Haberler
Bilim & Teknoloji
Yaşam
Kültür & Sanat
Haberler
Bilim & Teknoloji
Kültür & Sanat
28 Temmuz 2021 tarihinde Manavgat’ta başlayan ve daha sonra ülkemizin pek çok noktasında çıkan orman yangınlarında Avrupa Orman Yangınları Bilgi Sistemi’nin (EFFIS) verilerine göre 178 bin hektar civarında, yani 1 milyar 780 milyon metrekare, başka bir ölçü ile yaklaşık 250 bin futbol sahası büyüklüğünde ormanlık alan yok oldu. 15 gün içinde 49 il ve birçok ilçede çıkan 15’i büyük olmak üzere 299 orman yangınında aynı zamanda tarım arazileri, seralar, yerleşim alanları da zarar gördü, 8 vatandaşımız hayatını kaybetti, yüzlercesi yaralandı ve binlerce hayvan can verdi. Orman yangınları ne yazık ki her yıl artarak devam ediyor. Sorun artık küresel bir sorun
Öncelikle filmi geriye sarıp geçmiş zamana kısa bir yolculuk yapalım ki anlamlı ve samimi bir sohbet atmosferi oluşsun. Malûmları olduğu üzere kaleme aldığımız metinler kısa sayılmaz, çoğunlukla sayfalar süren uzun metinlerdir. Uzun metinlerin nedeni, meramımızı yazılı metin aracılığıyla yekpare anlatabilmenin yolunun bundan geçmesidir. Mamafih uzun metinlerin okuyucusu sınırlıdır. Ancak bu vaziyet bizi hiç mi hiç rahatsız etmiyor. Çok okunan biri olmak derdinde değiliz çünkü. Sınırlı sayıdaki okuyucunun ağız tadıyla metni okuyabilmesi için ise, metinlerin akıcı ve anlaşılabilir olması icap eder. Bundan ötürü sohbet atmosferi oluşturmaya gayret etmekteyiz. Öteden beri söylenegelir: “Önce söz vardı.” Genel geçer hale gelmiş kalıpla (klişeyle) başlayıp
Anılar mı, yoksa fotoğraflar mı; yaşamın yanında soluk birer suret benzeri kalan küçük oyunların adı… Eski bir tahta ev, kırda yalnız ağaç, elindeki ekmeği kemiren çocuk, devrim yapan bulutlar, kentin en kalabalık caddesi, bir zamanlar uğruna her şeyi feda edebileceğinizi düşündüğünüz eski sevgili, su birikintilerinde yansıyan güneş, eski mezar taşları; geçen günlerimiz ve ömrümüz. Karşımıza çıkan her şeye bakacak, dinmez bir hırsla alıp eve götürmek isteyecek ve makinemizi çıkarıp fotoğrafını çekecektik. Anları mülk edinecektik, anıların geleceği için. Tarihin çarmıhına gerilmiş görüntüler, unutmayı ne kadar erteler? Hafıza anılara yaslanmadan sağlıklı işleyebilir mi… Nesne kaybolursa, fotoğraf daha mı değerlenir? Ve gelecek söylendiği
Fotoğraf, ışığın duyarlı bir yüzey üzerine düşmesiyle oluşan ve bu sayede görüntünün kalıcı hâle gelmesini sağlayan görsel bir ifade biçimidir. 1839 yılında Fransız Bilimler Akademisi’nde kamuoyuna duyurulmasının ardından, başta tıp, bilim, haber ve belgeleme olmak üzere pek çok alanda hızla kullanılmaya başlanmıştır. Bu alanlarda fotoğraf, belirli kurallara ve amaçlara hizmet eden teknik bir araç hâline gelirken, fotoğrafçının temel işlevi de gözlemlenen gerçekliği en doğru ve etkili biçimde kaydetmek olmuştur. Ancak fotoğraf, yalnızca objektifin gördüğünü kaydeden soğuk bir belge değildir. Tam tersine, insanın görsel algısına hitap eden güçlü bir ifade biçimi olarak da öne çıkar. İnsan, dünyayı önce görerek tanır; dili
‘Sualtı’ dendiğinde, yaşı kemale ermiş insanların aklına gelecek en önemli şahsiyet hiç kuşkusuz Jacques-Yves Cousteau (1910-1997), nam-ı diğer Kaptan Kusto olacaktır. Fransız kâşif, okyanus araştırmacısı Kaptan Cousteau bilgili, birikimli ve deneyimli mürettebatıyla birlikte Calypso isimli tam donanımlı gemiyle derin sularda yıllarını geçirip sualtı araştırmaları yapmış ve yaptığı araştırmaların görsel kayıtlarını kamuoyuyla paylaşmıştı. Okyanusların derinlikleri hakkında hiçbir fikri olmayan yüz milyonlar merakla Cousteau’nun keşiflerini televizyonlarda izliyor (internet ortamındaki kayıtlara göre 1977-82 yılları arası), izlemeyenlere anlatıyordu. Belleğimiz bizi yanıltmıyorsa o vakit TRT’nin tek kanallı olduğu ve Siyah-Beyaz yayın yaptığı dönemdi. TRT-2 bilahare kültür-sanat kanalı olarak televizyon yayıncılığına dahil oldu. Kaptan Cousteau izleyici
