Haberler
Bilim & Teknoloji
Yaşam
Kültür & Sanat
Haberler
Bilim & Teknoloji
Kültür & Sanat
Afrika’nın kurnaz kuşu drongo, yırtıcı alarmı gibi sesleri başka türlerden öğrenip taklit ederek onları kandırıyor. Peki bu sadece bir taklit mi, yoksa gerçek bir “iletişim zekâsı” mı? Doğadaki sesler yalnızca arka plan gürültüsü değildir. Filler kulak çırparak ve düşük frekanslı homurtularla selamlaşır, çıplak kör fareler koloniye özgü “aksanlarla” konuşur, ispermeçet balinaları ise bağlama göre tıklama seslerini değiştirir. Ancak farklı türler, bu sesleri sadece duymakla kalıyor mu? Birbirlerinin “dillerini” gerçekten anlayabilirler mi? Bu soruya kesin bir yanıt yok, ama bazı örnekler var. Hayvanlar, kendi türleri dışındaki sesleri öğrenip, bazı durumlarda bu sesleri stratejik biçimde kullanabiliyor. Ancak bu “anlama” ve “kullanma” sürecinin ne kadar bilinçli gerçekleştiği hâlâ bir tartışma konusu. Zürih Üniversitesi’nden evrimsel antropolog Simon W. Townsend, Live Science’a verdiği demeçte, “Dil, teknik olarak sadece insanlara özgü bir iletişim sistemi. Ancak hayvanlar arasında da belirli seslerin belirli anlamlara geldiği sistematik iletişim biçimleri gözlemliyoruz,” diyor. Örneğin göç eden ötücü kuşlar üzerine yapılan bir araştırma, bu kuşların, yolculuk sırasında karşılaştıkları farklı türlerden gelen uyarı seslerini algılayabildiklerini ortaya koydu. Bu tür “türler arası sinyaller” özellikle göç yollarında hayatta kalma şansını artırıyor olabilir. Ancak bu kuşların birbirine ne “söylediği” hâlâ tam anlamıyla çözülebilmiş değil. Asıl etkileyici örnek ise Afrika’da yaşayan çatallı kuyruklu drongo (Dicrurus adsimilis) adlı kuşta ortaya çıkıyor. Drongolar, sık sık mirketler gibi diğer hayvanların peşinden gidiyor. Amaçları yiyecek çalmak. Bunun için de bir strateji izliyorlar: Yırtıcı uyarısı anlamına gelen kendi alarm çağrılarını çıkararak mirketleri korkutup deliklerine sokuyor, ardından yere düşen yiyecekleri kapıyorlar. Ancak bu numara sık kullanıldığında etkisini yitiriyor. Mirketler, drongolara güvenmemeye başlıyor. İşte bu noktada drongoların sıra dışı yeteneği devreye giriyor: Diğer türlerin alarm çağrılarını taklit etmek. Bu sayede, mirketler yine kandırılıyor ve drongolar besine ulaşabiliyor. Hatta bazen mirketlerin kendi alarm seslerini bile birebir kopyalayabiliyorlar. Capilano Üniversitesi’nden Thomas Flower, bu davranışın yalnızca ezberden ibaret olmadığını düşünüyor. “Drongolar, işe yaramayan sesi bırakıp işe yarayan başka bir türün sesine geçiyor. Bu, esnek öğrenmeye işaret ediyor,” diyor. Ama bu davranış gerçekten bilinçli bir “aldatma” mı, yoksa sadece ödül temelli bir öğrenme mi? Bu soru hâlâ cevap bekliyor. Flower, genç drongoların bu taklitleri anlamadan tekrar ettiğini, tıpkı insanların konuşmayı öğrenirken yaptığı gibi, zamanla deneme-yanılma yoluyla anlam kazandığını belirtiyor. Yani, tam anlamıyla bir “başka türün dili”nden söz etmek henüz mümkün olmasa da, hayvanlar arası iletişimde sınırların göründüğünden daha geçirgen olduğu kesin. Kaynak: https://www.livescience.com/animals/can-animals-learn-another-species-language
LHC'de kurşun atomları çarpıştı, altın atom çekirdekleri oluştu Ortaçağ simyacılarının büyük bir hedefleri vardı: Kurşun gibi değersiz madenleri en değerli ve en kalıcı maden olan altına çevirmek. Birçok alim bunu denediyse de başarılı olamamıştı. Aslında bu hiç de şaşırtıcı değil. Çünkü kurşun ve altın hiçbir kimyasal reaksiyonla dönüştürülemez farklı elementlerdir. Başarıya giden tek yol, kurşun atomlarını manipüle etmektir. Kurşundan üç protein çıkarıldığında, altın oluşabilir. İşte tam da bu CERN’deki Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’nda (LHC) gerçekleşti. 27 kilometre uzunluğundaki halkada normalde protonlar neredeyse ışık hızında çarpışıyorlar. Fizikçiler birkaç haftadır burada kurşun atomlarını çarpıştırıyorlardı. Asıl amaç, LHC’nin ALICE detektöründe bir kuark-gluon plazması, yani kozmik “ilkel çorbayı” yaratmak ve incelemekti. Ancak LHC’deki kurşun çarpışmalarında, ağır kurşun atomlarının birbirlerini kıl payı ıskaladıkları da görüldü. Işık hızının yüzde 99.999993’üne kadar hızlandırılan pozitif yüklü atom çekirdekleri, yakın geçişleri sırasında birbirleriyle etkileşen güçlü elektromanyetik alanlar üretiyor. Bunun sonucunda ise kurşun atomları bazı nötronlarını ve protonlarını kaybediyor ve talyum, cıva ve altın gibi yeni elementler oluşuyor. Fizikçilerin analizlerine göre, yalnızca ALICE detektöründe saniyede 89.000 altın atom çekirdeği oluşuyor. Üç yıllık deney süresince toplamda yaklaşık 86 milyar altın çekirdeği tespit edildi. Ancak bu sayı bile sadece 29 pikograma, yani bir kırmızı kan hücresinin üçte biri kadar kütleye denk geliyor. Altın oluşuyor ama gözle görülemeyecek kadar az! Bu mikro-altın üretimi, hızlandırıcı teknolojilerindeki kayıpların anlaşılması ve elektromanyetik ayrışma teorilerinin geliştirilmesi açısından kritik önem taşıyor. Kaynak: https://journals.aps.org/prc/abstract/10.1103/PhysRevC.111.054906
Sigara izmaritlerindeki zehrin sadece bitkilerin değil, özellikle karınca gibi böceklerin yaşamını da tehdit ettiği anlaşıldı. İzmaritler dünya genelinde en büyük atık olarak bilinmektedir. İçindeki nikotin artıkları çiçek nektarlarında birikerek, karınca ve diğer böceklerin besin kaynaklarını kirletiyor. Avusturyalı araştırmacılar, nikotinle kirlenmiş besinin, nikotinsiz besine kıyasla karıncalar üzerinde ne gibi etkiler yaptığını incelediler. Araştırmada Cardiocondyla obscurior karınca türü kullanıldı. Bu tür dünya genelindeki tropikal bölgelerde yaygın olduğu gibi Avrupa seralarında da bulunuyor. Sonuçlara göre nikotin gerçi sağlıklı karıncaları etkilemiyor, ama mantar enfeksiyonuna sahip karıncaların ölüm riskini artırıyor. Bununla birlikte sonuçların tüm böcekler için geçerli olmayacağı da söyleniyor. Nitekim her tür zehirlere karşı farklı reaksiyon gösteriyor. Fakat araştırmacılar yine de nikotinin ve hastalık etkenlerinin böcek popülasyonunu olumsuz etkileyebileceği konusunda uyarıyorlar. Bakteriler ve virüsler böceklerin azalmasında önemli bir rol oynuyor bu yüzden bu durumu kötüleştirebilecek her türlü faktöre dikkat etmemiz gerekiyor diyor uzmanlar. Kaynak: https://journals.biologists.com/bio/article/14/5/bio061928/367895/Chronic-exposure-to-nicotine-in-diet-enhances-the
