Haberler
Bilim & Teknoloji
Yaşam
Kültür & Sanat
Haberler
Bilim & Teknoloji
Kültür & Sanat
Doğulu filozofların sıklıkla vurguladığı gibi anın içinde yaşıyoruz, ama bu söz tek başına var oluşumuz açıklamak için yeterli mi? Bir andan diğerine yaşantımız akıp giderken içsel tutarlılığımızı korumak ve anların içeriğini birleştirerek yaşananları anlamlandırabilmek için bir dayanağa, belleğe ihtiyaç duyuyoruz. Anlık yaşantıları tutarlı biçimde birleştirerek bizi hayatımız üzerine konuşabilir kılmaktan öte, diğer insanlarla aramızda ortak bir dil oluşturabilmenin yolu da bellekten geçiyor. Bizi bireyler ve toplum olarak var eden şey belleğimiz; unutmamak için verdiğimiz tüm o sözler ve hatırlamaya verdiğimiz önem bir gün belirsizliğin içinde, okyanustaki bir su damlası gibi kaybolup gitme korkumuzla ilgili olabilir ancak. Hatırlamak ve hatırlanmak arzumuzla
Kuzey İrlanda’nın başkenti Belfast, yüzyıllardır süregelen politik ve dini ayrımların, 20. yüzyılda şiddetli bir şekilde patlak verdiği bir şehir oldu. Katolik ve Protestan topluluklar arasındaki gerilim, sadece dini değil, aynı zamanda ulusal kimlik, egemenlik ve adalet üzerinden şekillenen karmaşık bir mücadeleye dönüştü. Bu çatışmanın temelinde, Katoliklerin yani Cumhuriyetçilerin ya da İrlanda Kurtuluş Ordusu’nun öncülüğünde, birleşik bir İrlanda talebi ve İngiliz yönetimine karşı direnişi, Protestanların UVF yani Ulster Gönüllüleri Ordusu’nun ve benzeri paramiliter örgütlerinin öncülüğünde Birleşik Krallığa bağlı kalma isteği yer alıyordu. Bu farklılık, zamanla sadece düşünsel bir ayırım olmaktan çıkıp, günlük hayatın her alanına sirayet eden şiddetli bir ayrılığa dönüştü:
20. yüzyılın en bilinen görüntülerinden biri olan yukarıdaki fotoğrafla karşılaşmamış pek az insan vardır. Pulitzer ödülüne layık görüldüğünde taşıdığı isimle “Savaşın Dehşeti”nin önemi ve etkisinden bahsedeceksek, James Nachtwey’in şu sözlerine ekleyecek bir şey olmasa gerek: “Dokuz yaşındaki bir kızın acısında, haksız bir savaşı haklı çıkarmak için Amerika’nın ‘en becerikli ve en zekilerinin’ tasarladığı tüm siyasi manevralardan daha fazla güç ve gerçek vardı. Savaş boyunca ortaya konan binlerce imge arasında muhtemelen bu fotoğraf tek başına halk bilincinde savaşı sona erdirmeyi sağlayan kritik kütleyi yaratmakta orantısız bir ağırlığa sahip olmuştur. Bugün bu fotoğraf sadece Vietnam Savaşının değil, tüm savaşların karşısında bir suç delili olarak duruyor.” (1)
Elimizde mozaikler, ters perspektif; eski bir Bizans resminden sökülmüş gibi. Yakınlaştıkça uzaklaşıyor, çözdükçe karışıyor. John Berger’den çok önce, üzdüğü kadınlar ona “istilacı” adını takmışlardı. Picasso’nun gözünün görebildiği bütün kıyıları alma tutkusu vardı. İyi ki, yalnızca bir ressamdı. İstediği her şeyin resmini yaptı ve ünü tüm dünyayı tutmuş bir efsane olarak yapıtlarıyla bizi hayli meşgul etti. Onca geometrik formun arasından hüznü seçilen Mandolinli Kız’ı, Bask’ın incisi Guernica şehri Alman uçakları tarafından bombalandıktan hemen sonra yaptığı o büyük mahşer manzarasını; göğüsleri dışarıda çılgınca el ele koşan iki kadının yer aldığı Yarış’ı, İkinci Dünya Savaşı’nda Paris’in kurtarıldığı gün Poussin’in Pan’ın Zaferi’ni -belki de