Mahalle oyunlarımızdan biri tıp oyunuydu. Hareket halindeki herkes tıp çağrısıyla dururdu. Kımıldayan oyun dışı kalırdı. Kıpırdamamaya eşlik eden kıkırdama ve olduğun yere kazık çakmış olmak, sabitlenmek nedense ilgimi çekerdi. Oyunlarımızdan bir başkası karagöz-hacıvat oynatmakla bana düştü. Çizgi ya da fotoromanları şerit halinde kesip birleştirmek ve perdenin iki yanındaki çubuk arasında dolaştırıp seyircilerime sunmak meraklarım arasındaydı. Daha sonra dönemin Hayat ve Ses dergilerindeki sinema tanıtım yazılarında kullanılan film karelerini seçip-kesip kareli defterime yapıştırmakla oyunum devam etti. Aslında farkında olmadan hareketli görüntü ile sabit görüntü arasında gidip gelmişim. Son kararım içinde an’ları barındıran fotoğrafçılık oldu. Taşlaşmış, donmuş haliyle fotoğraf karesi bakanı durmaya,
I. Narsisus Minyalıların1 Boeotia2 adını verdikleri topraklarda ünlü Orchemenos3 kentini kurmalarından artık kaç yüzyıl sonra olduğu bilinmez, bir gün peri Liriope ırmakların tanrısı Cephisus’tan4 hamile kaldı. Doğurduğu biricik oğlunun üzerine titreyen güzel peri bilinmeyenlerin bilicisine oğlunun kaderini sorduğunda “kendini bilmezse” uzun yaşayacağı yanıtını aldı. Annesinin Narsisus adını verdiği on altı yaşına giren bu çok güzel genci hem genç erkekler, hem de genç kadınlar arzulardı. O ise kimseyle ilgilenmez, hatta bu ilgiye karşı küstahça davranırdı. Bir gün Juno’nun5 konuşmamaya, sadece duyduğu son kelimeyi tekrar etmeye mahkûm ettiği bir başka peri genç erkeği ormanda gördü ve âşık oldu; Echo6 idi bu perinin
“rengarenk seslerim vardı düşlerimde kaybettim hepsini gün be gün. artık ne umut dolu ülkem ne de umutla koşan kalbim var… o güzel insanlar terk ettiler ruhumu da parça parça, küflü, külgriyim…” Fatih Balkan’ın Terk fotograf çalışması bu sözlerle başlıyor. Albümün sayfalarını çevirdikçe terkin hüznü doluyor içimize. Yaşanmışlıklar, yalnızlıklar, bekleyişler, kaybedişler, gelmeyişler, yitirilmişlikler, hüzünler, ümitsizlikler, yıpranmışlıklar, yok oluşlar karşılıyor bizleri. Fotoğraflar, izleyicide yaşanılan yerlerin terk edilmesinden sonra içlerimizde dolaşan doldurulamaz boşluğu anlatıyor. Albümün önsözünü Tanju Akleman yazmış. Terkedilmiş bir kasabanın yine terkedilmiş bir tren istasyonunda geçmişle gelecek arasında gerçek mi düş mü, uyuyor mu uyanık mı, kasabada mı bir güzel şehirde
Kentsel dönüşüm, şehirlerin fiziki yapısını yenilemeyi hedefleyen bir planlama aracı olarak ortaya çıkmasına rağmen, zamanla kentlerin sosyal dokusunu, kültürel yapısını ve ekonomik ilişkilerini doğrudan etkileyen kapsamlı bir dönüşüm halini almıştır. Türkiye’de özellikle 2000’li yıllardan sonra ivme kazanan bu süreç, sadece yapıları dönüştürmekle kalmamış, aynı zamanda insanların kentle kurduğu ilişkiyi ve şehirde yaşama biçimlerini de köklü bir şekilde değiştirmiştir. Kentsel dönüşüm genellikle fiziksel çöküntü alanlarında, altyapısı zayıf, yapı malzemesi eski mahallelerde başlatılmaktadır. Ancak bu müdahale, çoğu zaman yalnızca fiziksel iyileştirme ile sınırlı kalmaz; mahalle kültürünün, sosyal ilişkilerin ve günlük yaşam pratiklerinin de dönüşmesine yol açar. Eskiden birbirine yakın, tanıdık komşuların yaşadığı
Zamanın Ruhu Herkes zamanı yakalama derdinde. Zaman neydi, ruhu nasıldı, bunun üzerine ilk kimler ve neden düşünmeye başladılar? Günlük yaşamın rutinleri zaman kaygımızı bu noktaya nasıl getirdi? Bildiğimiz bir şey varsa, o da yakında ölecek olduğumuz muydu? Yakın, nasıl bir sürenin derecelendirmesiydi? Bazı sabahlara birer felsefeci gibi şüphe ve kaygıyla uyanmamızın nedeni, belki de yanıt arayıp bulamadığımız sorulardı. Neyse ki bunları zaman zaman unutturan müzik, edebiyat ve sanat vardı hayatımızda. Oysa artık orman sözcüğünü bile kolaylıkla dile getiremiyorduk. O masalların gizlerine tanık olan, o içinde yolumuzu kaybettiğimiz orman, bugün gölgesindeki tüm canlılarla birlikte dünyanın birçok bölgesinde yangınlara teslim olmuş durumda.