Bugün devlet fidanlıklarında Türkiye bitki çeşitliliğine yakışır fidan çeşitliliğini bulmak zordur. Başkalarını ideolojik davranmakla suçlayanlar, özel ağaçlandırmayı, özel fidancılığı ve taahhüt yoluyla dikimleri tercih etmiştir. *** Taraklı, Bilecik derken 13 insanımızı yangınlara verdik. Orman ve canımız yandıkça neden çıralı çamlar dikiliyor dedik, meşelikleri ormancıların çama çevirdiğini iddia ettik. Türkiye’de 1917’de başlayan orman planlaması 1973’de bitmiş, ilk sağlıklı veriler alınmıştır. 1980’de 20.199.296 ha ormanın % 53,31’i meşe, kayın, gibi geniş yapraklı, % 42,16’sı ise çam, göknar gibi iğne yapraklı, ibreli ağaçlardan oluşmuştur. Toplam 26.137.277 m3/yıl artımın, %36,16’sını (0,88 m3/ha) geniş yapraklılar yapıyordu. Ormancılık politikalarında doğal veriler kadar, sosyo - ekonomik özellikler de dikkate alınmalıdır. Türkiye kuruluş yıllarında odun hammaddesi kıtlığıyla karşılaşmış, yegâne döviz kaynağı üzüm, incir ihracı için gerekli ahşap sandık bulamamıştır. Sonrasında da odun üretimi tüketimine yetmemiştir. Kısa dönemde odun üretimini artıracak kapasite, 1,96 m3/ha artımla ile ibreli ormanlardaydı. Orman Genel Müdürlüğü (OGM) odun hammaddesi üretmek, sel ve erozyonu önlemek, kumul durdurmak gibi farklı amaçlarla kurumsal ağaçlandırmalar yapmıştır. 1969 yılında Türkiye’de ilk defa Orman Bakanlığı’yla birlikte Ağaçlandırma ve Erozyon Kontrolü Genel Müdürlüğü (AGM) kurulmuştur. AGM, daha örgütlenirken Türkiye’yi havzalara bölmüş, avan projeler hazırlamıştır. Bu projelerde ekolojik olarak uygun ağaç türleri, dikim aralıkları belirlenmiş, makineli - emek yoğun toprak işleme tekniklerine göre seçenekler üretilmiş, her seçeneğin iç kârlılık oranı, net bugünkü değer, döviz tutumuna etki ölçütleriyle ekonomisi analiz edilmiştir. Yetmiş sente muhtaç olunan yetmişlerde insan kaynağı, projelendirme ve uygulamalarıyla ulusal bir ağaçlandırma kapasitesi oluşurken, 12 Eylül darbesiyle AGM kapatılmıştır. Yaşanan fidan sorunu Ağaçlandırma işi yeniden OGM’ye devredilmiştir. 1982 sonrası ağaçlandırılan alan artmış fakat yapılacak ağaçlandırma yer ve amacına uygun yeterlilikte fidanı verebilecek sistem kurulamamıştır. Bazı yıllar eksik, bazı yıllar fazla fidan sorunu yaşanmıştır. Özel ağaçlandırma ve taahhüt yoluyla iş yaptırma eğilimi yükselmiş, devletin kapasitesi azalırken, fidanlıklar istenen büyüklük ve çeşitliliğe eriştirilmemiştir. Raporlarda “Ağaçlandırma planlamalarında imkanların elverdiği ölçüde karışık orman kurma prensibine ağırlık verilmelidir” dense de, fidan, projelendirme, proje uygulama düzenleri iyileştirilememiştir. Seksenlerde bir meşe fidanı üretmek için (1047 TL), yaklaşık beş çam fidanı (207 TL) bedeli gerekirken, sonrasında meşe fidanı yetiştirmenin ucuz yolu bulunamamıştır. Zamanla ağaçlandırma ve fidan üretim düzeyleri düşmüştür. Yangına dayanıklılık için dikilmesi önerilen meşenin aslında Türkiye’de 18 türü vardır fidan üretimleri artırılamamıştır. Daha büyük ve uzman fidanlıklara ihtiyaç varken ormancılık dışı tahsislerle fidanlıklar küçülmüştür. Karışık orman kurulmak istense de, istenen nitelik ve nicelikte fidan sorunu hep olmuştur. Orman Bakanlığı ve AGM 1991’de ikinci defa kurulmuş, 2011’de yine kapatılmıştır. Açılıp, kapatılan AGM’nin yokluğunda, işler daha ayrıntılanıp uzmanlaşacağına, ihaleyle yaptırılabilen rutinlere dönmüştür. Fidan, dikim ve artım üstünlükleri çamları ağaçlandırmalarda öne çıkarırken, kolay uçan tohumları çamlara terk edilen tarım alanlarını işgal fırsatı vermiştir. Meşelerin payı 2012’de %23,34’e düşse de, 2024’de % 29,30’a yükselmiştir. Fidan üretimi düşen meşelerdeki bu artışın kırsaldaki yakacak ve otlatma baskısının azalışından kaynaklanması olasıdır. Bugün devlet fidanlıklarında Türkiye bitki çeşitliliğine yakışır fidan çeşitliliğini bulmak zordur. Başkalarını ideolojik davranmakla suçlayanlar, özel ağaçlandırmayı, özel fidancılığı ve taahhüt yoluyla dikimleri tercih etmiştir. Meşeleri kızılçama çevirmekten çok, kamusal ağaçlandırmayı, fidancılığı özelleştirmek hedeflenmiştir. Meşelikler kızılçama mı dönüştü diye sormak yerine, kamusal görev, ticari faaliyete mi döndürüldü diye sorgulamak, belki daha yararlıdır. Yine bir yangın fırtınası yaşadık. Dış güçlerin bize kızılçam diktirdiği bu defa daha az dile gelse de, yine neden zeytin yerine çıralı çamlar dikiliyor diye soruldu. Özel ağaçlandırma adı altında badem, ceviz bahçeleri kurduran bir devletin vatandaşının tarım ile ormanı karıştırmasına sitem etme hakkımız yoktur. Ormanlar tüm vatandaşlarımızındır ve her vatandaşın sorgulama hakkı vardır. Üstelik uzmanlık gerektiren alanlarda, alan dışı kişilerin bilmemeleri de haktır. Kızılçamın doğal bir türümüz olduğunu açıklamak, tarım ile ormanın farklı olduğunu hatırlatmakla yetinmek, geçmişte uygulanan politikaların yeterince anlaşılmasını sağlayamamıştır. Bu makalede, Türkiye; yapraklı ormanlarını çam ormanlarına mı dönüştürdü, neden çamlar ağaçlandırmada öne çıktı, yangına dirençli ormanlar kurmaya uygun politikalara sahip miydi, izlediğimiz politikalarla yangına dirençli ormanlar kurmak olanaklı mıdır soruları yanıtlanmaktadır. Türkiye Ormanlarının Durumu: Türkiye’de sahaya çıkarak, tür, orman yapısı, artım, hacim belirleme gibi ölçümlere dayalı ilk orman envanterinin 1917 yılında Hendek’teki orman amenajman çalışmasında yapıldığı söylenebilir. Ardından ölçülen değişkenler geliştirilerek tüm ormanlarda çalışmalar devam etmiş ve 1973 yılına gelindiğinde Türkiye’de planı olmayan orman kalmamıştır. Bu nedenle, ağaç türlerinin dağılımı dahil, miras alınan ormanların durumunu açıklarken 1973’e en yakın verileri temel almak gereklidir. 