAS ve DAVINCI +. Bu çabaların sonuçlarını bekleyeceğiz. Batuhan Sarıcan / batusarican@gmail.com Not: Bu yazı HBT Dergi 236. sayıda yayınlanmıştır. Kaynak: https://theconversation.com/the-four-most-promising-worlds-for-alien-life-in-the-solar-system-146358 https://www.scientificamerican.com/article/venus-might-host-life-new-discovery-suggests/
Bilim insanları, yabani yaşamın insan tahribatı nedeniyle ‘feci düşüşte’ olduğu konusunda uyarıyor: “Biyolojik çeşitlilik koruma çalışmaları tek başına yeterli değil, gıda üretim ve tüketim alışkanlıklarımız değişmezse daha çok canlı türü yok olacak.” Doğa koruma grubu WWF’nin kapsamlı son raporuna göre yaban hayatı popülasyonları, 50 yıldan kısa bir süre içinde üçte ikiden fazla azaldı. Rapor, bu “feci düşüşün” yavaşlama belirtisi göstermediğini de söylüyor ve doğanın, insanlar tarafından daha önce hiç görülmemiş düzeyde yok edildiği konusunda uyarıyor. WWF CEO’su Tanya Steele, yabani yaşamın; ormanları yaktığımız, denizde aşırı avlandığımız, yaşam alanlarını yok ettiğimiz için adeta bir “serbest düşüşte” olduğunu söylüyor. Steele: “Sağlığımızı, güvenliğimizi ve hayatımızı tehlikeye atarak yuva dediğimiz tek yere, dünyamıza zarar veriyoruz. Şimdi doğa bize umutsuz bir S.O.S gönderiyor ve zaman tükeniyor.” diyor. Sayılar ne anlama geliyor? WWF raporu, dünya genelindeki habitatlarda doğa koruma uzmanları tarafından izlenen binlerce farklı yabani yaşam türüne mercek tutuyor. Sonuca göre 1970’ten bu yana 20.000’den fazla memeli, kuş, amfibi, sürüngen ve balık popülasyonunda ortalama %68 düşüş gözlemleniyor. Güven sınırları Verileri sağlayan Londra Zooloji Derneği’nden (ZSL) Koruma Direktörü Dr. Andrew Terry, düşüşün insan faaliyetinin doğal dünyaya verdiği zararın açık bir kanıtı olduğunun altını çiziyor. Terry, “Hiçbir şey değişmezse, popülasyonlar şüphesiz azalmaya devam edecek. Bu, yabani yaşamı yok olmaya sürükleyecek ve bağlı olduğumuz ekosistemlerin bütünlüğünü tehdit edecek,” diye ekliyor. Rapor, Covid-19 salgınının yaban ve insanların arasındaki çizgiyi nasıl muğlaklaştırdığına dair keskin bir hatırlatma olduğunu söylüyor: Habitat kaybı, yaban yaşamın kullanımı ve ticareti dahil olmak üzere pandemilerin ortaya çıkmasına neden olduğuna inanılan faktörler, yaban hayatındaki düşüşün arkasındaki sebeplerden yalnızca birkaçı. Yeni modelleme bulguları, acil koruma önlemi alırsak ve gıda üretme-tüketme şeklimizi değiştirirsek, habitat kaybını ve ormansızlaşmayı durdurabileceğimizi ve hatta tersine çevirebileceğimizi gösteriyor. İngiliz televizyon sunucusu ve doğa bilimci Sir David Attenborough, insan faaliyetlerinin öne plana çıktığı jeolojik çağ olan Antroposenin, doğal dünyayla bir denge kurduğumuz ve gezegenimizin efendisi değil, hizmetkarları olduğumuz bir dünya için dönüm noktası olabileceğine yönelik umudunu paylaşarak, “Bunu yapmak, gıdadan enerjiye, okyanusların idaresinden günlük ihtiyaçlarımızı karşılama şeklimize kadar birçok sistematik değişiklik gerektirecek,” ifadelerini kullanıyor. Attenborough, her