Bölüm 10, Hindistan, Mumbai (Devam) 8 Temmuz 2024 – Pazartesi Sabah erken kalkmıyoruz. Elçilikten “bugün pazartesi, havaalanı ile haberleşmemiz devam ediyor, belki bir şey çıkar, siz yarın gelin.” mesajı ile günümüz boşalıyor. Kahvaltımızı yine otelde yapıp dışarı çıkıyoruz. İki yer hedefledik bugün. İlki için bir taksiye atlayıp gidiyoruz. Yer çok ilginç “Dhobi Ghat”. Koca bir mahalle çamaşırhane. Şehrin küçük otelleri, hostelleri, işyerleri, lokantalar veya evlerin çamaşırlarının yıkandığı bir yer. Amir Khan ‘ın “Mumbai Günlükleri – Dhobi Ghat” filmini izlerseniz hem Mumbai hem de bu çamaşırhane ile ilgili yazdıklarımı okumanıza gerek yok, fazlasıyla yerine geçer.
Neden “KAPALI ÇAĞRI” İFSAK, kurulduğu günden beri üyelerine olduğu kadar, üyesi olmayan fotoğraf ve sinema severler için de projeler üretmeyi kendine bir görev bilmiştir. Bu amaçla da çalışmalarını sürdürmektedir. Projeler Birimi olarak üyelerimize özel bir şey yapmak istedik ve “ KAPALI ÇAĞRI “ Projesini geliştirdik. Projemizin adının “ KAPALI ÇAĞRI “ olmasının nedeni ise, sadece İFSAK üyelerine özel olmasıdır. 2024 yılında dört temadan oluşan KAPALI ÇAĞRI projemiz, 2025 yılında da yine dört temadan oluşuyor. Üyelerimiz isterse birine, isterlerse dördüne birden katılabilirler. Bu yılın ikinci teması fotoğrafta etkili anlatım biçimlerinden biri olan “ MİMARİ“. Hedefimiz proje sonunda üyelerimizden gelen fotoğraflarla dijital
Akademik ortamdan Prof. Dr. Gülbin Özdamar Akarçay, amatör-profesyonel fotograf çevrelerinin yakından tanıdığı bir isimdir, samimiyeti nedeniyle de fotografçılar tarafından sevilen bir şahsiyettir. Gülbin hoca mütevazıdır, sempatiktir ve amatör fotograf derneklerinin etkinliklerine gönüllü olarak her zaman destek veren önemli akademik kadrolardan biridir. Sayın hocamızın fotograf serüveni üniversite öğrenciliği sırasında başlar. Gençlik enerjisi ve sosyal meselelere duyarlılığın sonucu olsa gerek, gazeteci olma isteği sarıp sarmalar O’nu. Büyük bir hevesle yerel gazetede çalışmaya başlar. Gazetecilik serüveniyle birlikte toplumsal meselelere eğileceği, yaşanan olumsuzluklara parmak basacağı, negatif şeyleri ifşa edeceği bir enstrüman olarak fotograf önem kazanır. Arzu ettiği konuya odaklanmışken şansı yaver gider. Öğretim görevlisi
Ya da Aktivist Fotoğrafçı Kimdir? Aktivizm, bir toplumda ya da dünyada var olan sosyal, politik, çevresel veya ekonomik sorunları ele almak ve bunları çözmek için bireylerin ya da grupların yaptığı organize bir çabadır. Aktivistler, statükoyu değiştirmek, eşitsizlikleri ortadan kaldırmak, adaleti sağlamak ya da çevreyi korumak için harekete geçerler. Aktivizm barışçıl protestolar, sivil itaatsizlik, sanat, eğitim, sosyal medya kampanyaları ve lobicilik gibi yöntemlerle yapılabilir. Fotoğrafçılar da görsel bir dili seçerek fotoğraf aktivisti olabilirler. Aktivizmin Türleri: 1. Sosyal Aktivizm: Irkçılık, toplumsal cinsiyet eşitliği, LGBTQ+ hakları gibi konularla ilgilenir. Hükümet politikalarının değişmesi ya da insan hakları ihlallerine son verilmesi için çalışır. Örneğin, Rosa
Bu yazı, İFSAK Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları Grubu’ndan Özlem Dikeçligil https://www.instagram.com/ozlem_dikecligil/ tarafından yayına hazırlanmıştır. . . . . . . . . . . . . *Dikkat spoiler içerir. Tolstoy, Anna Karenina’nın açılışını “Öç benimdir, karşılığını ben vereceğim” 1 epigrafıyla yapar. Romana girişi de hepimizin bildiği gibi “Bütün mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz ailenin mutsuzluğu kendine göredir” cümlesiyledir. “Mutluluk” ve “öç” kelimelerinin peş peşe olması romanın sonunda neyle karşılaşacağımıza dair çok ince bir atıftır. Daha önce Tolstoy’u hiç duymamış, Anna Karenina diye bir romanın varlığından hiç haberdar olmamış birisi bile (eğer öyle biri varsa) bu epigrafı okuduğunda romanın çekirdeğinde parlayan