1980 yılında 20.199.296 ha olan orman alanımızın % 53,31’i meşe, kayın, gürgen, kestane gibi geniş yapraklı ağaçlardan oluşurken, % 42,16’sı ise çam, göknar, sedir gibi iğne yapraklı veya ibrelilerden oluşmuştur (Tablo 1). Türkiye ormanlarında geniş yapraklılar, ibrelilerden % 11 civarında üstün bir çoğunluktu ve ormanlar hep meşe değildi! Ormanları sadece kapladıkları alan büyüklüğüyle değil, ormanı oluşturan ağaçların kapalılık, dikili servet ve artım düzeyleriyle de incelemek gerekir. Türkiye’nin ibrelilerinden kızılçam, yapraklılarından kavaklar, biyolojileri gereği en hızlı artım yapar. Ancak, aşırı kesim, otlatma, açma gibi nedenlerle kapalılık kırılıp, dikili servet azaldıkça artım da azalır ve bir ormanın ne kadar tahrip gördüğünün göstergesidir. 1980 tespitlerine göre tüm ormanlarımız bir yılda toplam 26.137.277 m3 artım gerçekleştirirken, ilginçtir ki alanda %53,31 pay sahibi geniş yapraklılar toplam artımın sadece % 36,16’sını gerçekleştirmiştir. Devralınan geniş yapraklı ormanlar, kerestesi, yakacak odunu, hayvana verilecek yaprağıyla aşırı tahrip edilmiştir ve çoklukla baltalık şeklinde, yakacak elde etmek üzere yönetilmiştir. Orman mühendisleri planları tamamladığında daha geniş bir alanda fakat daha az artım yapabilen, tahrip olmuş bir geniş yapraklı orman varlığıyla karşılaşmıştır. Türkiye Ağaçlandırma Politikasının Temelleri: Orman bakımı ve ağaçlandırma politikası oluştururken, doğal verileri temel almak fakat ülke gereksinimlerini de mutlaka dikkate almak gereklidir. Aksi halde sürdürülebilir bir politika oluşturmak olanaksızdır. Türkiye Cumhuriyeti daha kurulduğu ilk yıllarda odun hammaddesi kıtlığı sorunuyla karşılaşmıştır. Meraklısı Cantürk Gümüş’ün Devlet Ormancılığına Geçiş Sürecinde Karadere Serüveni kitabını okur ve yeni kurulmuş devletin, yegâne döviz kaynağı olan kuru üzüm ve incirleri ihraç etmek için gerekli sandıkları yapmak üzere, nasıl göknar kerestesi aradığını, ithal edemeyince yurt içi üretim olanaklarına nasıl yöneldiğini öğrenebilir. Türkiye ne kuruluş yıllarında ne sonraki dönemlerde hiçbir zaman odun hammaddesi üretimi tüketimine yeten bir ülke olamamıştır. İbreli ormanlardan daha geniş bir alan kaplasa da, geniş yapraklı ormanlar sadece 0,88 m3/ha (Tablo 1) artım yapabilecek haldedir ve kısa dönemde odun üretimini artıracak en büyük kapasite 1,96 m3/ha artımla ibreli ormanlardadır. Yoktan bir orman kurmak, tahrip edilmiş ormanı olması gereken yapıya dönüştürmek için izlenecek süreçleri belirlerken, çalışmanın yapılacağı yerdeki ağaç türlerinin biyolojileri kadar olası tekniklerin yapılabilirliklerini, süreç sonunda oluşacak ekonomik, sosyal ve ekolojik sonuçları dikkate almak gereklidir. Türkiye’de ağaçlandırmanın kökleri Osmanlı’ya kadar uzanmaktadır. Kazım Karabekir örneğinde görüldüğü gibi, aslında ormancı olmayan pek çok kişi ülkenin yeşillendirilmesini kendine dert edinmiş, ağaçlandırma bayramları yapmış, fidan dikim kampanyaları düzenlemiştir. Ormancılık kurumları marifetiyle ve projeler dahilinde, odun hammaddesi üretmek, sel ve erozyonu önlemek, kumul hareketlerini durdurmak gibi farklı amaçlarla ağaçlandırmalar yapılmıştır. 1969 yılında Türkiye’de ilk defa bir Orman Bakanlığı kurulmuş, 1840’da kurulan Orman Genel Müdürlüğü (OGM) bu bakanlığın merkezdeki en köklü genel müdürlüğü konumunu korurken, Ağaçlandırma ve Erozyon Kontrolü Genel Müdürlüğü (AGM) kurularak ülke ağaçlandırması uzman bir kuruma emanet edilmek istenmiştir. AGM, 1975 yılına kadar taşra örgütünü açamasa da, Türkiye’yi havzalara bölmüş ve tümü için avan projeler (Fotoğraf 1) hazırlamayı başarmıştır. Bu projeler incelendiğinde, toprak ve iklim gibi yetişme ortamı özelliklerinin ortaya konduğu, kullanılabilecek ağaç türleri ile uygulanabilecek dikim aralıklarının belirlendiği, hatta toprak işlemenin makineli veya emek yoğun yapılma hallerini dikkate alarak, farklı ağaçlandırma seçenekleri üretildiği görülmektedir. Projelerden, dönemin orman mühendislerinin oluşturdukları ağaçlandırma seçeneklerini, ekolojik yeterlilik yanında, ekonomik açıdan da incelemek üzere iç kârlılık oranı, net bugünkü değer, katma değer, döviz tutumuna etki gibi ölçütlere göre değerlendirdikleri anlaşılmaktadır. Petrol krizi, Kıbrıs barış harekâtı ve ABD ambargosunun konuşulduğu yetmişli yılların, yetmiş sente muhtaçlığı hatırlandığında, ülke ormancılarının odun arz açığının farkında olduğu, alacakları kararlarla ülke ekonomisini etkilediklerini bildikleri açıktır. Yapılan ağaçlandırmaların biyolojik çeşitlilik üzerine olumsuz etkileri veya artan yangın riski noktalarında hangi ormancılık dışı kişi ve kurumun o yıllarda orman mühendislerini uyardığı bugün bilinmese de projelerde yangın emniyet yol ve şeritlerine yer verilmiş fakat bu şeritlerin çevresinde, yangına özel dikimler yapılamamıştır. Bu dönem ağaçlandırmaları genelde kamunun sahip olduğu araç gereç ile orman köylülerinin işçiliği ve AGM müdendislerinin sevk ve idaresinde gerçekleştirilmiş, bazı muhafaza memurları ve işçiler “fidancı” olarak yetiştirilmeye başlanmış ve ara kademe uzman oluşturulmaya çalışılmıştır. Fakat AGM bu alanda bir birikim oluşturmaya başlamışken 1980 askeri darbesine takılmıştır. 12 Eylül askeri ortamında, Orman Bakanlığı ile birlikte kapatılmıştır. Ağaçlandırma yapma görevi yeniden OGM’ne verilmiştir. AGM Sonrası Niceliğin Niteliğe Tercih Dönemi: AGM kapatılınca, bu kurumda çalışan ve kendilerine “ağaçlandırmacı” diyen orman mühendisleri dağıtılmıştır. Oluşan bilgi birikimi küçümsenmiş, mevcut makine parkı ile tesislerin OGM’ye devredilmesiyle çalışmaların aksamadan ilerleyeceği iddia edilmiştir. Gerçekten de, 1982 sonrası ağaçlandırılan alan büyüklüğünde bir artış yaşanmış (Şekil 2) ve bazıları bu artışı, AGM olmadan da ağaçlandırmanın yapılabildiğine kanıtı olarak göstermiştir. Ancak, yapılacak ağaçlandırma alanına uygun orijinden toplanmış tohumlardan yetiştirilmiş fidan üretimi, yapılacak ağaçlandırmanın amacına hizmet edecek ağaç türlerinin tamamından yeterince fidan verebilecek bir fidanlık üretim düzenine bir türlü geçilememiştir. Bazı yıllar ağaçlandırılacak alanlarda, teraslar açılmış fakat dikilecek “çam fidanı bile” bulunamamışken, bazı yıllarda da fidanlıklarda