şeyden önce, perspektifte bir değişiklik gerekeceğini söylüyor. Doğayı, sadece isteğe bağlı veya ‘sahip olması güzel’ bir şey olarak görmekten, dünyamızın dengeyi yeniden sağlaması için en büyük müttefiki olma düşüncesine doğru evrilen bir değişiklikten bahsediyor. Doğal yaşam kaybını nasıl ölçeriz? Dünyadaki tüm yaşamın çeşitliliğini ölçmek karmaşık olmakla birlikte doğru ele alındığında biyoçeşitliliğin insanlık tarihinde görülmemiş bir hızla yok edildiğine dair etkili kanıtlar sağlıyor. WWF’nin bu özel raporu, yaban hayatı popülasyonlarının artıp azalmadığına dair bir indeks (Yaşayan Gezegen Endeksi’ni) kullanıyor. Bakıldığında en büyük düşüşün tropikal bölgelerde olduğu açıkça görülüyor; Latin Amerika ve Karayipler için %94’lük düşüş, sürüngenlere, amfibilere ve kuşlara yönelik bütünleşik bir tehdit nedeniyle dünyanın her yerindeki en büyük düşüş olması açısından çok önemli. ZSL’den Louise McRae, “Bu rapor, küresel resme ve bu eğilimleri tersine çevirmeye başlamak için bir an önce harekete geçme ihtiyacını net bir şekilde gösteriyor,” diye belirtiyor. “Gıda üretim ve tüketim tarzı değişmeli” Çalışma kapsamında sağlanan veriler, düşüşü tersine çevirmek adına neye ihtiyaç duyulabileceğine bakmak için modelleme çalışması için kullanılmıştı. Nature dergisinde yayınlanan araştırma, bu feci düşüşü tersine çevirmek için gıda israfını azaltmak ve daha düşük çevresel etkiye sahip gıdaları tercih etmek de dahil olmak üzere gıda üretme ve tüketme şeklimizi dönüştürmemiz gerektiğini açıkça belirtiyor. UCL’den Prof. Dame Georgina Mace, koruma eylemlerinin tek başına “biyolojik çeşitlilik kaybını azaltmak” için yeterli olmayacağını vurguluyor. Mace, “Diğer sektörlerin de aksiyonu gerekiyor ve burada, söz konusu eylemlerin gıda sisteminin iki tarafı açısından da önemli olduğunu gösteriyoruz; hem arz tarafında tarım sektörü hem de talep tarafında tüketiciler.” Biyoçeşitlilik verileri, nesli tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olan 32.000’den fazla tür ile 100.000’den fazla bitki ve hayvan türünü değerlendiren Uluslararası Doğa Koruma Birliği (IUCN) tarafından derleniyor. 2019’da, bilim insanlarını bir araya getiren hükümetler arası panel, 500.000’i hayvan ve bitkiler ve 500.000’i böcekler olmak üzere 1 milyon türün on yıllar içinde yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu sonucuna varmıştı. Batuhan Sarıcan / batusarican@gmail.com Kaynak: https://www.bbc.com/news/science-environment-54091048
Bilim insanları, bitkilerin, sorumluların kimliğine ışık tutamasalar bile, en azından saklı mezarların ortaya çıkartılmasında önemli birtakım ipuçlarını sunabileceklerini belirtiyor. ABD’li adli tıp uzmanları, çürüyerek ayrışan insan kalıntılarının çevrelerindeki bitki örtüsü üzerinde, mesela yaprakların rengini etkilemek gibi, herhangi bir iz bırakıp bırakmadığını anlamak amacıyla bir “beden çiftliğinde” çeşitli deneyler başlattı. Araştırmacılar deneylerin başarılı olması durumunda yitik bedenlerin bulunmasına yönelik girişimlere ciddi