Marcus Aurelius’un “Kendime Düşünceler’’ kitabından bir cümle uzun zamandır kafamı meşgul ediyor. Stoacı felsefe acı çekmenin insanın yaratıcı gücünü geliştirdiğini söyler. Yaratmak dediğimiz şeyin duygularla çok ilgisi olduğu kesin. Yaratmak çok acı çekmektir ve aynı zamanda yaratmak çok haz duymaktır. İnsanın yaratım sürecinde Aristoteles, Metafizik ‘inde (Metaph VI. 1025 b) insanda üç temel faaliyet bulur. Birincisi “bilme” ikincisi, eyleme geçme’’, üçüncüsü “yaratma” etkinliğidir. Bu iki paragraftan yola çıkarak “acı’’nın sanatta olan bağına bakalım istedim. Çünkü sanat bazen sadece ifade değil bir çağın tanıklığıdır. Dünyada yaşanan savaşlar, felaketler ve haksızlıklar için yapılan isyanlar gelecek nesillerin hafızası olmuş. Asırlardır, insanlar acılarını ağıtlarla,
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde Sanat Tarihi okumaktayım. İki yıldır fotoğraf denemeleri yapıyorum. Fotoğraf makinam ile büyük bir enginliğe, bir tür sessizliğe ve mutlak zamana ulaştığımı hissediyorum. Açıklaması olanaksız bir doygunluk içinde yaşanıyor bu anlar ve bu anlardan geriye bu yoldaki uğraşılarımı sürdürme arzusu kalıyor. Kütüphaneler, esinlenme yeri benim için, derin düşüncelere dalmakla geçen bu saatleri seviyorum. Edebiyat, şiir hayatımın dokusunu oluşturuyor, benliğimi onlarla dolduruyorum diyebilirim. Üstelik onlarla kurduğum uzun bir tanışıklıktır bu. Fotoğraflarım aracılığı ile; Lewis Carroll’ın Aynanın İçinden’ de sözünü ettiği gibi! “Kaybolmuş görkemler cennetine eriştiğinde. Bir bakışın duruluğunu, bir yanağın belli belirsiz ayva tüyünü, dudakların hem ciddiyetinde
Elimizde mozaikler, ters perspektif; eski bir Bizans resminden sökülmüş gibi. Yakınlaştıkça uzaklaşıyor, çözdükçe karışıyor. John Berger’den çok önce, üzdüğü kadınlar ona “istilacı” adını takmışlardı. Picasso’nun gözünün görebildiği bütün kıyıları alma tutkusu vardı. İyi ki, yalnızca bir ressamdı. İstediği her şeyin resmini yaptı ve ünü tüm dünyayı tutmuş bir efsane olarak yapıtlarıyla bizi hayli meşgul etti. Onca geometrik formun arasından hüznü seçilen Mandolinli Kız’ı, Bask’ın incisi Guernica şehri Alman uçakları tarafından bombalandıktan hemen sonra yaptığı o büyük mahşer manzarasını; göğüsleri dışarıda çılgınca el ele koşan iki kadının yer aldığı Yarış’ı, İkinci Dünya Savaşı’nda Paris’in kurtarıldığı gün Poussin’in Pan’ın Zaferi’ni -belki de
20. yüzyılın en bilinen görüntülerinden biri olan yukarıdaki fotoğrafla karşılaşmamış pek az insan vardır. Pulitzer ödülüne layık görüldüğünde taşıdığı isimle “Savaşın Dehşeti”nin önemi ve etkisinden bahsedeceksek, James Nachtwey’in şu sözlerine ekleyecek bir şey olmasa gerek: “Dokuz yaşındaki bir kızın acısında, haksız bir savaşı haklı çıkarmak için Amerika’nın ‘en becerikli ve en zekilerinin’ tasarladığı tüm siyasi manevralardan daha fazla güç ve gerçek vardı. Savaş boyunca ortaya konan binlerce imge arasında muhtemelen bu fotoğraf tek başına halk bilincinde savaşı sona erdirmeyi sağlayan kritik kütleyi yaratmakta orantısız bir ağırlığa sahip olmuştur. Bugün bu fotoğraf sadece Vietnam Savaşının değil, tüm savaşların karşısında bir suç delili olarak duruyor.” (1)