hazır edilmiş fidanları dikecek yer bulunamamış ve üretim fazlası fidanlar sürülerek yeşil gübre yapılmıştır. Fidan üretimi ve ağaçlandırılan alan değişkenleri arasında 0,7839 gibi orta üstü bir korelasyon yakalanmışsa da (Şekil 2), yetiştirilen fidanların tür bileşimi ile ağaçlandırma amacı ilişkilendirilememiştir. Diğer yandan, ağaçlandırmaları müteahhitler marifetiyle yapma eğilimi artmış, 1987 yılıyla birlikte özel kişileri orman kurmaya teşvik etmek üzere, özel ağaçlandırma kredileri ısrarla dağıtılmaya çalışılmıştır. Şekil 2: Yıllara göre ağaçlandırılan alan ve üretilen fidanlık düzeylerinin değişimi Meslek camiasında özel ağaçlandırmalar ile taahhüt yoluyla yapılan ağaçlandırmalar eleştirilmeye başlanmış ve nitekim 1990 yılında yazılan VI. Beş Yıllık Kalkınma Planı Ormancılık Özel İhtisas Komisyonu raporunda “Ağaçlandırma planlamalarında imkanların elverdiği ölçüde karışık orman kurma prensibine ağırlık verilmelidir” ifadesine yer verme gereği duyulmuştur. Bu ifade karışık orman kurmanın faydasının farkına varıldığı fakat “imkanlar elverdiği ölçüde” diyerek, uygulamaya geçişteki kısıtları gördüklerini düşündürmektedir. Karışık ormanları kurmaya engel sınırlayıcı imkânların başında, tohum, fidanlık ve ağaçlandırma zincirini başarıyla çalıştırabilmek sorunu gelmektedir. Bir kızılçam veya meşe tohumunu elde etmek, çimlendirip fideye dönüştürmek, fideyi başarıyla ağaçlandırma sahasına aktarmak aynı kapsamda işler değildir. Yol kenarlarında, kendiliğinden gelmiş tohumlardan çimlenebilmiş, yanında yakınında hiçbir fidan veya ağaç olmayan bir çamın veya karaağacın fidesiyle karşılaşmanız mümkündür. Ancak, ağır tohumlu bir meşe, kestane veya kayın için bu durum istisnadır. Bu nedenle, her ağacın fidanını yetiştirmek için kurmanız gereken fidanlık düzeni de, büyüklüğü de değişir. Çam gibi uzaklara tohum atabilen, açıkta çimlenip fidana dönen bir ağacın fidanı, çok gelişmemiş bir fidanlıkta kolaylıkla yaşatılabilirken, meşe gibi ağır tohumunu dibine düşürerek çoğalan bir cinsin fidanını yetiştirmek için, çimlenen tohumu güneşten, aşırı soğuklardan koruyacak siperliklerle desteklenmiş fidanlıklar kurmanız gerekir. Çam fidanlarının çimlendirme yataklarında sadece bir yıl kalsa dahi söküldüğünde bir başka yere dikilme ve tutma şansı vardır. Meşe fidanları için ise önce özel hazırlanmış yataklarında çimlendirmek, ardından güneş ve dondan koruyucu bir siperlik altında birkaç yıl kollamak ve açık arazide kalabilecek yeteneğe kavuşuncaya kadar yetiştirmek gereklidir. Üstelik bu arada dikim sahasına uyum sağlayabilecek kök bakımı gibi işlemleri yapmak, bütün bunlar için daha fazla masrafı göze alıp daha büyük fidanlık düzenleri oluşturmak zorunludur. Ülkemizde ağaçlandırma çalışmalarının büyük artış gösterdiği seksenli yıllardaki birim fidan maliyetleri Tablo 2’de gösterilmiştir. Üç yaşında (1+2) tek bir meşe fidanı yetiştirmek için harcanan kaynakla yaklaşık beş çam fidanı yetiştirmek mümkündür. Üstelik 1+0 yani bir yıl çimlenme yastığında kalmış ve sökülüp ağaçlandırmaya sevk edilmiş çam fidanlarının tutma şansı vardır ve plantuvar dikimi gibi düşük dikim masrafları dikkate alındığında çamları ağaçlandırmada öne çıkarır. Ucuz ve çabuk yetişebilen fidanları, kolay ve az bütçeyle yapılabilen dikimi, gösterdiği yüksek artım ve oduna olan acil ihtiyaç, çam türlerini meşe cinsinin ve diğer türlerin önüne geçirmiştir. Ne yazık ki, yetiştirilen fidanların türlere göre dağılımını 2010 sonrası dönemde izlemek mümkündür. Tablo 3’den görüldüğü gibi, kızılçam dışında başka çamların da fidanı yetiştirilmektedir. Başarılı bir ağaçlandırma için bu ağaçlandırmayı destekleyen bir fidanlık düzeni gereklidir. Orman fidanlıklarının, müşteri bekleyen süs bitkisi fidanı yetiştiricileri gibi, tercih ettiği fidanları üretip sonra alıcı beklemesi değil, yapılacak ağaçlandırmalara uygun orijin ve türlerde fidan üreten bir yapısı olmalıdır. Bu nedenle 2010 yılında toplam fidan üretimi içerisinde %25,80 paya sahip karaçam fidan üretiminin hangi gerekçeyle 2024 yılında %12,18’e düştüğü veya kızılçam fidan payının 2021 yılında yaşanan ve 120 bin ha bulan Manavgat, Marmaris ve Bodrum mega yangınları nedeniyle mi, aynı dönemde % 12,72’den % 37,01’e yükseldiği açıklanmaya muhtaçtır. Esasen tüm türlerdeki fidan üretim değişimleri, uygulanacak politikaların yansıması olarak, açıklanabilir olmalıdır. Benzer şekilde, 2010 yılında tüm fidanlar içerisinde sadece %1,10 düzeyinde meşe fidanı yetiştirirken, 2024 yılında bu cinse ait payın %0,50 seviyesine çekilmesinin bir açıklaması olmalıdır. Üstelik Prof. Dr. Faik Yaltırık hocamızın 1984 yılında hazırladığı kılavuzdan beri Türkiye’deki tüm orman mühendislerinin ülkemizde meşe (Quercus) cinsi altında 18 ayrı doğal türün olduğunu ve ülkenin farklı bölgelerinde bu türlerin hepsinin fidanına ihtiyaç duyulacağını bilmesi gereklidir. Karışım yapacağım diye eline geçen meşeyi değil, yöreye uyan meşe türünü kullanmak gereklidir. Yangına dirençli orman kurmakta, özellikle yangın emniyet şeritleri ile yollarının kenarına dikilecek serviler önemlidir ve fidanından ne kadar üretildiği incelenmelidir. 2010’dan 2024’e geçen sürede servi fidanı üretim payı toplam içerisinde %1,59’dan % 6,53’e çıkmış gibi görünse de, toplam fidan üretimi düştüğünden, servi fidanına duyulan ihtiyacın fark edilerek üretime yansıtıldığını söylemek güçtür. Orman ağaçları için en önemli tohum kaynağı, kamu mülkiyetindeki tohum meşcereleri ve tohum bahçeleridir. Orman fidancılığı, süs bitkilerine göre, çok fazla miktarda fidan üretimini gerektirir ki bu da geniş üretim alanlarına ihtiyaç duyar. Üstelik meşe veya diğer yapraklı türler ile fidanı güç yetişen ardıçlar gibi ibrelilerden yeterince üretmek isteniyorsa daha büyük ve uzmanlaşmış fidanlıklara ihtiyaç vardır. 1982 yılından günümüze orman fidanlıklarının sayıları ve toplam alan büyüklüğü Şekil 3’de gösterilmiştir. 