bir katkıda bulunabileceklerini düşünüyorlar. Yöntemle ilgili olarak sunulan raporun ortak yazarlarından ve Tennessee Üniversitesi bitki bilimleri profesörlerinden Neal Stewart, “İnsan kalıntılarının çürüme ve ayrışma sürecinin bitkilerin yapraklarında gözle görülebilir birtakım değişimlere yol açması gerekir” diyor. Trends in Plant Science dergisinde yayımlanan bir yazıda Stewart ve arkadaşları yalnızca ABD’de her yıl 100,000 kişinin kayıplara karıştığına, yitik bedenlerin bulunması amacıyla yürüyerek ormanları taramanın son derece güç olduğuna ve uzaktan algılama yöntemlerinin de çevredeki ağaçlar ve yapraklar nedeniyle işlevsiz kılınabileceklerine dikkat çekiyorlar. Gelgelelim, bizzat bitkilerin birtakım ipuçlarını sunabileceklerini belirten araştırmacılar bunların dronlara yerleştirilen alıcılarla saptanıp incelenebileceklerinin altını çiziyorlar. Bu yaklaşımda temel olarak “nekrobiyom” adı verilen çürüyen bedenlerle ilintili mikrop ve kimyasalların onları çevreleyen ortamda birtakım farklılıklar yaratmasından yola çıkılıyor. Araştırmacılar ortalama bir insan bedeninin yaklaşık 2,6 kg azot içerdiğini belirtiyorlar. Stewart, “Böylesine yüksek miktarda bir azot akışına bitkilerin daha çok klorofil üreterek tepki vermeleri gerekir-en azından beklenen budur. Ancak bu durum kimi ağaç ya da çalı türlerinde bir baskı yaratıp, yaprakların dökülmelerine ya da renk değiştirmelerine neden olabilir,” diyor. Stewart, yapraklar tarafından soğurulan ışığın özellikleri incelenerek birkaç günde ortaya çıkabilecek ve öncelikle kuşatmacı bitki ya da otlarda görülen bu tür etkilerin saptanabileceğine dikkat çekiyor. Araştırmacılar bu ay inceleme alanını dron uçuşlarıyla taramayı ve birtakım laboratuvar ölçümleriyle çürüyen bedenlerle karşı karşıya gelen bitkilerin ışınırlığında değişiklikler olup olmadığını saptamayı tasarlıyorlar. Tennessee Üniversitesi insanbilim uzmanlarından ve ekibin üyelerinden Dawnie Steadman, ilk vericileri Ağustos ayında çiftliği çevreleyen ormanlık alana yerleştirdiklerini belirterek, “Bugüne dek üç verici yerleştirildi ve bu bedenler yaklaşık bir yıl orada kalacak" diyor. Toprağın ayrışması, bitki türleri ve yaprakların ışık emilimi ile ilgili temel verilerin önceden toplandığını dile getiren Stewart, “Değişimlerin, söz gelimi bir geyiğe ya da yaban domuzuna değil de, insanlara özgü olup olmadığını anlamak için öncelikle bitkilerdeki değişiklikleri saptamak gerekir” diyor. Araştırmacılar insanların çok belirgin izler bırakabileceklerine, uzun yaşam süreleri boyunca bedenlerinde çeşitli bileşimleri biriktirebileceklerine parmak basarak, “Sigaraya bağlı kadmiyum bu tür izlerden biri olabilir” diyorlar. Stewart bu yaklaşımla gelecekte belirli kişilerin kimliklerini saptama olanağının elde edilebileceğini de sözlerine ekleyerek, “Bu çok da uzak bir olasılık olmasa gerek, çünkü her birey kendine özgü birtakım göstergelere sahip olabilir. Bu göstergeleri bilseydik her şey çok daha kolay olurdu” diyor. Kaynak: https://www.theguardian.com/science/2020/sep/03/plant-clues-could-help-find-decomposing-bodies-scientists-say