Kuzey İrlanda’nın başkenti Belfast, yüzyıllardır süregelen politik ve dini ayrımların, 20. yüzyılda şiddetli bir şekilde patlak verdiği bir şehir oldu. Katolik ve Protestan topluluklar arasındaki gerilim, sadece dini değil, aynı zamanda ulusal kimlik, egemenlik ve adalet üzerinden şekillenen karmaşık bir mücadeleye dönüştü. Bu çatışmanın temelinde, Katoliklerin yani Cumhuriyetçilerin ya da İrlanda Kurtuluş Ordusu’nun öncülüğünde, birleşik bir İrlanda talebi ve İngiliz yönetimine karşı direnişi, Protestanların UVF yani Ulster Gönüllüleri Ordusu’nun ve benzeri paramiliter örgütlerinin öncülüğünde Birleşik Krallığa bağlı kalma isteği yer alıyordu. Bu farklılık, zamanla sadece düşünsel bir ayırım olmaktan çıkıp, günlük hayatın her alanına sirayet eden şiddetli bir ayrılığa dönüştü:
Doğulu filozofların sıklıkla vurguladığı gibi anın içinde yaşıyoruz, ama bu söz tek başına var oluşumuz açıklamak için yeterli mi? Bir andan diğerine yaşantımız akıp giderken içsel tutarlılığımızı korumak ve anların içeriğini birleştirerek yaşananları anlamlandırabilmek için bir dayanağa, belleğe ihtiyaç duyuyoruz. Anlık yaşantıları tutarlı biçimde birleştirerek bizi hayatımız üzerine konuşabilir kılmaktan öte, diğer insanlarla aramızda ortak bir dil oluşturabilmenin yolu da bellekten geçiyor. Bizi bireyler ve toplum olarak var eden şey belleğimiz; unutmamak için verdiğimiz tüm o sözler ve hatırlamaya verdiğimiz önem bir gün belirsizliğin içinde, okyanustaki bir su damlası gibi kaybolup gitme korkumuzla ilgili olabilir ancak. Hatırlamak ve hatırlanmak arzumuzla
Bölüm 09, Hindistan, Mumbai (Devam) 7 Temmuz 2024 – Pazar Sabah kalkıp konuştuğumuz gibi 9:30 civarı kahvaltıda buluşuyoruz. Garip bir Hint kahvaltısından sonra dışarı çıkıp InDrive ’dan taksi çağırıyoruz. 500 Rupiye havaalanına götürüyor bizi. Dün 1850 ‘ye gelmiştik. Havaalanına gelip, iniyoruz ve taksi gidiyor. Ama bir terslik var, dün geldiğimiz havaalanına hiç benzemiyor. Soruyoruz, meğer burası değilmiş. Beş kilometre ilerideki Terminal ikiye gidecekmişiz. Bugün de terslikler devam ediyor, hadi bakalım. Bu sefer 100 Rupiye iki Tuk-Tuk ‘a binip terminal ikiye gidiyoruz. Delhi kadar olmasa da burada da araba kullanmak maharet istiyor. Bu arada şahsen oluşturduğum bir istatistik vereyim. Kadın şoför
-Ruhunun kanatlarıyla kendini boşluğa bırakan muhteşem bir ağabey için ode.- Değişen Çağ Değişimi genelde bir “ilerleme” olarak yorumlamak -coğrafyalara bağlı da olsa- genetik bir alışkanlık olmuştur. Uygarlık tarihini, tartışmalı başlangıcına rağmen insanlık adına sağlam bir temele oturtmak için kötülüğün tarihi ile aynı zaman dilimine puntolarız. İyilerin çoğu kez iyi olarak kalmaların en önemli nedeni, kötülüğün ve uygulayıcılarının türlü bahanelerle sıklıkla ortalıkta görünür olmalarıdır. Negatif olan her şey daima hızlı bir dolaşım içindedir. Bölgesel başlayıp evrensele dönüşen korkunun, insanları önce baskıladığını, sonra da isyana yönelttiğini görürüz. Karşılığında alevlenen “Hak verilmez alınır” inancı, muz cumhuriyetlerinin taktikleriyle hareket eden aciz yetkeyi orta-uzun vadede
Entelijansiya (Latince: Intelligentia), wikipedia’ya göre: “aydınlar topluluğu” anlamına gelen terim olup, genellikle kültürel ve siyasal etkinliğe sahip entelektüel topluluk anlamında kullanılır. https://tr.wikipedia.org/wiki/Entelijansiya Genel olarak ülkemiz sanat dünyasına ve özelde fotograf dünyasına baktığımız zaman hem kitap, hem de dergi yayını bakımından sanat dalları içinde en fakirinin fotoğraf olduğunu görürüz. Yine başka bir açıdan baktığımızda, sanat dalları içinde en fazla ilgilenen kişi sayısının fotoğraf olması ise oldukça paradoksal bir ilişki olarak değerlendirilebilir. Fotograf dünyasına yeni katılanlar da, fotografın sadece çekilerek yapılacağını zannederler. Oysa fotograf çekilerek değil, okunarak yapılır. Fotograf dernekleri de ne yazık ki çoğunlukla fotografın sadece çekilerek yapılacağı düşüncesine uygun eğitim programları düzenlerler.
