Haberler
Bilim & Teknoloji
Yaşam
Kültür & Sanat
Haberler
Bilim & Teknoloji
Kültür & Sanat
Omanda yürümek bağırsak mikroplarımızı nasıl değiştiriyor? Görme duyumuzla iyileşme oranımız arasında doğrudan bir ilişki var. Shinrin-Yoku ya da orman banyosu… İnsanın tüm duyularıyla kendini doğaya ve yeşile bırakmasına olanak tanıyıp, farkındalık yaratan bir meditasyon biçimi. Çeşitli araştırmalar doğayla iç içe olmanın sağlığımıza çok ciddi yararlar sağladığına işaret etse de, bunun klinik uygulama ortamına taşınması olası mıdır? Doğaya tüm duyularımızla sarılmak çok farklı sorunlardan yakınan kişiler için etkili bir sağaltım seçeneği olabilir mi? Oxford Üniversitesi biyoçeşitlilik uzmanlarından Kathy Willis’in Good Nature başlıklı yeni kitabında bu konular irdeleniyor. Kitapta doğayla çevrelenmiş olmanın sağlığa yararları ve hastalara doğada zaman geçirmenin sağaltımın bir parçası olarak önerilebileceği somut kanıtlarla ortaya konuyor. Willis, doğanın farklı biçimlerinin insan bedeniyle nasıl bir etkileşime girdiği, ağaca dokunmanın insanı nasıl daha dinginleştirdiği, çam ormanında yürüyüş yapmanın uzun süreli etkileri ve kent gürültüsünün insanı neden huzursuz ettiği gibi çok çeşitli konulara açıklık getiriyor. Willis, doğa ekosistemine ilişkin hükümetler arası bir proje üzerinde çalışırken, ilgisini çeken bir makaleye rastlamış. Bir hastane odasında pencereden dışarı bakıp ağaçları görebilen safra kesesi ameliyatı geçirmiş hastalarının odanın ağaçları görmeyen duvara bakan hastalara göre çok daha hızlı iyileştiklerinin saptandığı bu makale onu bu konuda çalışmaya yönlendirmiş. Görme dışında diğer duyuların rolü Doğayla görsel bir ilişki kurulduğunda bedende ağrıyı azaltıp iyileşmeyi hızlandıran bir düzeneğin devreye girdiğini belirten Willis, görmenin dışında başka duyuların da, örneğin, doğayı koklamanın, ona dokunmanın ya da işitmenin de hastalığın iyileşme hızını etkileyip etkilemediğini araştırmaya koyulmuş Bu süreçte duyuların doğanın belirli türleriyle etkileşime girmesinin bedende kesinlikle çapıcı değişimlere yol açtığına ve bunun kendiliğinden gelişen bir tepki olduğuna tanık olmuş. Örneğin hormonların düzeyinde bir değişim oluyor, adrenalin hormonu azalıyor ya da kalp atım hızı değişkenliği artıyormuş. Willis kitabında tüm bu olup bitenleri niceliksel kanıtlarla sunmaya çalışıyor. Willis’e göre, yeşile-özellikle de yeşil ve beyaz yapraklara-bakmak insana iyi geliyor. Bu görselleştirme üç yolak aracılığıyla etkili oluyor. İlki otonom sinir sistemini etkiliyor ve böylelikle kalp atış hızıyla kan basıncı düşüyor. İkincisi endokrin sistemini-hormonları-etkiliyor ve örneğin gerginliğin göstergesi olan tükürük bezlerindeki amilaz düzeylerinde bir değişime neden oluyor. Üçüncüsü de, insanların daha dingin ve kaygı düzeylerinin daha düşük olduğunu gösteren ruhsal göstergeleri etkiliyor. Willis insanlarda bu tepkilerin evrilmiş olabileceğine, sürecin en ilginç yönünün farklı çevrenlere farklı tepkiler verilmesi olduğuna dikkat çekiyor. Araştırmalar ufuğa bakıldığında gözlerin fraktal boyutu (görüntüdeki