1982 yılında ortalama bir orman fidanlığı 26,16 ha büyüklüğündeyken, 2024 yılında 24,68 ha büyüklüğe gerilemiştir. Bilmem ne firmasına fabrika yeri yapılmak, bilmem ne belediyesine park inşa edilmek, filanca ilçenin yenilenecek hastanesine mekan olmak üzere orman fidanlığı tahsis ede ede Şekil 3’den görüldüğü gibi, bırakınız büyüyüp gelişmeyi, mevcudu korumak başarı sayılmıştır. Şekil 3: Yıllara göre orman fidanlıklarının sayısal ve toplam alan değişimi Devlet fidancılığı kan kaybederken “özel sektör marifetiyle sözleşmeli fidancılık politikasına” geçiş tercih edilmiştir. Özel kişilere fidanlık kurmak üzere krediler açılmış, fidan alım garantileri verilmiştir. Özel kişilerin hangi ağaçlandırmaya özel, hangi tohum kaynağından ve hangi türlere ait fidan üretirse, ülke ağaçlandırma hedeflerini yerine getirebilecek bir fidan arzının oluşacağı yeterince düşünülmemiş, dert edinilmemiştir. Özet olarak karışık orman kurmak istese de, ülke ağaçlandırmalarından sorumlu orman mühendisleri, meşe veya diğer geniş yapraklı orman ağaçlarından istedikleri nitelik ve nicelikte fidana hiçbir zaman sahip olamamıştır. Projelendirme, Proje Uygulama ve Teknolojik Gelişim: İlk AGM mühendislerinin yetirince karışık orman kuramamasını sadece gerekli fidan kaynağındaki yetersizlikle açıklamak yeterli değildir. Bu mühendislerin ellerindeki haritaların ölçeği ile proje hazırlarken, araziye aplike ederken kullandıkları araç gereç ve ara kademe eleman durumunu da dikkate almak gereklidir. Yetmişli yılların ağaçlandırma mühendisleri 1/100.000 ölçekli toprak haritaları ile 1/250.00 ölçekli askeri paftalardan yararlanmış, bu ölçeklerin verdiği detayda arazi farklarını görebilmiş, belirlediği bitki durumunu bu haritalara kaydetmek zorunda kalmıştır. Bir ağaçlandırma sahasında var olan ve karışıma bırakılması yararlı bir bitki grubunu, merhum hocamız Prof. Dr. İbrahim Atay’ın tabiriyle “ziynet ağaçları” olarak fark ve tespit etmişse de, bunları haritalarına kaydetmek, diri örtü temizliği veya toprak işleme yapacak ekiplere bunları işaretleyip verebilmek imkânını hiç bulamamıştır. Üstelik yeni kurulmuş taşra teşkilatında, kendisine verilen “fidancı” isimli birkaç eleman dışında, sahada kendisini destekleyecek bir ekibi de olamamıştır. Bu nedenle, büroda planlanan ile arazide olanın uyumunu sağlamak noktalarında hep eksiklikler hissetmiştir. İlk AGM kapatılıp işler OGM’ye devredilmişken, 1991 yılında Orman Bakanlığı’nın ikinci defa kurulmasıyla birlikte AGM yeniden açılmıştır. İster istemez, ilk AGM döneminde oluşan fakat dağılan kurumsal yapı toparlanmaya çalışılsa da, bu kurum 2011 yılında yeniden kapatılmış ve OGM içerisinde bir daire başkanlığına dönüştürülmüştür. Orman Bakanlığı da kapatılmış ve yeni bakanlık içerisinde Çölleşme ve Erozyonla Mücadele Genel Müdürlüğü (ÇEM) isimli, taşra örgütü olmayan, politikalar oluşturmakla yetinecek, yeni bir genel müdürlük yaratılmıştır. Bugün ise ÇEM, ormancılık kurumlarının bağlı Tarım ve Orman Bakanlığı’ndan da ayırılmış ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na bağlanmıştır. Ülkemiz “politika” düzeyinde çölleşme ve erozyonla mücadeleyi Çevre ve Şehircilik Bakanlığı altında yaparken, OGM’nin ağaçlandırma çalışmaları ile eşgüdümünün nasıl sağlandığı ise bilinmemektedir. Oysa tıpkı fidanlıklardaki uzmanlaşma gereksinimi gibi, ağaçlandırma, erozyon kontrolü, tahrip görmüş orman arazilerinin rehabilitasyonu konularında uzmanlaşmış bir kurumun Türkiye örgüt yapısı içerisinde yer alması, bu işleri gelişen bilgi ve teknik ışığında daha da geliştirmesi gerekliydi. Yetmişli yılların orman mühendislerinin GPS cihazları bulunmazken, bugünün orman mühendislerinin, tıpkı peyzaj projesi yapar gibi, dere kenarları, tepe sırtları, iki dağın kesişim yerleri veya yangın emniyet şeridi ve yolu kenarı ile tarım alanına komşu bantlara, köy ve diğer yerleşim yerleriyle ilişkisine dikkat eden, endemik bitkilerin konumunu birkaç metre duyarlılıkla kaydedebilen bir coğrafi bilgi sistemi olanağı bulunmaktadır. Bugün bu olanakları kullanarak, sadece dikim aralığı ve eğimi vermekle yetinmeyip, özel dikim planları yapabilen ağaçlandırma projelerinin üretilebilmesi, projeleri sahaya bir dantel gibi işleyecek ara kademe elemanlarına sahip olunması gerekliydi. Ne yazık ki, temelsiz gerekçelerle bir açılıp bir kapatılan AGM koşullarında, yangına dayanıklı tür çeşitliliğini sağlayacak ağaçlandırmaları yapabilecek fidanları yetiştirmek mümkün olamadığı gibi, günümüz gereksinimlerine yanıt verebilecek proje yönetimini sağlayacak kurumsal kapasite de geliştirilememiştir. Sonuç olarak... 1999 yılından günümüze çamların ve meşelerin ormanlarımızda kapladığı alansal değişim Tablo 4’deki gibi gerçekleşmiştir. Bu değişimin bir kısmı yapılan ağaçlandırmalardan kaynaklanmışken bir kısmı insan baskısı ortadan kalkınca ormanlaşan yerlerde kendiliğinden gerçekleşen değişimin bir sonucudur. Hafif ve kanatlı tohumlu çamlar, ormancıların bir desteği olmadan, yandan tohumlama yetenekleriyle, özellikle terk edilmiş eski tarım alanlarında ormanlar kurmuştur. Meşelerin tüm ormanlar içerisindeki payının 2012’de 1999’a göre bir düşüş (%23,34) yaşasa da, yeniden % 29,30 düzeyine yükseldiğini görülmektedir ki bu bir fırsattır. Meşe fidan üretimindeki düşüş dikkate alındığında, meşeliklerdeki bu artışın da, kırsaldaki yakacak ve otlatma baskısının azalmasına bağlı olması olasıdır. Türkiye; yapraklı ormanlarını çam ormanlarına dönüştürme politikası uygulamamış fakat fidan ve ağaçlandırma avantajları ile odun arz açığını kapatma üstünlükleri çamları öne çıkarmış, boşalan bazı yerleri çamlar kaplamıştır. Yapraklı türlerle ağaçlandırma yapmak veya ibreli ağaçlandırmalara yapraklıları karıştırmaya uygun bir fidanlık kapasitesi ise oluşturulamamıştır. Bugün Türkiye’nin bitki çeşitliliğine yakışır bir fidan çeşitliliğini, devlet fidanlıklarından büyük ölçekli projelere yönlendirebilecek hazır fidan yoktur. Başkalarını ideolojik davranmakla suçlayanlar ısrarla özel ağaçlandırmaları artırmayı, fidancılıkta özel sektörü öne çıkarmayı, taahhüt işletmeciliği marifetiyle ilerlemeyi tercih etmiş ve aslında ideolojik bir saplantının peşinden giderek, kurumsal kapasiteyi zayıflatmıştır. Bu nedenle, Ağaçlandırma Genel Müdürlüğü yeniden kurulmalı, tohum kaynakları ile fidanlıklar bu kuruma bağlanmalı, OGM ile daha önce kurulamayan ve sanki kurulması mümkün değilmiş gibi sunulan eşgüdümü sağlayacak şekilde görev tanımları yenilenmelidir. Aslında meşelikler kızılçama mı dönüştü diye sorgulamak yerine, uzmanlık yüzeysel bilgiye, kamusal görev, ticari faaliyete mi döndürüldü diye sorgulamaya başlamak, belki daha yararlıdır. Prof. Dr. Kenan Ok, İÜC Orman Fakültesi, Ormancılık Ekonomisi Anabilim Dalı Dr. Aytekin Ertaş, İÜC Orman Fakültesi, Silvikültür Anabilim Dalı *** OKURA NOT: Burada ormanlarımız konusunda uzman iki bilim insanımızın ayrıntılı ve uzun bir makalesini sunuyoruz. Tüm gerçekler burada... Önce okuyacağınız, bu büyük makalenin, HBT dergide de yayınladığımız bir özeti olacak. Bu kısa özetin ardından hemen geniş makale gelecek…