Bu yazıda NFT’lerin ve metaverse’lerin koşturduğu bir sanat dünyasından sizi alıyorum ve analog fotoğrafçılık, AGFA ile çamur dünyasına götürmek istiyorum. Analog dünyadan geçenler AGFA’yı bilirler ama çamurun bununla ne ilgisi olabilir? Bunu Lucas Leffler ile yaptığımız söyleşimizde öğreneceğiz. Çamura baskı yapmak hiç akla gelir miydi? Lucas Leffler, geçtiğimiz yıllarda Hangar Brussels ve LensCulture gibi prestijli fotoğraf kurumlarında sergilere ve başarılara imza atan bir sanatçıdır. Lucas ile 2019 yılında Brüksel’de Nicolas van Brande liderliğinde kurulan Atelier Contraste’ta katıldığım atölyede rehberim olduğu sırada tanıştım. Paris Photo sırasında “Zilverbeek” (Silver Creek) çalışmasını kendisinden dinleme fırsatı bulduğumda ise bu projeden çok etkilendim ve söyleşiye
Renkli fotoğrafçılık, özellikle 20. yüzyılın sonlarında filmden dijital teknolojiye geçişle birlikte önemli bir evrim geçirdi. Bu değişim yalnızca ortamı dönüştürmekle kalmadı, aynı zamanda fotoğrafçılara renk, pozlama ve düzenleme teknikleri üzerinde gelişmiş kontrol sağladı. Adobe Photoshop ve Lightroom gibi güçlü yazılımların ortaya çıkması, fotoğrafçıların renkleri yaratıcı bir şekilde manipüle etmelerine, sanatsal vizyonlarını geliştirmelerine ve çarpıcı görüntüler üretmelerine olanak tanıdı. 19. yüzyılın sonlarında ortaya çıkışından bu yana renkli fotoğrafçılık, dünyaya ilişkin algımızı kökten değiştirdi. Renkli fotoğraf, duyguları ifade etmede, hikayeler anlatmada ve izleyicilerde derin yankı uyandıran anları yakalamada önemli bir rol oynar. Rengin duygusal etkisi, gerçekçi sunumu ile birleştiği zaman, genellikle siyah
Bölüm 08, Hindistan, Mumbai 6 Temmuz 2024 – Cumartesi Bugün Nepal’den ayrılma günü. Geç kalkıp kahvaltıyı otelde yapıyoruz. Son bira ve kahvaltı paralarını ödeyerek helalleşiyoruz. Ardından çağırdığımız taksilerle 465 Rupiye anlaşarak (ki gelirken iki katını ödemiştik) hava alanına doğru yola çıkıyoruz. (Bu arada yazdım mı önceden hatırlamıyorum, burada da pazarlık esas. Özellikle turistik eşyaları söylenenin dörtte birine alabiliyorsun, yine de kazıklandım mı diye düşünüyorsun. Aklınızda olsun. Taksilerde bu oran %50, 70 arası falan, yani 100 denen yere 60 vererek pazarlık yapılabilir.) Havaalanına varıyoruz. Gümrük ve pasaportta hatta uçağa binerken didik didik aranıyoruz. Ama problem yok her şey yolunda. Aktarma için
Soyut şiirin ressamı, ya da soyut resmin şairi; dünya resim sanatının çizgi dışı ressamlarından Miró, fotoğraf için poz verdiği iki tuval arasında; kozmosu anlamlı kılan kaos gibi, zamanın ölçülebilir parçacıklarının kendisine meydan okumasını bekliyor. İfade olarak, tedirgin ve acemiyi seçiyor. Sürprizlere açık, en küçük bir hareketle yeni dünyalara yatay geçiş yapabilecek gibi bakıyor bizlere; gemi azıya almış atlar, tarif edilemeyen aşk duygusu, avuçlarımızın arasında tutamadığımız özgürlük gibi. Çok iyi biliyor ki, o bize nasıl bakarsa, tarih de kendisine öyle bakacak. Kozmik ve mizahidir Miró’nun resimleri. Sevimli sözcüğü, sanat tarihininin yapıtları kategorize eden yanı için hafif kalsa da onun işlerine çok
Gözlerimiz okumaya, zihnimiz ve gönlümüz yazmaya elverdiği için kendimizi şanslı addediyoruz. Sağlık her şeyden önemli kuşkusuz. Birey için, toplum için, diğer canlılar için ve genel anlamda doğa için sağlıktan daha mühim bir şey yoktur. Birey bağlamında düşündüğümüzde, üretime katılmaya mani bir şey olmaması büyük şans. Üretime katılıp değer üretmek, bireyin gerek zihin dünyası gerekse duygu dünyası için son derece önemlidir. Kimi zaman fiilen-bedenen üretime katılırız, kimi zaman zihnen entelektüel ortam için üretimde bulunuruz. Her iki hal de, değer üretmeye matuftur. Birini diğerinden ayrı tutmak mümkün olmadığı gibi, birini diğerinden üstün ve önemli saymak da olası değildir. Zor olsa da kimi