ayrıntının karmaşıklığını) algıladığını ve kendiliğinden orta karmaşıklıkta fraktal boyutlara (1.3) yöneldiğini gösteriyor. Deneylerde insanların seçimlerini her zaman, kentsel ya da tropikal görüntülerden çok, yer yer ağaçlıklı açık alan görüntülerinden yana yaptıkları, bu görüntülerin dinginliği arttırdığı görülüyor. Ancak doğanın yalnızca belirli türleri bu etkiyi yaratıyor. Bu bağlamda koku alma duyusunun şaşırtıcı bir etki yarattığına dikkat çeken Willis, bir bitkinin kokusunu içimize çektiğimizde gerçekte uçucu organik bileşiklerin akciğerlerden çıkarak kana karıştığını, bu yüzden çam ormanında gezinmenin kandaki pinen düzeylerini arttırdığını belirtiyor. Sonuçta, herhangi bir sorun için (örneğin, kaygı için) verilen reçeteli bir ilaçla aynı biyokimyasal yolaklar etkileşime girmiş oluyor. Deneyler özellikle servi ve sedir türü ağaçların kokusunu içe çekmenin yalnızca adrenalin hormonu düzeylerinde bir düşüşe neden olmakla kalmayıp, kanser ve virüslere saldıran kandaki doğal öldürücü hücreleri de arttırdığını ortaya koyuyor. Oncotarget dergisinde yayımlanan bir araştırma servi ormanlarına yakın yerlerde yaşayanların daha sağlıklı olduklarını ve bu kişilerde otoimmün hastalıklara daha az tanık olunduğunu ortaya koyuyor. Bu ormanlarda beş saatlik bir yürüyüş kandaki öldürücü hücrelerde çarpıcı bir artışa yol açarak, sağlığa uzun erimli yararlar sağlıyor. Öte yandan, yapay bitkilerin de sağlığa herhangi bir yarar sağlayıp sağlamayacağını anlamak için Japonya’da yapılan bir araştırma görüntüleri doğalı aratmayacak denli inandırıcı polyester bitkilere bakmanın herhangi bir yarar sağlamadığına işaret ediyor. Bu da, bilinç altında olsa bile, kokunun ciddi bir fark yarattığı anlamına geliyor. Finlandiya’da yapılan bir başka araştırma, çevresel biyoçeşitlilik ne denli yüksek olursa bağırsak mikrobiyomundaki çeşitliliğin de o oranda arttığını ortaya koyuyor. Bağırsak floramızın yalnızca %7’sinin kalıtımsal olduğu ve geri kalanının çevresel unsurlarla belirlendiği düşünülürse, hepimizin yeşilliklere yakın yaşamasında gerçekten de yarar var. Masada çiçeklerle dolu ufacık bir vazo bile size ilaç gibi gelebilir. Rita Urgan Kaynak: https://www.livescience.com/health/a-direct-relationship-between-your-sense-of-sight-and-recovery-rate-biologist-kathy-willis-on-why-looking-at-nature-can-speed-up-healing
Baltık Denizi’nde yıllardır tek başına yaşadığı tespit edilen yunusun kendi kendine konuşması yalnızlığının bir göstergesi olabilir... Oldukça geniş bir dağılım alanına sahip olan ve genelde göletlerde yaşayan şişe burunlu yunuslar ya da diğer adıyla afalinalar (Tursiops truncatus ) sosyal canlılar . Ancak 2019 yılında Danimarka’da yerel halk tarafından Delle adı verilen ve tek başına yaşayan erkek bir yunusun Funen Adası’nın güneyindeki Svendborgsund kanalında gezinmeye başladığı görüldü. Bu bölge şişe burunlu yunusların alışılagelmiş yaşam alanlarının dışındaydı ve o yakınlarda başka hiçbir yunusa tanık olunmamıştı. Tek başına yaşayan yunusun varlığının Baltık Denizi’nde yaşayan bir başka yunus türü