Etik sözcüğü Yunanca “kişilik, karakter” anlamına gelen “ethos” sözcüğünden türemiş olup, doğru davranışlarda bulunmak, iyi bir insan olmak ve insani değerler hakkında düşünme pratiği olarak tanımlanmaktadır. Her ne kadar birbirlerinin yerine kullanılsalar da ahlak ve etik farklı kavramlar olarak değerlendirilebilir. Etik, daha çok felsefenin bir alanı olarak, doğru bir biçimde yaşamaya dair yapılan araştırmaları ve bu alanda geliştirilmiş fikirleri kapsarken; ahlak, toplumsal kabuller, gelenekler, varsayımlar, kurallar ve yasalar üzerine kuruludur (Vikipedi Özgür Ansiklopedi “Etik” maddesi). Yargıda etik ilkeler ise yargıcın davranış ilkeleri olarak isimlendirilmiş, uluslararası belgeler (Bangolar Yargı Etiği İlkeleri) ve ulusal belgelerde (Hakimler ve Savcılar Kurulu, Türk Yargı Etiği Bildirgesi) yer almıştır. Bunlar bağımsızlık, tarafsızlık, dürüstlük, mesleğe yaraşırlık, eşitlik, ehliyet ve özendir. Bu ilkeler bir yargıcın görevini yerine getirirken ve görevi dışında uyması gereken yargısal (etik) ilkelerdir (Prof. Dr. Sibel İNCEOĞLU, Yargıcın Davranış İlkeleri, Beta Yayınları, İstanbul 2008). Bir yargıcın etik davranışlarını belirleyen nitelikleri ise eski hukukta (Mecelle) belirlenmiş olup günümüzde de geçerliliklerini korumaktadır. Buna göre yargıç bilge, hak ve adalet üzerine hükmedebilen, akıllı, zeki, doğru, dürüst, güvenilir, vakarlı, saygın, sağlam, kendine güvenen olmalıdır. Yargıcın, yargılama sürecinde yaptığı iş muhakemedir. Muhkeme, öncelikle zihinsel bir faaliyettir. Bunun için mantık kurallarından ve tecrübeden yararlanılır. Doğru düşünme kurallarına göre gerçeğe ulaşma yollarını gösteren mantığa göre hüküm verme, zihnin doğruyu yanlıştan ayırt etme işlemidir (KUNTER/YENİSEY/NUHOĞLU, Ceza Muhakemesi Hukuku, Beta, İstanbul 2009, s.625). Uyuşmazlık konusu olayda (dava), iddia (tez) ve savunmanın (antitez) bütün delilleri, hukuk kurallarıyla birlikte ve hukuka uygun biçimde yargıcın zihninde analize tabi tutulur ve sonuçta bir yargıya (sentez) varılır. Bu sonuç, hüküm ya da karar olarak ortaya çıkar. Burada yargıcın takdir yetkisi devreye girer. Hukukta hiçbir olay (dava) aynı olmadığı gibi, kişi (şikayetçi, sanık, davacı, davalı vb) de aynı değildir. Dolayısıyla yargıcın takdiri de sonuca (hüküm/karar) etkili olabilecektir. Burada yargıcı bağlayan etik kurallar söz konusudur. Sonuç olarak yargıcın maddi gerçeği ortaya çıkarmak amacıyla, mantık ve tecrübe kuralları içerisinde, hukuka ve etik ilkelere bağlı olarak yürüttüğü zihinsel faaliyetler muhakeme olarak karşımıza çıkar. Yapay zekanın rolü ne? Yapay zeka (Artificial Intelligence-AI) genel olarak düşünme, anlama, yorumlama ve öğrenme gibi insan zekası ile gerçekleştirilen işlemlerin bilgisayar programları aracılığıyla gerçekleştirilmesi olarak tanımlanmaktadır. Başka bir deyişle yapay zeka, dışardan aldığı verileri yorumlama, bunlardan çıkarım yaparak öğrenme ve öğrendiklerini kullanma yetisine sahip bir sistemdir. Bir çeşit insan zekasını taklit ederek çalışır ve bunu algoritmalarla gerçekleştirir. Son dönemlerde yapay zeka alanındaki gelişmelerin hız kazanması “derin öğrenme” olarak nitelendirilen, insan beyninin yapısı ve işlevinden hareketle oluşturulan yapay sinir ağlarının kullanılmasına dayanan öğrenme tekniğinin uygulamaya konulması etkili olmuştur. Dijital teknolojilerdeki olağanüstü gelişmeler sonucu yapay zeka sistemleri hayatın her alanında yaygın şekilde kullanılmaya başlanmıştır. O nedenle ABD, Çin ve Avrupa Birliği’nde çıkartılan yasalarla çağımız “Yapay Zeka Çağı” olarak adlandırılmıştır. Yapay zeka sistemlerinin hukukta kullanılması da kaçınılmaz olmuştur. Yapay zekanın hukuk alanında kullanımıyla ilgili dergimizin 363 ve 385. sayılarında iki yazımız yayımlanmıştı. Orada da belirttiğimiz gibi, hukukta yapay zekanın kullanılması karar alma süreçlerinde önem arz etmektedir. Bu konuda henüz yaygın bir uygulamaya geçilememiştir. ABD, İngiltere, Yeni Zelanda ve Çin’de, bazı küçük ticari uyuşmazlıklar ve trafik suçlarında yapay zeka sistemleri deneme amaçlı olarak kullanılmış ve uyuşmazlıkların yapay zekayla donatılmış makinalar (Robot Yargıç!) tarafından çözümlenmesi yoluna gidilmiştir. Bu uygulama henüz yaygınlaşmamıştır. Ancak dijital teknolojilerdeki gelişmeler yakın gelecekte yapay zekayla donatılmış robot yargıçların yargısal karar süreçlerinde daha fazla kullanılabilecekleri de öngörülmektedir. Bu durum öğretide bazı tartışmalara yol açmaktadır. Özellikle makinelerin/bilgisayarların hüküm/karar verme noktasında yargı etiği ilkeleri yönüyle yaşanabilecek olumlu/olumsuz durumlar değerlendirilmektedir. Önümüzdeki sayıda bu alandaki değerlendirme ve düşüncelerimizi aktaracağız. Dr. Enver Kumbasar
