Haberler
Bilim & Teknoloji
Yaşam
Kültür & Sanat
Haberler
Bilim & Teknoloji
Kültür & Sanat
Müzik, kültürlerin sessel yansıması ve tınısal ifadesidir. Ve elbette, yaşanan toprakların ürünüdür. Farklı coğrafyalarda farklı kültürler oluşur ve gelişir. Uzun vadede evrenselleşme rolü içinde bütünleşecek olan kültürler, ilk adımlarında sesi, sözü, müziği ve enstrümanı ile yereldir. Hatta anlatım biçimi ve malzemeleri de yereldir. Ancak daha sonradan farklı yerellerden yola çıkan enstrümanlar ve ses aracılığıyla evrenselliğe taşınır. Bu evrensellik hali müziğin insanlığın ortak dili ve mirası olduğu görüşünü günümüze kadar getirmiştir. Science dergisinde 2019’de yayınlanan “İnsan Şarkısında Evrensellik ve Çeşitlilik” başlıklı makalede (…) “Müzik aslında evrenseldir” sonucuna varılmıştır. Bu sonuç, biri 86 toplumdan alınan kayıtlardan, diğeri etnografların dünya çapında 60 toplumdan
İnsanın sembolik bir evrende yaşadığı bir gerçek. Sembolizm adı 1886 yılında Jean Moreas tarafından akımın bildirisinin yazılmasıyla somut gerçeklik kazanmıştır. Simgecilik olarak da adlandırılan sembolizm, hem gerçeği gösteren hem de onun sınırlarını aşma isteğine cevap veren bir sanat akımıdır. XIX. yüzyıl sonu ile XX. yüzyıl başı döneminin gerçek şair ve sanatçılarında görülen yaratıcı imgeleriyle besledikleri belli bir çerçevede kişisel ve başkalarına devredilemez derinliğe Sembolizm adı verilmişti. İmgelem deyimiyle sembolizm hep karıştırılır. İmge kavramı bütün gücünü düş deyiminin özgürce simgelediği şeylerle uyum halinde olmasından (örtüşmesinden) almaktadır. Sembolizmde, onun anlayış ve estetiğinde, imgelemin bu ağır basan belirgin niteliğinin özellikle bilinçli ve ısrarlı
Evet, mezarlıklarda Öteki ile karşılaşırız, ya da Öteki’nin bıraktığı izler ile. Ölülerimize nasıl davrandığımız da serilidir önümüzde. Onları nasıl andığımız üzerine düşüncelere dalma mekânlarıdır mezarlıklar. Bir gün öldüğümüzde ardımızdan nasıl bir temsille anılacağımızı düşünürüz ister istemez. Bir anıt mezar 1824’de açılan Paris’in ikinci büyük mezarlığı “Montparnasse”dayız1. Anıtsal bir mezar2karşılıyor bizi. Burada, sütunların arasında, yerlere dökülen yırtık pırtık uzun giysisi ve yıpranmış, deforme olmuş kanatlarıyla bir melek, sağ ayağı ve parmakları giysinin ucundan dışarıya fırlamış. Sağ memesi açıkta, sol kolu ise diğer memesini örtüyor. Üzgün duru yüzü toprağa dönük. Elleri yüzü kadar çarpıcı; heykeldeki tek hareket ellerinde. Kimbilir, dünyanın hay
İnsan ister sanat ile uğraşsın, isterse başka bir meslekle, kendisine katması gereken birikimlere ve ruhunu besleyebilmeye ihtiyacı vardır. Görsel işlerle haşır neşir olanlar ise bu beslenme ihtiyacının yanında ve farklı disiplinlerden de etkilenmektedirler. Hep aynı tür işlere bakmak (fotoğraftan bahsediyorum) kişinin zihni ve kalbi arasında tıkanıklıklara sebep olacaktır. Görsel körelmelere yol açacak ve üretimler azalacaktır. Bu sebepten farklı disiplinlerden beslenmek bakış açımızın gelişmesi yönünden önemlidir. Bilgiyi görselle pekiştirmek, diğer disiplinlerle bağ kurmak değerlidir. Sadece fotoğraf ile değil fotoğrafın neredeyse başından itibaren yanında olan ve etkilenen resim sanatı da bunlardan biridir. Köklerimizden gelen değerlerle sunulan bir mekândan ve oradaki sanat eserlerinden
Koruyucusu olduğu kişinin mezarına şevkatle sarılmış; yumuşaklığıyla, sıcaklığıyla onu hayata döndürecek neredeyse; ama gözleri yine toprağa bakıyor, bir tür onun ölümünü kabullenmişlik içinde; duru, yalın, huzurlu bir keder var ifadesinde, öylesine; sevgisini ölümsüzleştiriyor. Giriş kapısı Şili başkentinde, Genel Santiago mezarlığı(“Cementerio General”)1 giriş kapısındayız. Burası yaşamın ve ölümün kutsandığı bir kent parkı, ölülerini terk etmeyen kültürlerin mezarlığı. Bu ölüler kenti, aynı yaşayanların kentlerinde olduğu gibi, toplumsal sınıflar arası farklılıkları da yansıtıyor. Bir yandan büyük anıt mezarları (Aztek, Orta Amerika, Grek, Roma, Mısır, Gotik, Barok tarzlarında), ünlü kişileri, aydınları, sanatçıları, politikacıları, bir yandan da, isimsiz yurttaşların mütevazı unutulmuş mezarlarını ve katlı kabin