olan liman yunuslarını (musurlar) nasıl etkilediğini anlamak amacıyla suyun altına kayıt aygıtları yerleştiren araştırmacılar Delle’nin çeşitli sesler çıkardığını duyunca dehşete kapıldılar. Uzmanlık konusu memeli deniz hayvanları olan ve araştırmayı yürüten Güney Danimarka Üniversitesi yaşambilimci Oleg Filatova, “Uzaktan gelebilecek birkaç ıslık sesini ya da başka tınıları yakalayabilirim düşüncesiyle suyun altına ek bir aygıt yerleştirdiğimde binlerce ses kaydedeceğim aklımın ucundan bile geçmedi,” diyor. Araştırmacılar 8 Aralık 2022 ile 14 Şubat 2023 arasındaki 69 günlük süre içinde, aralarında iletişim kurmayla bağlantılı çeşitli seslerin de yer aldığı 10,833 farklı ses belirlediler. Bu sesler arasında 2,291 ıslık sesine, kimi zaman saldırganlıkla bağdaştırılan hızlı bir dizi tıklamadan oluşan 2,288 ani patlama sesine, 5,487 düşük frekanslı ses ve 767 vurma sesine tanık olundu. Çalışmadan elde edilen bulgular 31 Ekim tarihli Bioacustics dergisinde yayımlandı. 3 farklı ıslık sesi Yunusun çıkardığı bu seslerin arasında üç farklı ıslık sesine tanık olundu. Filatova, “Şişe burunlu yunusların kendilerine özgü olduğu bilinen ve tıpkı ad gibi her bireye özel olduğuna inanılan ‘imza ıslıkları’ vardır. Delle’nin yalnız olduğunu bilmesek en az üç yunustan oluşan bir topluluğun iletişimde olduğu sonucuna varabilirdik,” diyor. Filatova iletişimle bağlantılı sesler duymayı hiç beklemiyordu, ama duydukları genelde iletişimsel nitelikte seslerdi ve bu da en az iki yunusun birbirleriyle “konuştuğu” anlamına geliyordu. Oysa, Delle tek başınaydı. Araştırmacılar önce yunusun bölgenin yerlisi bir kürek sörfçüsü ile iletişim kurmaya çalıştığını düşündüler. Ancak gece de kayıt yapmayı sürdürdüklerinde suda tek bir insan yoktu. Başkalarına göre elde edilen bu sonuçlar tümüyle şaşırtıcı değildi. Çalışmada yer almayan Sussex Yunus Projesi’nin yöneticisi Thea Taylor, “Yunuslar çok farklı sesler çıkaran canlılar olduğundan, yunusun tek başına olmasına karşın ses çıkarması beni hiç de şaşırtmadı. Avlanma ve çevrelerinde olup bitenleri algılama gibi temel etkinliklerde seslere bel bağlayan yunuslar, uzak mesafelerle iletişim kurmak için de seslerden yararlanırlar,” diyor. Hala gizemini koruyor Yalnız yunusun neden öylesine çok ses çıkardığı gizemini koruyor. Filatova, “Yunus ya kendi başına konuşuyor olabilir, ya da bu sesler-tıpkı gülünç bir şey okurken bizlerin çevrede kimse olmadığında bile çıkardığı sesler gibi-belli bir duygunun tetiklediği istemsiz sesler olabilir,” diyor. Bir başka görüş de, Della’nın yakınındaki başka yunusların ilgisini çekme umuduyla bir tür çağrıda bulunma sesleri çıkardığı yönündeydi. Ancak araştırmacılara göre böyle bir durumun söz konusu olması görünürde çok düşük bir olasılıktı, çünkü üç yıldır orada yaşayan yunusun yörede başka yunusların olmadığını çoktan öğrenmiş olması gerekirdi. Yunusun çıkardığı seslerin istem dışı duygusal sinyaller olabileceği görüşünün araştırmanın en ilginç unsuru olduğuna dikkat çeken Taylor, “Bu görüş yunusların doğada sergiledikleri davranışları ve yaşadıkları