Yapay zeka ile kanser tespiti Araştırmacılar, tümör hücreleri içindeki binlerce genin aktivitesini tahmin edebilen yapay zekâ (YZ) destekli bir hesaplama programı geliştirdiler. Kanser tespiti için pahalı gen testlerinin yerini alabilir. Patologlar, kanserin türünü ve ciddiyetini belirleyebilmek için genellikle tümör biyopsisinden alınan örnekleri mikroskop altında inceliyor. Tümörün büyümesini yönlendiren genomik değişikliklerin belirlenmesi ise tümörden izole edilen RNA’nın genetik dizilimini gerektiriyor ve bu süreç haftalar sürebiliyor. Ayrıca binlerce dolara mal oluyor. Ancak bu düzen değişecek gibi görünüyor. Stanford Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden araştırmacılar, yalnızca biyopsinin mikroskopi altındaki görüntülerine dayanarak tümör hücreleri içindeki binlerce genin aktivitesini tahmin edebilen yapay zekâ (YZ) destekli bir hesaplama programı geliştirdi. 16 farklı kanser türüne ait 7.584 kanser biyopsi örneğinden elde edilen veriler kullanılarak geliştirilen araç, ilk aşamada meme kanserindeki genetik varyasyonları tahmin etmek için rutin olarak toplanan biyopsi görüntülerinin kullanılabileceğini gösteriyor. Nature Communications’ta yayımlanan makalenin yazarı olan biyomedikal veri bilimi profesörü Olivier Gevaert, “Bu tür bir teknoloji, hastaların tümörlerindeki gen imzalarını hızlı bir şekilde tanımlamak, klinik karar verme sürecini hızlandırmak ve sağlık sisteminde binlerce dolar tasarruf sağlamak için kullanılabilir,” diyor. Modelin bazı tümör türleri için klinikte faydalı olabilecek düzeye ulaştığını belirten Gevaert, bu teknolojinin meme kanseri için ne kadar yararlı olabileceğini gösterdiklerini, artık bunun tüm kanser türleri için kullanılabileceğini söylüyor ve ekliyor: “Bu daha önce sahip olmadığımız tamamen yeni bir veri kaynağı.” Kaynak: https://scitechdaily.com/stanfords-new-ai-tool-could-replace-costly-cancer-gene-tests/ Yenilikçi yutulabilir kapsüller yolda İlaçları doğrudan bağırsağa ileten kapsüller kalamar ve ahtopotların itici mekanizmalarından esinlenerek geliştirildi Massachusetts Institute of Technology (M.I.T) ve Novo Nordisk araştırmacıları, kalamar ve ahtopotların itici mekanizmalarından esinlenerek yenilikçi bir yutulabilir kapsül geliştirerek dikkatleri üzerlerine çekiyor. İlaçları doğrudan mide duvarına veya sindirim sistemindeki diğer organlara salacak şekilde tasarlanan bu kapsül, genellikle enjeksiyon gerektiren ilaçlara karşı iğnesiz bir alternatif ortaya sunuyor. Yıllardır bu tür ilaçları kapsülleyerek güvenli bir şekilde hedefe ulaştıracak ürünler geliştirmeye odaklanan M.I.T araştırmacıları, kalamar ve ahtapotların kendilerini ileri itmek için kullandığı süreci gözlemleyerek sindirim sisteminin farklı bölümlerini hedef alan iki tip kapsül geliştirmiş durumda. Farklı işlevlere hizmet eden ve biri 80, diğeri 200 mikrolitreye kadar ilaç tutabilen bu kapsüller, iğne kullanımını ortadan kaldırıp olası doku hasarını en aza indirerek alanda yeni bir yaklaşım sunuyor. Araştırmacılar bu yutulabilir kapsüllerin, insülin veya diğer enjeksiyon tedavilerine ihtiyaç duyan hastalar için pratik bir çözüm olduğunu düşünüyor. Bu yaklaşım aynı zamanda keskin nesnelerin nasıl bertaraf edileceğine yönelik büyük bir atık sorununu da ortadan kaldırma potansiyeli taşıyor. Kaynak: https://interestingengineering.com/health/mit-develop-capsule-removes-injections Ameliyat videolarıyla eğitilen robot Johns Hopkins ve Stanford Üniversiteleri’nden oluşan bir ekip, cerrahi prosedürleri doktorlarla aynı beceriyle gerçekleştirebilen bir robot geliştirdi. Bu sayede ilk defa bir robot, insan doktorlarla karşılaştırılabilecek bir beceri seviyesine ulaşmış oldu. Robotu ameliyat videoları kullanarak eğiten araştırmacılar, söz konusu robotun geniş bir cerrahi video arşivinden öğrenmesine olanak tanıyan ve her hareketi programlama ihtiyacını ortadan kaldıran “taklit öğrenme” tekniğinden yararlanmış durumda. Bu teknik, robotların gözlemleyerek öğrenebileceği bir robotik cerrahi sürecine doğru gittiğimize ve bir gün karmaşık ameliyatların insan yardımı olmadan gerçekleştirebileceğine işaret ediyor. Bu yaklaşım, insan kaynaklı tıbbi hataları azaltan ve operasyonlardaki hassasiyeti artıran otonom robotik ameliyatlara doğru önemli bir atılıma karşılık geliyor. “Bu modele sahip olmak gerçekten büyüleyici,” diyen araştırmanın kıdemli yazarı olan Axel Krieger ise bunun tıbbi robot biliminde yeni bir sınıra doğru atılmış önemli bir adım olduğuna inandıklarını belirtiyor. Kaynak: https://interestingengineering.com/health/mit-develop-capsule-removes-injections Dünyanın en hızlı süper bilgisayarı: Nükleer bombaları simüle edecek El Capitan süper bilgisayarının muazzam hesaplama gücü, ABD'nin nükleer caydırıcılığını desteklemek için kullanılacak Kaliforniya'daki Lawrence Livermore Ulusal Laboratuvarı (LLNL), herhangi bir süper bilgisayardan daha fazla olan 1.742 exaFLOPS kapasitesine sahip El Capitan'ı üretti. Makine, Enerji Bakanlığı'nın bir kolu olan Ulusal Nükleer Güvenlik İdaresi ile iş birliği içinde inşa edildi. Ajans, nükleer sırların Enerji Bakanlığı'ndan Çin'e sızdırıldığının keşfedilmesinin ardından 2000 yılında kuruldu. Sıkı güvenlik altında nükleer silah bilimi geliştirmeye odaklanıyor El Capitan, fiziksel nükleer testler yapmaya gerek kalmadan ABD nükleer caydırıcılığının etkinliğini garantilemek için gereken muazzam hesaplama gücünü sağlıyor. LLNL, şu ana kadarki en güçlü sistemi olan Sierra'da aylar sürecek olan nükleer patlamaların karmaşık, yüksek çözünürlüklü 3B simülasyonlarının El Capitan'da sadece birkaç saat veya gün içinde yapılacağını iddia ediyor. Kaynak: https://www.newscientist.com/article/2456779-worlds-new-fastest-supercomputer-is-built-to-simulate-nuclear-bombs/ Batuhan Sarıcan / batusarican@gmail.com