Neden “KAPALI ÇAĞRI” İFSAK, kurulduğu günden beri üyelerine olduğu kadar, üyesi olmayan fotoğraf ve sinema severler için de projeler üretmeyi kendine bir görev bilmiştir. Bu amaçla da çalışmalarını sürdürmektedir. Projeler Birimi olarak üyelerimize özel bir şey yapmak istedik ve “ KAPALI ÇAĞRI “ Projesini geliştirdik. Projemizin adının “ KAPALI ÇAĞRI “ olmasının nedeni ise, sadece İFSAK üyelerine özel olmasıdır. 2024 yılında dört temadan oluşan KAPALI ÇAĞRI projemiz, 2025 yılında da yine dört temadan oluşuyor. Üyelerimiz isterse birine, isterlerse dördüne birden katılabilirler. Bu yılın ilk teması fotoğrafta etkili anlatım biçimlerinden biri olan “ MÜZİK“. Hedefimiz proje sonunda üyelerimizden gelen fotoğraflarla dijital
Kazlar; bazıları kar gibi beyaz, bazıları ince boyunlu yeni yetme bir kız gibi narin ve de bir gelin gibi süzülerek uçup uçup giden kazlar… Kadir Ekinci, doğduğu topraklar olan Kars’ı en iyi gözlemleyen ve oraların yaşamını en iyi fotoğraflayan kişidir. Daha önceki çalışmaları olan “Sessiz Işık”, “Uzak Işık” ve “Mal Meydanı” albümlerinde Kars’ı yaşadığı kente bir vefa borcu olmaktan da öte, o kente ait aidiyet hissi ile bizlere anlatmıştır. Kadir Ekinci’nin en önemli özelliği Kars’a dair hissettiği aidiyet duygusunun yanında fotoğrafa olan aidiyet duygusunun da çok gelişmiş olmasındandır. Kent, Fotoğraf, Fotoğrafçı ve Aidiyet Aidiyet; bireyin, kendisini bir gruba, topluluğa, mekâna
Charles H. Traub‘a ait bu yazı, İfsak Blog Ekibi tarafından Espas Sanat Kuram Yayınları’nın izniyle “Fotoğrafçının Eğitimi” kitabından aktarılarak yayına hazırlanmıştır. . . . . . . . . . . . . Editör Traub, yıllarca öğrencilerine Tasarım Enstitüsü’ndeki hocası, geçimsiz Arthur Siegel’den esinlenilmiş bu veciz sözleri aktardı. YAPLAR Eski bir şeyi yeni bir biçimde yap Yeni bir şeyi eski bir biçimde yap Yeni bir şeyi yeni bir biçimde yap; işe yarar her ne ise, iş yapar Keskin yap -olmuyorsa, adına sanat de Eğer bilgisayarda yapılabiliyorsa orda yap Elli tane yap – kesin sergin olur. Büyük yap -büyük yapamıyorsan,
Minimalizm, uyaranın bu kadar bol olduğu modern hayatın, sakinliği barındıran önermelerinden biri, bir yaşam biçimi olarak sık sık karşımıza çıkıyor. Kavram olarak hayatımıza modern çağda girmiş olsa da uzun zamandır insanlığın gündeminde… İki bin yıl önce Roma İmparatoru Marcus Aurelius bile “Tatminkâr bir hayat için ne kadar az şeye ihtiyacımız olduğunun farkında mısınız?” sözünü ettiğine göre adına minimalizm denmese de insanın daha fazlasına sahip olma ve fazlalıklardan arınma arzuları arasında gidip gelmesi sadece bugünün meselesi değil belli ki. Doğa filozofu Thoreau’nun “Sadelik! Sadelik! Sadelik!” diye haykırmasını hatırlayalım. Hemen herkesin hakkında bir fikrinin olduğu minimalizm, bir yaşam felsefesi olmasının dışında sanattan
Bölüm 07, Nepal, (Yeniden) Katmandu 5 Temmuz 2024 – Cuma Sabah 6’da kalkıp toparlanıyoruz. 6:30 gibi kahvaltıdayız, kahvaltı her zaman olduğu gibi güzel. 7’de bizi jiple otobüs terminaline götürüyorlar. Geldiğimize benzer bir otobüs. O korkunç yolculuğu tekrar yapmak korkutuyor açıkçası. 175 km, 7 saat, umarım bu sefer böyle olmaz. Göreceğiz. Evet, durum beklediğimizden kötü oluyor. Dönüş 8 saat sürüyor. Üstelik Katmandu’dan çıkarken uzun, dar ve çok iniş çıkışlı yolda çok trafik vardı. Bu sefer o trafiğin olmamasına rağmen. Neyse, yokuşları çıkarken yolda kalmış üç otobüs, birkaç kamyon görünce bu kadar saatte de olsa gidebildiğimize sevinmiyor değiliz. Öyle, böyle geliyoruz tekrar
Devlet ve Tabiat Elektriğini kesilmeden verilemediği bir ülkede uzaya gitme planları nasıl yapılabilir? Esas şaşırdığımız olay, hileli masalarda oyun kuranların “Kazandım!” nidalarıyla havalara sıçramalarıdır. Eskiden hırsızlar saklanırdı. Şimdi ortalarda sosyal medyaya gülümsüyorlar. Cahillerin kendilerinden hiç bu kadar emin olmamışlardı. Bilenler susup, köşelerinden olup biteni izlemeyi yeğliyorlar. Hukuktan, adaletten nasibini alamayanların dudaklarındaki kıvrım hep aynıdır. Sıradan bir bakışla kolaylıkla görülebilir. Oysa destedeki joker sayısı belirlidir, hayatı bir oyun gibi görüyorlarsa eğer. İzmir torba günlerinde bile Milli Piyango’yu kazananlar sessizliğin gölgesinde mayalanırlardı. Evet bunların bir kısmı tanımadıkları akrabalarının aniden çıkıp para isteme ihtimallerine karşı bir önlemdi. Bir kısmı ise mütevazılıklarıyla, ortada görünmekten