duyguları daha iyi anlayabilmek için onların iletişim biçimlerinden yararlanıp yararlanamayacağımız konusunda birçok soruyu da beraberinde getiriyor,” diyor. Filatova da, bilim insanlarının tek başına yaşayan yunuslara toplum dışına itilmiş ya da sıra dışı canlılar gözüyle baktıklarına ve bu yüzden çıkardıkları sesleri de belgelenmeye değer görmeyip pek sık kaydetmediklerine dikkat çekiyor. Rita Urgan Kaynak: https://www.livescience.com/animals/dolphins/dolphin-in-the-baltic-sea-has-been-talking-to-himself-and-researchers-think-its-a-sign-hes-lonely
Bir Mars meteoritindeki mineraller, hidrotermal aktiviteye dair jeokimsayal kanıtlar sundu. Güneş sisteminin ilk zamanlarında Mars’ta da belki Dünya’da olduğu gibi göller, nehirler ve hatta geniş bir okyanus vardı. Teorik olarak o dönemde komşu gezegende ilkel bakteriyel yaşam ortaya çıkmış olabilirdi. Fakat Kızıl Gezegen’deki yaşama elverişli çağın üzerinden çok zaman geçti: 3,5 milyar yıl kadar önce iklim istikrarsız hale geldi, Mars iyice soğudu, atmosfer inceldi ve bir zamanlar sıvı olan su dondu, zemine sızdı veya gaz olarak uzaya savruldu. Mars’ın daha ılıman, potansiyel olarak yaşama elverişli geçmişine dair kanıtlar artık yalnızca eski yüzey biçimleri, buz birikintileri, kayalar ve mineraller biçiminde bulunabilmekteler. Kızıl Gezegen’in ilk dönemlerine ait Mars meteoritleri, gezegenin o zamanlar neye benzediğine dair ipuçları verebiliyor. Mars’ın ilk dönemlerine ait böyle bir “zaman kapsülü”, Sahra’da bulunan Mars göktaşı NWA7034. Koyu renkli göktaşı, alışılmadık derecede yüksek su içeriğine sahip volkanik kayadan oluşuyor ve yaklaşık 4,4 milyar yıl önce Mars’ta oluşan mineralleri içeriyor. Daha sonraki bir çarpışmada uzaya savrulan bu kaya parçası nihayetinde Dünyaya düşmüştü. Curtin Üniversitesi’nden (Avustralya) Jack Gillespie ve ekibi, bu meteoritin geldiği bölgenin nasıl göründüğü öğrenmek için kimyasal ve izotop analizleriyle NWA7034’deki minik zirkon taneciklerini analiz etti. Analizler demir, alüminyum ve sodyum gibi elementlerin yanı sıra manyetik kalıntılarda da çarpıcı bir birikim olduğunu gösterdi. Bu elementler mineral taneciklerinin içine bir büyüme halkası şeklinde toplanmış. Bu elementlerin bulunduğu büyüme bölgeleri, magmatik ortamlardan gelen zirkon yatakları için alışılmadık bir durumdur. Bunun yerine birikme modeli, sıcak sıvıların varlığında kristalleşe karasal zirkonunkine benziyor. Böylece 4,45 milyar yıl önce Mars’ta sıcak kaynak suyuna ait kanıtlar bulmuş olduk diyor araştırmacılar. Bu da Mars’ın erken dönemlerde sadece volkanların değil, aynı zamanda Dünyanın erken dönemlerindekine benzer hidrotermal kaynakların da bulunduğunu kanıtlıyor. Dünyadaki hidrotermal sistemlere benzer şekilde, bu kaynaklardan gelen sıvılar mineraller açısından zengindi ve Mars göktaşı örneğinde olduğu gibi özellikle de bol miktarda metal içeriyordu. Mars göktaşı, Mars’ın oluşumundan kısa bir süre sonra, 4,4 milyar yıl önce kabuğunda sıvı, ılık suya sahip olduğunda dair kanıt sunmuş oldu. Ki bu da Kızıl Gezegen’de ilk hücrelerin ve ilk yaşam biçimlerinin oluşabileceği yerlerin erken dönemde var olabileceği anlamına geliyor. Ancak bunu kesin olarak söylemek mümkün değil diyor araştırmacılar. Kaynak: https://www.science.org/doi/10.1126/sciadv.adq3694