Dijital çağın yükselişi, sağlık hizmetlerini yeniden şekillendirirken, metaverse bu dönüşümün en yenilikçi halkası olarak öne çıkmakta. Artırılmış gerçeklik (AR), sanal gerçeklik (VR), yapay zekâ (AI) ve internetin üç boyutlu evrimiyle oluşan bu dijital evren, bireylerin avatarlar aracılığıyla etkileşim kurabildiği, gerçek yaşamın birçok unsurunun sanal ortama taşınabildiği bir yapı. Peki, bu sanal dünya sadece bir teknoloji hayali midir, yoksa sağlık hizmetlerinin gelecekteki temel taşı olabilir mi? Sağlıkta Metaverse Uygulamaları: Teoriden Pratiğe Metaverse, sağlık sektöründe özellikle psikiyatri, fizyoterapi ve tıp eğitimi alanlarında etkili kullanılmaya başlanmıştır. Psikolojik rahatsızlıklarda VR destekli terapiler, bireyleri kontrollü sanal ortamlarda sorunlarıyla yüzleştirerek etkili müdahaleler sunmaktadır. Örneğin, uçuş fobisi yaşayan bir kişi, VR gözlükleriyle simüle edilmiş bir uçuşa çıkarılarak bu korkusunu kontrollü şekilde aşabilir (Maples-Keller et al., 2017). Otizm spektrum bozukluğunda sosyal etkileşim becerileri için geliştirilen sanal senaryolar da önemli gelişmelerdendir. Fizyoterapi alanında ise oyunlaştırılmış VR egzersizleri, hareket kabiliyeti kısıtlı bireylerde motivasyonu ve tedaviye katılımı artırmaktadır. Microsoft’un HoloLens teknolojisiyle geliştirilen uygulamalar, gerçek zamanlı geribildirim sunarak bireye özel tedavi ortamları sağlamaktadır. Tıp eğitiminde metaverse’in dönüştürücü etkisi büyüktür. Öğrenciler, sanal kadavralar üzerinde diseksiyon yapabilir, üç boyutlu anatomi laboratuvarlarında derinlemesine eğitim alabilir (Radianti et al., 2020). Bu simülasyonlar, hata yapma riski olmadan öğrenmeyi mümkün kılarken, acil durum senaryolarında ekip içi iletişim becerilerinin gelişimini de destekler. Uzaktan Sağlık Hizmetleri: Sınırları Aşmak Pandemi süreciyle hız kazanan uzaktan sağlık hizmetleri, metaverse ile daha etkileşimli bir yapıya dönüşmektedir. Artık sadece video konferanslar değil, sanal muayene odalarında avatarlar aracılığıyla gerçekleşen etkileşimler söz konusu. Bu “sanal klinikler”, özellikle psikolojik danışmanlıkta daha samimi ve etkili bir ortam sunmaktadır. ABD merkezli XRHealth platformu, anksiyete ve kronik ağrı gibi rahatsızlıklarda VR tabanlı tedaviler sunarak bu alanda öncülük etmektedir (XRHealth, 2022). Fırsatlar: Erişim, Eğitim ve Kapsayıcılık Metaverse’in sunduğu en büyük avantajlardan biri erişim olanaklarını genişletmesidir. Kırsal bölgelerde ya da hareket kısıtlılığı olan bireylerde, sanal ortamlar sağlık hizmetine ulaşımın önündeki fiziksel engelleri ortadan kaldırır. Örneğin, bir uzman hekime gitmekte zorlanan birey, avatarı aracılığıyla bu hizmete kolayca erişebilir. Ayrıca, sanal ortamlar kişiselleştirilmiş öğrenmeye olanak tanır. Hem öğrenciler hem de hastalar, kendi hızlarında öğrenebilir ya da tedavi sürecine daha aktif katılabilir. Bu esneklik, motivasyonu ve başarıyı artırmaktadır (Mantovani et al., 2003). Zorluklar ve Etik Sınamalar Her teknolojide olduğu gibi, metaverse kullanımında da bazı riskler söz konusudur. Öncelikli mesele veri güvenliğidir. Sanal ortamlarda sağlık bilgileri işlenmekte, depolanmakta ve zaman zaman üçüncü taraflarla paylaşılmaktadır. Bu da mahremiyet ihlalleri gibi etik sorunları gündeme getirmektedir (Lake et al., 2024). Bir diğer önemli nokta ise dijital eşitsizliktir. VR cihazları ve yüksek hızlı internet bağlantısı herkes için ulaşılabilir değildir. Bu durum, metaverse'in sunduğu fırsatların toplumun sadece belirli kesimleriyle sınırlı kalmasına yol açabilir. Ayrıca uzun süreli sanal ortamlarda bulunmanın, özellikle genç bireylerde gerçeklik algısını bozabileceği ve psikolojik sorunlara yol açabileceği de göz önünde bulundurulmalıdır. Gelecek Perspektifi: Türkiye ve Dünya Örnekleri Metaverse teknolojileri sağlıkta birçok ülke tarafından aktif biçimde test edilmektedir. Güney Kore, “Metaverse Hospital” projesi ile sağlık hizmetlerini sanal ortama taşımayı hedeflerken; İngiltere’de bazı tıp fakülteleri, sanal cerrahi uygulamalarını eğitim müfredatına entegre etmiştir. Türkiye’de ise VR destekli tıp ve hemşirelik eğitimleri sınırlı bazı kurumlarda başlamıştır. Ancak daha geniş kapsamlı entegrasyon için hem teknoloji yatırımlarına hem de düzenleyici politikalara ihtiyaç duyulmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO, 2021) dijital sağlık stratejisine göre, bu tür teknolojilerin etkili kullanımı için kapsayıcı, etik ve bilim temelli yaklaşımlar gerekmektedir. Gerçekliğin Sanal Hâli Mümkün mü? Metaverse, sağlık alanında tedavi süreçlerinden eğitime, erişimden psikolojik desteğe kadar çok yönlü çözümler sunan güçlü bir teknolojidir. Ancak bu teknolojinin başarıyla uygulanabilmesi için, insan merkezli tasarım, güvenli altyapı ve etik ilkeler vazgeçilmezdir. Aksi halde, potansiyel fırsatlar, yeni eşitsizlikler ve dijital bağımlılıklar yaratabilir. Sağlıkta metaverse devrimi mümkündür; ama bu devrim, bilimsel akıl ve sosyal sorumlulukla şekillenmelidir. Dr. Öğr. Üyesi Canan Bulut / İKÜ / c.bulut@iku.edu.tr Kaynaklar: Bailenson, J. N. (2018). Experience on Demand: What Virtual Reality Is, How It Works, and What It Can Do. W. W. Norton & Company. Joda, T., Gallucci, G. O., Wismeijer, D., Zitzmann, N. U., & Zembic, A. (2020). Augmented and virtual reality in dental medicine: A systematic review. Computers in Biology and Medicine, 113, 103748. https://doi.org/10.1016/j.compbiomed.2019.103748 Lake, K., McKittrick, A., Desselle, M., Bo, A. P. L., Abayasiri, R. A. M., Fleming, J., ... & Kim, D. D. (2024). Cybersecurity and privacy issues in extended reality health care applications: Scoping review. JMIR XR and Spatial Computing (JMXR), 1(1), e59409. https://doi.org/10.2196/59409 Mantovani, F., Castelnuovo, G., Gaggioli, A., & Riva, G. (2003). Virtual reality training for health-care professionals. CyberPsychology & Behavior, 6(4), 389–395. https://doi.org/10.1089/109493103322278772 Maples-Keller, J. L., Bunnell, B. E., Kim, S. J., & Rothbaum, B. O. (2017). The use of virtual reality technology in the treatment of anxiety and other psychiatric disorders. Harvard Review of Psychiatry, 25(3), 103–113. https://doi.org/10.1097/HRP.0000000000000138 Mystakidis, S. (2022). Metaverse. Encyclopedia, 2(1), 486–497. https://doi.org/10.3390/encyclopedia2010032 Radianti, J., Majchrzak, T. A., Fromm, J., & Wohlgenannt, I. (2020). A systematic review of immersive virtual reality applications for higher education: Design elements, lessons learned, and research agenda. Computers & Education, 147, 103778. https://doi.org/10.1016/j.compedu.2019.103778 World Health Organization. (2021). Global strategy on digital health 2020–2025. https://www.who.int/publications/i/item/9789240020924 XRHealth. (2022). Virtual reality therapy solutions. https://www.xr.health