Dziga Vertov, 2 Ocak 1896’da Rusya’nın Bialystok şehrinde doğmuş ve 12 Şubat 1954’te Sovyetler Birliği’nde yaşamını yitirmiş olan bir sinema yönetmeni ve teorisyendir. Gerçek adı Denis Arkadievich Kaufman olan Vertov, sinemada “Kino-Glaz” (Film-Göz) teorisinin kuramcısı olarak tanınır. Bu teoriye göre, kamera, insan gözünün işlevini yerine getirebilecek bir makine olarak görülür ve gerçek hayatı olduğu gibi, doğrudan bir şekilde yansıtmak amacıyla kullanılmalıdır. Vertov’un bu radikal yaklaşımı, sinema anlayışında önemli bir dönüm noktasını temsil eder ve günümüz belgesel sinemasının temel taşlarını oluşturur. Yetişme Dönemi ve Eğitim Vertov, Yahudi bir ailenin ilk çocuğu olarak Bialystok’ta dünyaya geldi. Çarlık Rusya’nın “Yerleşim Mıntıkası” olarak bilinen
Brady Corbet’in yönettiği, senaryosunu Mona Fastvold ile kaleme aldığı The Brutalist (2024) filminde Adrien Brody, II. Dünya Savaşı sonrası Holokost’tan kurtularak Amerika’ya göç eden Macar mimar László Tóth adlı hayali bir mimar karakteri canlandırmış. Film László Tóth’un öyküsü üzerinden mimari tasarım kavramlarını tartışmaya açan tarihsel dram türünde. Filmde Bauhaus ve Brütalizm’den ilham alan mimari bir tasarım dili kullanılmış. Bu vesileyle sinema ile mimarlık arasındaki kesişim noktasında duran bu yapım üzerinden bahsi geçen mimari konuları ele almak istedim. Yüksek lisans tezimde, Yeni-Brütalizm konusunu yalnızca yapılı çevrede değil; sinema, sergi tasarımı ve diğer görsel anlatım biçimlerinde de nasıl temsil edildiğini incelemiştim. Bu
Aniden Filmi Üzerine Bu yazı, İFSAK Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları Grubu’ndan https://www.instagram.com/berna_kuleli1 Berna Kuleli tarafından hazırlanmıştır. . . . . . . . . . . . . Yazımı yazmak için masaya oturduğumda, İstanbul’da bahar güneşi yüzünü göstermeye başlamıştı. Gene de evde kaloriferler yanıyordu ve ben pencereyi açmak zorunda kaldım. Sürmekte olan bir yıkımın ve diğer inşaatların sesleri odayı doldurdu. Tam da o sırada Feride Çiçekoğlu’nun değişen İstanbul’da eşikte olma halini ve isyanımızı da anlattığı kitaplarını okuyordum. Bu kitaplardan özellikle bahsetmek istiyorum. Feride Çiçekoğlu’nun sinemamızdan filmleri yabancı sinemacıların filmleriyle karşılaştırırken, bir yandan da kendi hayatından anılarla anlatımını zenginleştirdiği kitapları Vesikalı Şehir’le
Oğuzhan Kaya’nın deneysel kısa filmi Fotokopi Günlükleri, bir beyaz yakalının tekdüze ve döngüsel yaşamını yalnızca bir fotokopi makinesinin tarayıcı yüzeyi aracılığıyla kurarak anlatıyor. Görüntü yerine siyah-beyaz kopyaların kullanıldığı bu kısa filmde, tekrar eden eylemler ve makinenin ritmik sesi; sistematik modern hayatın hem görsel hem işitsel bir izdüşümüne dönüşüyor. Geçtiğimiz aylarda 45. İFSAK Ulusal Kısa Film ve Belgesel Yarışması’nda deneysel dalda birincilik kazanan yönetmen Oğuzhan Kaya ile bu özgün üretim sürecini konuştuk. Fotokopi Günlükleri fikri nasıl ortaya çıktı? Aslında fikir, kurum içi kullanılan “fotokopi kayıtları (günlükleri) / photocopy logs” kavramına duyduğum ilgiyle gelişti. Şirketlerde hangi çalışanın ne kadar fotokopi çektiği, ne