Islandığında hızla sarsılıp üzerindeki suları çevresine sıçratarak atmaya çalışan köpeklere sıklıkla tanık olmuşsunuzdur. Bilim insanları ıslanan köpeklerin neden böyle bir davranışta bulunduklarını açıklığa kavuşturdular. Yeni bir araştırmaya göre, “ıslak köpek silkelenmesi” memelilerin derilerinde bulunan C-LTMR adlı alıcıdaki bir kusurdan kaynaklanıyor. Söz konusu alıcıdaki bu kusur, kedilerden köpeklere ve farelere, boynunun arkası sıvıyla uyarılan her türden tüylü ya da kürklü hayvanın şaşırtıcı benzerlikte bir silkinme davranışında bulunmasına neden oluyor. Harvard Üniversitesi Howard Hughes Tıp Enstitüsü doktora öğrencilerinden Dawei Zhang ve arkadaşları tarafından yürütülen ve 7 Kasım’da Science dergisinde yayımlanan araştırmada, bilim insanları önce farelerin genlerinde değişiklikler yaparak derilerindeki ya mekanik güçleri belirleyici kanalları, ya da sıcaklık değişimlerini belirleyici alıcıları devre dışı bıraktılar. Sonuçta, sıcaklık değişimlerini saptama becerisinden yoksun farelerin boyunlarına yağ damlacıkları serpildiğinde yine de silkelendikleri görülürken, mekanoreseptör kanalları yok edilen farelerde bu davranışa tanık olunmadı. Araştırmacılar kısaca C-LTMR olarak bilinen C-lif-düşük eşikli mekanoreseptörler adlı sinir türünü uyardıklarında farelerin ansızın duş almışçasına silkelendiklerine tanık oldular. Bu bulguyu kesinleştirmek amacıyla C-LTMR’lerden yoksun fareler ürettiklerinde de, üzerlerine su serpildiğinde bu farelerin %58 oranında daha az silkelendiklerini gördüler. C-LTMR alıcılarının uzun süre gizemini koruduğunu belirten Zhang, 80 yıl önce yapılan araştırmalar ışığında bunların gıdıklanma duyusu yarattıklarından kuşkulanıldığına, ancak hayvanların bu uyarılmayı nasıl deneyimlediklerinin açıklanamadığına dikkat çekiyor. Araştırmalar insanlardaki C-mekanoreseptörler adlı benzer alıcıların tene hafif dokunuşların verdiği hazla bağlantılı olduğuna işaret ediyor. C-LTMR alıcıları kürklü hayvanların kıl köklerinden gelen sinyalleri aktardığından, bu yeni araştırma söz konusu alıcıların asalaklar ya da su damlacıkları gibi rahatsız edici minik uyarımları belirlemek üzere uzmanlaşmış olabileceklerine işaret ediyor. Zhang, “Silkinme, temelde, hayvanların tüylerindeki olası zararlı uyarıcılardan kurtulmalarına yarayan bir savunma sistemi işlevini görüyor,” diyor. Gizemini koruyan bir başka soru da, ıslak köpeklerin üzerlerindeki suyu atmaya çalışırlarken neden insanların yanı başlarına geldikleri ki, bunu yanıtlamak çok daha güç olsa gerek. Rita Urgan Kaynak: https://www.livescience.com/animals/dogs/we-finally-know-why-dogs-shake-when-theyre-wet
Fourier Intelligence’ın geliştirdiği GR-2 donanım, tasarım ve yazılımda önemli iyileştirmelerle birlikte geldi. Şirketin CEO’su Alex Gu, GR-2’yi “insansı robotiğin geleceğine doğru büyük bir adım” olarak nitelendiriyor.