Sanatı yalnızca estetik bir haz için mi yaratıyoruz? Yoksa hayatın akışında bir anı durdurup, “Burada bir şey var. Bu sahne beni düşündürüyor. Siz de bakın, görün, hissedin,” demek için mi? Sanat, yaşamın bir parçasıysa, onu hayattan ayıramayız. Hayat, güzellikleri ve çirkinlikleriyle bir bütündür. Bizi mutlu eden, üzen ya da düşündüren her şey, varoluşumuzu anlamlandırma çabamızın bir parçasıdır. İşte sanat da burada devreye girer. O, yalnızca gördüğümüzü değil, hissettiğimizi de anlamamıza yardımcı olur. “Buradaydım, hissettim, düşündüm, ben varım,” demenin en güçlü yollarından biridir sanat. Aynı zamanda, insanoğlunun zamana bırakabildiği en kalıcı izlerden biridir. Antik Çağ’dan itibaren sanat mükemmeli aradı ve Rönesans’ta
Bölüm 06, Nepal, Chitwan 4 Temmuz 2024 – Perşembe Sabah erken, altıda kalkıp, hazırlanıp kahvaltıya iniyoruz. Kahvaltı güzel. Üç, dört aydır şu meşhur üç beyazı “un, şeker, tuz” bırakmıştım. Bu tatilde yiyecek sıkıntısı olmasın diye olayı biraz esnettim. Tuz yok, şeker az ama ekmek, hamur tam gaz. Bu anlamda kahvaltı güzel geliyor. Tek eksik zeytinle peynir. Kahvaltıdan sonra yürüyerek nehir kıyısına gidiyoruz. Burada ağaçtan oyma mı, fiberden mi olduğunu kestiremediğim kanolar var. Bu arada yüzen timsahlar görünüyor. Biraz da tırsarak biniyoruz bir kanoya. Güzel fotoğraflar çekerek ilerliyoruz. Yanlış anlamadıysam bu nehir de Ganj’a
Hayatın içerisinde mekânlarda zaman akıp giderken, geometrik dokuların ve formların üzerine hep insanların varlığı yansır. İnsanlar yalnızca bulundukları ortamları değil, uzamı da yapısal olarak ön plana çıkartırlar. Böylelikle kompozisyon içerisinde geometri ve insan estetik açıdan sanatsal olarak ilişkilendirilir ve ifade daha da güçlenmiş olur. Bu çalışmada insan, yapıların ve formların kompozisyon içersinde ilişkilendirildiği duruşuyla, farklı yaşantı ve değerleriyle başka bir açıdan izleyiciye sunulmaktadır. Farklı parçaları, nesneleri, öğeleri en iyi şekilde bir araya getirmek ve bu amaçla oluşturulmuş bütüne yüklenen anlam kompozisyondur. Sanatın
Benim içimdeki ressam, Matisse’e yakın oturur. Ama Picasso’yu da büyük kabul eder, Modigliani ile sabaha dek dans eder, Pre-Raphaeliteler’i hep özler, Edward Hopper’ı izler. Avni Lifij’i, Erol Akyavaş’ı, Mübin Orhon’u, Burhan Uygur’u, Cihat Burak’ı, Yüksel Arslan’ı, Mehmet Güleryüz’ü, Mustafa Horasan’ı, Alp Tamer Ulukılıç’ı çok sever. Herkesin en az bir ressamı vardır. Ama yine de bazı ressamları, nedenini açıklayamasak da diğerlerinden daha çok severiz. Matisse’e gelince; o ayrıksıdır, sıra dışıdır. 1905’te “Vahşiler” (Les Fauves) sergi açtığında, en çok öne çıkan kişi Matisse olmuştu. Sanat tarihine Fovizm olarak geçen sözcüğün yıldız ismiydi Henri Matisse. 20 yaşında geçirdiği bir apandisit krizinden sonra sıkıntıdan
Vefa duygusu/Vefa borcu, günlük yaşamımızın en has ve anlamlı kavramlarından birisi olsa gerektir. Dünya hali bu; dermansız derde düşer bazen insan, zor durumda kalır, çaresizlik yaşar. Elbette şifa olmayacağını bilir ama dost yüzü görmek ister, zorda kalan. Bazen bu dilek yerine gelse de, gayet iyi biliriz ki çok kez sıcak bir dost elinden mahrum kalınır. O vakit esef duyarız, buz keser gönlümüz. Son yolculuğuna uğurladıklarımızın ardından da ne yazık ki benzer bir hal ortaya çıkar. Bu hal, yaşadığımız hüznü katmerleştirir. Bir vakitler karşılıksız yardım ve iyiliği dokunduğu, el uzattığı insanlar, derdine ortak olduğu kimseler görünmezler ortalıkta. Uğruna fedakârlık ettiği kimseler