Şimdiye kadar tespit edilen en yüksek enerjili kozmik ışınlardan biri olan Amaterasu parçacığı, görünüşte boş bir uzay bölgesinden geliyor. Japon mitolojisindeki güneş tanrıçasından esinlenerek Amaterasu adını alan parçacık, bugüne kadar tespit edilen en yüksek enerjili kozmik ışınlardan biri. Yalnızca bir yıldızın patlamasını çok aşan ölçeklerdeki en güçlü kozmik olayların bu tür enerjik parçacıkları üretebileceği düşünülüyor. Ancak Amaterasu, Samanyolu galaksisini çevreleyen ve "Yerel Boşluk" denen boş bir alandan ortaya çıkmış gibi görünüyor. Science dergisinde keşfi anlatan makalenin ortak yazarı Prof John Matthews, "Yörüngesini kaynağına kadar takip ediyorsunuz ve onu üretecek kadar yüksek enerjiye sahip hiçbir şey yok. Bir gizem, neler oluyor?” dedi. Amaterasu parçacığı, 240 exa-elektron voltu (EeV) aşan bir enerjiye sahip; bu, şimdiye kadar yapılmış en güçlü hızlandırıcı olan Büyük Hadron Çarpıştırıcısı'nda üretilen parçacıklardan milyonlarca kat daha fazla ve saatte 95 mil hızla giden bir golf topunun enerjisine eşdeğer. Bu, 1991'de tespit edilen ve 320 EeV'de bir başka ultra yüksek enerjili kozmik ışın olan Aman Tanrım (OMG) parçacığından sonra ikincisi. Matthews, "İnsanların süpernova gibi enerjik olduğunu düşündüğü şeyler bunun için yeterince enerjik değil" dedi. "Parçacığı hızlanırken hapsetmek için çok büyük miktarda enerjiye, gerçekten yüksek manyetik alanlara ihtiyacınız var." Japonya'daki Osaka Metropolitan Üniversitesi'nden doçent Toshihiro Fujii: "Bu ultra yüksek enerjili kozmik ışını ilk keşfettiğimde, son otuz yılda benzeri görülmemiş bir enerji seviyesi gösterdiği için bir hata olması gerektiğini düşündüm.” Bu enerji seviyesine potansiyel bir aday, başka bir galaksinin kalbindeki süper kütleli bir kara delik olabilir. Bu devasa varlıkların çevresinde madde atom altı yapılarına ayrıştırılıyor ve protonlar, elektronlar ve çekirdekler neredeyse ışık hızıyla evrene fırlatılıyor. Bu tür şiddetli gök olaylarının yankıları olan kozmik ışınlar, Dünya'ya neredeyse sürekli olarak yağar ve Amaterasu parçacığını bulan Utah'taki Telescope Array gözlemevi gibi araçlar tarafından tespit edilebilir. Belirli bir enerji eşiğinin altında, bu parçacıkların uçuş yolu, kozmik mikrodalga arka planı boyunca elektromanyetik alanlara karşı zikzak çizerken tilt makinesindeki bir topa benzemektedir. Ancak Amaterasu düzeyindeki enerjiye sahip parçacıkların, galaktik ve galaktik dışı manyetik alanlar tarafından nispeten bükülmeden galaksiler arası uzayda patlaması bekleniyor; bu da onların kökenlerinin izini sürmenin mümkün olması gerektiği anlamına geliyor. Yörüngesini geriye doğru izlemek boş uzaya işaret ediyor. Benzer şekilde, Aman Tanrım parçacığının da fark edilebilir bir kaynağı yoktu. Bilim insanları bunun tahmin edilenden çok daha büyük bir manyetik sapmaya, "Yerel Boşluk"ta tanımlanamayan bir kaynağa veya yüksek enerjili parçacık fiziğinin eksik anlaşılmasına işaret edebileceğini öne sürüyor. “Bu olaylar gökyüzünün tamamen farklı yerlerinden geliyormuş gibi görünüyor. Tek bir gizemli kaynak yok" dedi Utah Üniversitesi'nden ve makalenin ortak yazarlarından Prof John Belz. “Uzay-zamanın yapısındaki kusurlar, kozmik cisimlerin çarpışması olabilir. Yani, geleneksel bir açıklaması olmadığı için insanların ortaya attığı çılgın fikirlere gülüyorum." Kaynak: Science, The Guardian