Etik sözcüğü Yunanca “kişilik, karakter” anlamına gelen “ethos” sözcüğünden türemiş olup, doğru davranışlarda bulunmak, iyi bir insan olmak ve insani değerler hakkında düşünme pratiği olarak tanımlanmaktadır. Her ne kadar birbirlerinin yerine kullanılsalar da ahlak ve etik farklı kavramlar olarak değerlendirilebilir. Etik, daha çok felsefenin bir alanı olarak, doğru bir biçimde yaşamaya dair yapılan araştırmaları ve bu alanda geliştirilmiş fikirleri kapsarken; ahlak, toplumsal kabuller, gelenekler, varsayımlar, kurallar ve yasalar üzerine kuruludur (Vikipedi Özgür Ansiklopedi “Etik” maddesi). Yargıda etik ilkeler ise yargıcın davranış ilkeleri olarak isimlendirilmiş, uluslararası belgeler (Bangolar Yargı Etiği İlkeleri) ve ulusal belgelerde (Hakimler ve Savcılar Kurulu, Türk Yargı Etiği Bildirgesi) yer almıştır. Bunlar bağımsızlık, tarafsızlık, dürüstlük, mesleğe yaraşırlık, eşitlik, ehliyet ve özendir. Bu ilkeler bir yargıcın görevini yerine getirirken ve görevi dışında uyması gereken yargısal (etik) ilkelerdir (Prof. Dr. Sibel İNCEOĞLU, Yargıcın Davranış İlkeleri, Beta Yayınları, İstanbul 2008). Bir yargıcın etik davranışlarını belirleyen nitelikleri ise eski hukukta (Mecelle) belirlenmiş olup günümüzde de geçerliliklerini korumaktadır. Buna göre yargıç bilge, hak ve adalet üzerine hükmedebilen, akıllı, zeki, doğru, dürüst, güvenilir, vakarlı, saygın, sağlam, kendine güvenen olmalıdır. Yargıcın, yargılama sürecinde yaptığı iş muhakemedir. Muhkeme, öncelikle zihinsel bir faaliyettir. Bunun için mantık kurallarından ve tecrübeden yararlanılır. Doğru düşünme kurallarına göre gerçeğe ulaşma yollarını gösteren mantığa göre hüküm verme, zihnin doğruyu yanlıştan ayırt etme işlemidir (KUNTER/YENİSEY/NUHOĞLU, Ceza Muhakemesi Hukuku, Beta, İstanbul 2009, s.625). Uyuşmazlık konusu olayda (dava), iddia (tez) ve savunmanın (antitez) bütün delilleri, hukuk kurallarıyla birlikte ve hukuka uygun biçimde yargıcın zihninde analize tabi tutulur ve sonuçta bir yargıya (sentez) varılır. Bu sonuç, hüküm ya da karar olarak ortaya çıkar. Burada yargıcın takdir yetkisi devreye girer. Hukukta hiçbir olay (dava) aynı olmadığı gibi, kişi (şikayetçi, sanık, davacı, davalı vb) de aynı değildir. Dolayısıyla yargıcın takdiri de sonuca (hüküm/karar) etkili olabilecektir. Burada yargıcı bağlayan etik kurallar söz konusudur. Sonuç olarak yargıcın maddi gerçeği ortaya çıkarmak amacıyla, mantık ve tecrübe kuralları içerisinde, hukuka ve etik ilkelere bağlı olarak yürüttüğü zihinsel faaliyetler muhakeme olarak karşımıza çıkar. Yapay zekanın rolü ne? Yapay zeka (Artificial Intelligence-AI) genel olarak düşünme, anlama, yorumlama ve öğrenme gibi insan zekası ile gerçekleştirilen işlemlerin bilgisayar programları aracılığıyla gerçekleştirilmesi olarak tanımlanmaktadır. Başka bir deyişle yapay zeka, dışardan aldığı verileri yorumlama, bunlardan çıkarım yaparak öğrenme ve öğrendiklerini kullanma yetisine sahip bir sistemdir. Bir çeşit insan zekasını taklit ederek çalışır ve bunu algoritmalarla gerçekleştirir. Son dönemlerde yapay zeka alanındaki gelişmelerin hız kazanması “derin öğrenme” olarak nitelendirilen, insan beyninin yapısı ve işlevinden hareketle oluşturulan yapay sinir ağlarının kullanılmasına dayanan öğrenme tekniğinin uygulamaya konulması etkili olmuştur. Dijital teknolojilerdeki olağanüstü gelişmeler sonucu yapay zeka sistemleri hayatın her alanında yaygın şekilde kullanılmaya başlanmıştır. O nedenle ABD, Çin ve Avrupa Birliği’nde