Turkuaz denizin, beyaz kumun, baharat bahçelerinin diyarı Zanzibar, Afrika kıtasının doğusunda Tanzanya ülke sınırları içerisinde özerk iki adadan oluşan bir bölgedir. İsmi Farsça’da “Zangi bar” yani “Zenci Sahili”nden türemiştir. Umman Krallığı ve Birleşik Krallık’tan sonra 1964’te Tanzanya devletinin, Tanganika ile birlikte bir parçası olmuştur. Nitekim Tanzanya isminin Tan kısmı Tanganika’dan, Zan kısmı da Zanzibar’dan oluşur. Kendi bayrağında da Tanzanya bayrağının renklerini farklı biçimde kullanmıştır. Dilleri Svahili’dir. Tanzanya halkının üçte ikisi Hristiyan, üçte biri Müslüman ve Animist iken, Zanzibar halkının tamamına yakını Müslümandır ve İslami kuralları uyguladıkları bir yaşam tarzları vardır. Giyim konusunda turistlere yönelik bir uygulama olmasa da, başkent Stone
Bölüm 13, Bolivya, Sucre Sucre, 14Temmuz 2017 Sucre, Bolivya’nın idari başkenti. Ritüel yine aynı. Meydanları ve sokakları gezmek üzere erken kalktık.Halk pazarını dolaştık. Bolivya’dan son alışverişlerimizi yapıyoruz. Bol fotoğraf çekiyoruz tabi. Bu arada denemek için aldığımız, genelde erkeklerin çiğnediği ama bizim hiç hoşumuza gitmeyen, beğenmediğimiz Coco yapraklarını sokakta birine veriyoruz. Bu yaprağı zamanında sömürgeciler Potosi ’deki madenlerde yerlilere veriyorlarmış. Beyni uyuşturuyor ama çalışmak için uyanık tutuyormuş. Hala bol miktarda tüketiliyor. Hatta buraya gelirken şoför bir paket aldı yanına, Sucre ’ye geldiğinde yarılamıştı. Muhtemelen uyanık kalmak için çiğnemiş bütün gece.
Bölüm 14, Arjantin, Buenos Aires 1 Buenos Aires, 15Temmuz 2017 – Cumartesi Evet, saat 6:00 gibi tangonun başşehri Buenos Aires’teyiz. Ama hava buz gibi. Hayallerimizdeki sıcacık Arjantin’le epey tezat. Havaalanından (Polis, gümrük) kolayca çıkıyoruz. Taksi ile 8:30 gibi oteldeyiz. Otel resepsiyon görevlisi 11:30 gibi check-in yapabileceğini söylüyor, sonradan halimize acıyor sanırım, 9 da alabilirim diyerek bizi rahatlatıyor. Resepsiyondaki kahve makinasından aldığımız kahveler ile yarım saat bekleyerek odalarımıza çıkıyoruz.İki saat uyku, 11:30’da aşağıda buluşup dışarı atıyoruz kendimizi. Önce otelin hemen hemen üzerinde olduğu, dünyanın en geniş caddesi olan Avenida 9 de Julio‘ya çıkıyoruz. Plaza de la Republica’daki abideyi görüyoruz. Ardından trafiğe
Bölüm 01, Urgenç, Nukus, Özbekistan 03Temmuz 2023 – Pazartesi Sonunda, pandemiden sonra ilk yurtdışı tatiline çıkıyorum. Geçen sene eşim Gülten Güney Afrika turu yapmıştı fakat ben bazı durumlardan dolayı gidememiştim. Şimdi şeytanın bacağını kırıyorum. Uçağımız 01:15 ‘te İstanbul Havaalanından direk Urgenç’e uçacak. Havaalanı İstanbul’a, özelikle de Anadolu yakasına epey uzak. Ulaşmak için Kadıköy’den 21:30’da Havaist’e biniyoruz. Hem Pazar günü hem de bayram olmasından dolayı yollar boş. Bir saatte varıyoruz. Ulaşım ücreti her şey gibi epey artmış. 124 TL/Kişi. Kısa bir süre önce bu paraya Çanakkale’ye otobüsle gidiyordum. Neyse, havaalanında 150 TL olan harcımızı da ödeyerek Check-In’imizi yaptırıyoruz. (Harç için artık
İnsanın sembolik bir evrende yaşadığı bir gerçek. Sembolizm adı 1886 yılında Jean Moreas tarafından akımın bildirisinin yazılmasıyla somut gerçeklik kazanmıştır. Simgecilik olarak da adlandırılan sembolizm, hem gerçeği gösteren hem de onun sınırlarını aşma isteğine cevap veren bir sanat akımıdır. XIX. yüzyıl sonu ile XX. yüzyıl başı döneminin gerçek şair ve sanatçılarında görülen yaratıcı imgeleriyle besledikleri belli bir çerçevede kişisel ve başkalarına devredilemez derinliğe Sembolizm adı verilmişti. İmgelem deyimiyle sembolizm hep karıştırılır. İmge kavramı bütün gücünü düş deyiminin özgürce simgelediği şeylerle uyum halinde olmasından (örtüşmesinden) almaktadır. Sembolizmde, onun anlayış ve estetiğinde, imgelemin bu ağır basan belirgin niteliğinin özellikle bilinçli ve ısrarlı