Uluslararası Uzay İstasyonu’ndan dönen astronotları birçok hastalık riski bekler: Yüksek kozmik ışın yüzünden mesela kanser riski artarken, eksik olan yer çekimi nedeniyle kaslar zayıflar ve kemiklerde kalsiyum oranı düşer. Dolayısıyla da ileride osteoporoz tehlikesi da artar. Tüm bunlar yetmezmiş gibi şimdi de uzun süre uzayda kalmanın beyni de etkilediği ortaya çıktı. Science Advances dergisindeki araştırma sonuçlarına göre uzayda uzun süre geçiren astronotların beyinleri değişiyor ve bu değişim dünyaya döndüklerinde de kalıcı oluyor. Araştırma çerçevesinde 6 ay veya daha uzun bir süre Uluslararası Uzay İstasyonu’nda kalan 11 erkek kozmonot incelenmiş. Kozmonotların beyinleri üç kez manyetik rezonans tomografisiyle kontrol edilmiş. İlk inceleme istasyona gitmeden önce, ikincisi dünyaya gelmelerinden hemen sonra ve üçüncü inceleme ise 7 ay sonra gerçekleştirilmiş. Görüntü veren sisteme göre 6 aylık yer çekimsiz bir ortamda bulunduktan sonra örneğin beyindeki sıvı dağılımında önemli bir değişiklik yaşanıyor. Ve kafatasının üst kısmının hemen altındaki bölgelerde daha az sıvı giderken, sırt omuriliği yönünde daha fazla sıvı birikiyor diyor uzmanlar. Sonuçta beyin-omurilik sıvısının dolaşımında problemler yaşanıyor. Bu olumsuzluk ise misyonun başında görme zorluğuna yol açıyor, çünkü göz basıncı önemli ölçüde artıyor. Araştırmacılar başka değişimler de tespit etmişler. Beyin sıvısındaki değişim beyin dokusunu da etkiliyor. Kozmonotların beyinlerindeki Sulcus Lateralis veya Sylvius oluğu (beyin yarımkürelerinin kaide veya alt yüzlerinde bulunan derin bir yarık) bölgesinde ve beyin sıvısıyla dolu ventriküllerinde daha az gri maddenin bulunduğu görülmüş. Buna karşın daha yukarıda bulanan beyin bölgelerinde daha fazla gri madde birikmiş. Ancak buna rağmen kozmonotlarda nöronal semptomlar görülmemiş. Araştırmacılar bunların dışında kozmonotların beyninde, yani hareketlerden sorumlu olan bölgelerde yeni bir adaptasyon etkisi fark etmişler. Örneğin kaslara sinyaller gönderen serebral kortekste bulunan motor kortekste, araştırmaya göre beyin dokusunun kütlesi artmış. Beyin ve hareket aparatı dünyanın yer çekimine göre uyumludur. Yer çekimsiz ortamda hareket etmek ve nesneleri tutmak kozmonotlar için ilk başlarda çok zordur. Beyin bazı şeyleri öğrenmek zorunda ve buna göre uyum sağlar. Burada ilginç olan nokta şu: Kozmonotlar uzaydan döndükten 7 ay sonra bile beyinde yaşanan değişimler tümüyle yok olmamış. Bu değişimlerin kalıcı olup olmadığını sinirbilimciler iki yıl içinde tekrar incelemek istiyorlar. Kaynak: https://www.science.org/doi/10.1126/sciadv.aaz9488