çıkartılan yasalarla çağımız “Yapay Zeka Çağı” olarak adlandırılmıştır. Yapay zeka sistemlerinin hukukta kullanılması da kaçınılmaz olmuştur. Yapay zekanın hukuk alanında kullanımıyla ilgili dergimizin 363 ve 385. sayılarında iki yazımız yayımlanmıştı. Orada da belirttiğimiz gibi, hukukta yapay zekanın kullanılması karar alma süreçlerinde önem arz etmektedir. Bu konuda henüz yaygın bir uygulamaya geçilememiştir. ABD, İngiltere, Yeni Zelanda ve Çin’de, bazı küçük ticari uyuşmazlıklar ve trafik suçlarında yapay zeka sistemleri deneme amaçlı olarak kullanılmış ve uyuşmazlıkların yapay zekayla donatılmış makinalar (Robot Yargıç!) tarafından çözümlenmesi yoluna gidilmiştir. Bu uygulama henüz yaygınlaşmamıştır. Ancak dijital teknolojilerdeki gelişmeler yakın gelecekte yapay zekayla donatılmış robot yargıçların yargısal karar süreçlerinde daha fazla kullanılabilecekleri de öngörülmektedir. Bu durum öğretide bazı tartışmalara yol açmaktadır. Özellikle makinelerin/bilgisayarların hüküm/karar verme noktasında yargı etiği ilkeleri yönüyle yaşanabilecek olumlu/olumsuz durumlar değerlendirilmektedir. Önümüzdeki sayıda bu alandaki değerlendirme ve düşüncelerimizi aktaracağız. Dr. Enver Kumbasar
Yapay zeka ile kanser tespiti Araştırmacılar, tümör hücreleri içindeki binlerce genin aktivitesini tahmin edebilen yapay zekâ (YZ) destekli bir hesaplama programı geliştirdiler. Kanser tespiti için pahalı gen testlerinin yerini alabilir. Patologlar, kanserin türünü ve ciddiyetini belirleyebilmek için genellikle tümör biyopsisinden alınan örnekleri mikroskop altında inceliyor. Tümörün büyümesini yönlendiren genomik değişikliklerin belirlenmesi ise tümörden izole edilen RNA’nın genetik dizilimini gerektiriyor ve bu süreç haftalar sürebiliyor. Ayrıca binlerce dolara mal oluyor. Ancak bu düzen değişecek gibi görünüyor. Stanford Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden araştırmacılar, yalnızca biyopsinin mikroskopi altındaki görüntülerine dayanarak tümör hücreleri içindeki binlerce genin aktivitesini tahmin edebilen yapay zekâ (YZ) destekli bir hesaplama programı geliştirdi. 16 farklı kanser türüne ait 7.584 kanser biyopsi örneğinden elde edilen veriler kullanılarak geliştirilen araç, ilk aşamada meme kanserindeki genetik varyasyonları tahmin etmek için rutin olarak toplanan biyopsi görüntülerinin kullanılabileceğini gösteriyor. Nature Communications’ta yayımlanan makalenin yazarı olan biyomedikal veri bilimi profesörü Olivier Gevaert, “Bu tür bir teknoloji, hastaların tümörlerindeki gen imzalarını hızlı bir şekilde tanımlamak, klinik karar verme sürecini hızlandırmak ve sağlık sisteminde binlerce dolar tasarruf sağlamak için kullanılabilir,” diyor. Modelin bazı tümör türleri için klinikte faydalı olabilecek düzeye ulaştığını belirten Gevaert, bu teknolojinin meme kanseri için ne kadar yararlı olabileceğini gösterdiklerini, artık bunun tüm kanser türleri için kullanılabileceğini söylüyor ve ekliyor: “Bu daha önce sahip olmadığımız tamamen yeni bir veri kaynağı.” Kaynak: https://scitechdaily.com/stanfords-new-ai-tool-could-replace-costly-cancer-gene-tests/ Yenilikçi yutulabilir kapsüller yolda İlaçları doğrudan bağırsağa ileten kapsüller kalamar ve ahtopotların itici mekanizmalarından esinlenerek geliştirildi Massachusetts Institute of Technology (M.I.T) ve Novo Nordisk araştırmacıları, kalamar ve ahtopotların itici mekanizmalarından esinlenerek yenilikçi bir yutulabilir kapsül geliştirerek dikkatleri üzerlerine çekiyor. İlaçları