Müzik, kültürlerin sessel yansıması ve tınısal ifadesidir. Ve elbette, yaşanan toprakların ürünüdür. Farklı coğrafyalarda farklı kültürler oluşur ve gelişir. Uzun vadede evrenselleşme rolü içinde bütünleşecek olan kültürler, ilk adımlarında sesi, sözü, müziği ve enstrümanı ile yereldir. Hatta anlatım biçimi ve malzemeleri de yereldir. Ancak daha sonradan farklı yerellerden yola çıkan enstrümanlar ve ses aracılığıyla evrenselliğe taşınır. Bu evrensellik hali müziğin insanlığın ortak dili ve mirası olduğu görüşünü günümüze kadar getirmiştir. Science dergisinde 2019’de yayınlanan “İnsan Şarkısında Evrensellik ve Çeşitlilik” başlıklı makalede (…) “Müzik aslında evrenseldir” sonucuna varılmıştır. Bu sonuç, biri 86 toplumdan alınan kayıtlardan, diğeri etnografların dünya çapında 60 toplumdan
Bu yazı, İFSAK Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları Grubu’ndan Suzan Bayazıt https://www.instagram.com/suzanbayazit/tarafından hazırlanmıştır. . . . . . . . . . . . . “Bu anonim fotoğraf yaklaşık 100 yıl öncesine ait ve isimleri belirlenemeyen kadın heykeltıraşlar ve ressamlar yer alıyor. Sanat tarihinde kadınlar çoğu zaman görünmez kılındı; eserleri ve emekleri yeterince belgelenmedi. Belki de bu karede, bugün isimlerini bilemediğimiz ama iz bırakmış kadın sanatçılar var. Onları hayal etmek ve görünmezliklerine dikkat çekmek, 8 Mart’ın ruhuna uygun bir hatırlatma: Kadınlar hep vardı, hep üretti, ancak her zaman görünür olamadılar.” Kadın ve heykel denildiğinde, en eski örnek olarak aklımıza Neolitik Dönem’den Çatalhöyük’te
Bu öykü, İFSAK Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları Grubu’ndan https://www.instagram.com/sema.vurucu Sema Kahraman Vurucu tarafından yazılmıştır. . . . . . . . . . . . . “Bu hikâyeyi yazarsanız bir gün, benden bahsetmeyin. Sadece kuşu anlatın. Çünkü kuş her şeyi gördü.” Hayatımızı altüst eden depremden on beş yıl sonra onu göreceğimi bilmeden çıktığım bir yolculuğun sonunda gün ağarmadan tren garındayım. Eskişehir henüz güne uyanmamış. Tek tük öğrenciler geziniyor sokaklarda. İçime işleyen ayazdan bir an önce kurtulmak için adımlarımı hızlandırıyorum. İsmet İnönü caddesinde sabah serinliğinde açılan kitabevinin camına güneş vuruyor. Bu ikinci gelişim kitabevine. Sırt çantamı koltuğa bırakıp sıcak bir çayla ısınıyorum.
Biz özgür doğmayız aslında. Biz hayatımız boyunca karşı çıktığımız, yaptığımız seçimlerle birlikte kendi özgürlüğümüzü elde ederiz. Kimseyi etkileme ihtiyacın kalmadığında, sen ve fotoğrafların özgür olacak Kimseyi etkileme ihtiyacın kalmadığında, sen ve fotoğrafların özgür olacak ve sadece kendi iç yolculuğun için o düğmeye basacaksın. Sosyal medya hesabımda paylaşınca bir merak ve tartışma ortamı yaratan bu sözümün altında yatan temel düşünceleri açıklama ihtiyacı duydum. Bu yazıyı, ülkemizde, fotoğraf tarihinde kendisi olabilmeyi başarmış fotoğrafçılarımıza ve Şahin Kaygun’a adıyorum. İnsan, var olduğunu hissetmek adına üretmek ister. İster sanat eserleri yaratarak, ister topluma fayda sağlayacak bir sorunu çözerek ve ister üreterek bir fark yarattığını hissetmek