doğrudan mide duvarına veya sindirim sistemindeki diğer organlara salacak şekilde tasarlanan bu kapsül, genellikle enjeksiyon gerektiren ilaçlara karşı iğnesiz bir alternatif ortaya sunuyor. Yıllardır bu tür ilaçları kapsülleyerek güvenli bir şekilde hedefe ulaştıracak ürünler geliştirmeye odaklanan M.I.T araştırmacıları, kalamar ve ahtapotların kendilerini ileri itmek için kullandığı süreci gözlemleyerek sindirim sisteminin farklı bölümlerini hedef alan iki tip kapsül geliştirmiş durumda. Farklı işlevlere hizmet eden ve biri 80, diğeri 200 mikrolitreye kadar ilaç tutabilen bu kapsüller, iğne kullanımını ortadan kaldırıp olası doku hasarını en aza indirerek alanda yeni bir yaklaşım sunuyor. Araştırmacılar bu yutulabilir kapsüllerin, insülin veya diğer enjeksiyon tedavilerine ihtiyaç duyan hastalar için pratik bir çözüm olduğunu düşünüyor. Bu yaklaşım aynı zamanda keskin nesnelerin nasıl bertaraf edileceğine yönelik büyük bir atık sorununu da ortadan kaldırma potansiyeli taşıyor. Kaynak: https://interestingengineering.com/health/mit-develop-capsule-removes-injections Ameliyat videolarıyla eğitilen robot Johns Hopkins ve Stanford Üniversiteleri’nden oluşan bir ekip, cerrahi prosedürleri doktorlarla aynı beceriyle gerçekleştirebilen bir robot geliştirdi. Bu sayede ilk defa bir robot, insan doktorlarla karşılaştırılabilecek bir beceri seviyesine ulaşmış oldu. Robotu ameliyat videoları kullanarak eğiten araştırmacılar, söz konusu robotun geniş bir cerrahi video arşivinden öğrenmesine olanak tanıyan ve her hareketi programlama ihtiyacını ortadan kaldıran “taklit öğrenme” tekniğinden yararlanmış durumda. Bu teknik, robotların gözlemleyerek öğrenebileceği bir robotik cerrahi sürecine doğru gittiğimize ve bir gün karmaşık ameliyatların insan yardımı olmadan gerçekleştirebileceğine işaret ediyor. Bu yaklaşım, insan kaynaklı tıbbi hataları azaltan ve operasyonlardaki hassasiyeti artıran otonom robotik ameliyatlara doğru önemli bir atılıma karşılık geliyor. “Bu modele sahip olmak gerçekten büyüleyici,” diyen araştırmanın kıdemli yazarı olan Axel Krieger ise bunun tıbbi robot biliminde yeni bir sınıra doğru atılmış önemli bir adım olduğuna inandıklarını belirtiyor. Kaynak: https://interestingengineering.com/health/mit-develop-capsule-removes-injections Dünyanın en hızlı süper bilgisayarı: Nükleer bombaları simüle edecek El Capitan süper bilgisayarının muazzam hesaplama gücü, ABD'nin nükleer caydırıcılığını desteklemek için kullanılacak Kaliforniya'daki Lawrence Livermore Ulusal Laboratuvarı (LLNL), herhangi bir süper bilgisayardan daha fazla olan 1.742 exaFLOPS kapasitesine sahip El Capitan'ı üretti. Makine, Enerji Bakanlığı'nın bir kolu olan Ulusal Nükleer Güvenlik İdaresi ile iş birliği içinde inşa edildi. Ajans, nükleer sırların Enerji Bakanlığı'ndan Çin'e sızdırıldığının keşfedilmesinin ardından 2000 yılında kuruldu. Sıkı güvenlik altında nükleer silah bilimi geliştirmeye odaklanıyor El Capitan, fiziksel nükleer testler yapmaya gerek kalmadan ABD nükleer caydırıcılığının etkinliğini garantilemek için gereken muazzam hesaplama gücünü sağlıyor. LLNL, şu ana kadarki en güçlü sistemi olan Sierra'da aylar sürecek olan nükleer patlamaların karmaşık, yüksek çözünürlüklü 3B simülasyonlarının El Capitan'da sadece birkaç saat veya gün içinde yapılacağını iddia ediyor. Kaynak: https://www.newscientist.com/article/2456779-worlds-new-fastest-supercomputer-is-built-to-simulate-nuclear-bombs/ Batuhan Sarıcan / batusarican@gmail.com