Bize atılan taşlar… Bir parçamızı koparıp yerlere atıyor. Kırılıyoruz… Çatlamış geri kalanımız elimizden ağır çekim film sahneleri gibi kayıp yere düşerken kırılmasını izliyoruz. Sadece izliyoruz. Evvel zaman zamanın içine henüz girmiş, kalbur samanın içinde, horozlar her zamanki gibi tellallık pireler hamallık edermiş. Ben anamı beşiğini tıngır mıngır sallayıp uykuya dalmışken anam düştü beşikten, babam düştü eşikten. Anam kaptı maşayı, babam kaptı küreği, gösterdiler bana kapı arkasındaki köşeyi, dolandım dört köşeyi. Dırıltıydı, mırıltıydı, raftan fincan düştü kırıldıydı. Hem de ne fincan ya! Dedemin dedesinden kalma, kulpu kırık, kenarı yok, şu ahım şahım fincan. O akşam ne cezveyi köpürtebildim ne kahveyi höpürdetebildim. Hikâye bu ya;
Mezarlıklar ölülerin kenti; barış, huzur dolu mekânlar. Mezarlıklar sakin sakin ölümlülük üzerine düşüncelere dalmaya davet ediyor beni. Ölüm üzerine derin derin düşünmeden hayatın değeri bilinebilir mi ki? Tikhvin Mezarlığı: bir açık hava müzesi St. Petersburg, Aleksandr Nevski Manasatırı içinde, Tikhvin mezarlığındayız. 19. Yüzyıl sonlarında çoğu İtalyan mimarlarca yapılmış iki yüzeye yakın anıtları, heykelleri içeren özel bir mezarlık. Adeta bir açık hava müzesi. Heykelleriyle, anıt mezarlarıyla ve güvercinleriyle. Evet, önce kumrularla karşılaşıyorum, cilveleşen, oynaşan kumrularla. Bir beyaz güvercin ile bir gezgin kaya güvercini karşılıyor beni ölülerden önce; güya bana eşlik edecekler, beni gezdirecekler, ama pek umurlarında değilim sanki. Öpüşüp koklaşıyorlar; kendi
Mezarlıklar: bizi unutmayın anıtları. Yaklaşık 120 milyar bireyden oluştuğu varsayılan insan türünün birbirlerine genetik/kültürel materyallerini aktara aktara geldiği yüzyıllar, binyıllar boyunca yaşaya öle, evrile devrile geldiği satır sonları. Bir taphophile (mezalık gezgini/düşkünü) sayılırım. Dünyanın değişik mezarlıklarını merak eder, ziyaret ederim. Çok şey öğretiyor bana ölüler kentleri: o toplumun yaşama ve ölüme bakışını, yas kültürünü, tarih, sanat, inanç sistemlerini. Ama en çok da, ölümlülük gerçeğini içselleştirebildikçe yaşamın nasıl da zenginleştiğini. Mezarlıklar: hayatın aynaları1. Bizden sonra gelen kuşakların, yaklaşık üç dört ya da en çok yedi kuşak sonra adımızı bile hatırlamayacağı günlere birer gönderme. Göçüp gitmiş gidenler. Kalmamış geriye o soydan bir
Bu yazı, İFSAK Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları Grubu’ndan Özlem Dikeçligil tarafından hazırlanmıştır. . . . . . . . . . . . İyi Kalpli Erendira’yı yıllar önce okuduğumda hemen unutmak istedim. Çünkü bazı öykülerin yükü ilk karşılaşmada taşınamayacak kadar ağır olabiliyor. Kendi kendime, “bu yükle ne kadar hızlı yol alabilirsin ki şu köşeye bırak ve hızlıca yürü git” demiş bile olabilirim. Hatırlamıyorum. Ama aradan geçen yıllarda onunkine benzeyen çok öykü dinlediğim için Erendira’nın kaderi artık avucumdaki bir taş kadar sahici ve çok tanıdık. Bu yüzden onu geri bıraktığım köşeden aldım ve bu sefer kurtlardan ödünç aldığım keskin bir gözle daha
Kasetten Bluetooth’a D/Evrim Önce kablolar kayboldu. İnsanlar sevindi. Havadandı artık iletişim. Havadan sudandı, tıpkı ilişkiler gibi. Görünmez güçler yönetiyordu dünyayı, onlar arkamızdan savaşıyor, biz de masada kazanıyor ya da kaybediyorduk. Oysa faturası bize çıkıyordu her türlü savaşın. Kazananın olmadığını başından beri biliyoruz savaşların. Görünmez bir el geceleri biz uyurken cüzdanımıza elini atıyor, emeğimizle kazandığımız parayı usta tırnakçılar gibi sessizce çalıyor. Ertesi sabah güne başladığımızda daha çokla daha azı alıyoruz. Olsun, nasıl olsa ekonominin pınarı bankamatikler var. Duyduğumuz kadar konuşuyorduk. Akıl, bir daha asla dönmeyeceği hicretindeydi artık. Çağımızda konu siyaset, futbol ve din olmuştu. Sonu hep paraya çıkıyordu kaybolduğumuz yolların. Herkes
Amatör fotoğraf ortamının önemli isimlerinden usta fotografçı Mustafa Ertekin’i fotoğraf kamuoyu AFSAD (Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği) Yönetim Kurulu Üyeliği ve Başkanlığı yaptığı dönemden, Fethiye Kayaköy’de yapılan fotoğraf etkinliklerinden, Malatya Levent Vadisi ile Arapgir’de ve Afşin’de öncülük ettiği Fotokamp etkinliklerinden tanır. Bir dönem profesyonel fotoğraf ortamında stüdyo fotoğrafçılığı yaparak hayatını kazanan sayın Ertekin, daha çok amatör fotoğraf ortamına yaptığı katkı ile bilinir ve öyle anılır. Ancak Ertekin’in uğraşısı bununla sınırlı değildir. Güzel memleketimizin olağanüstü özelliklere sahip kadim kültürünü, toplumsal birikimini araştırıp çok kıymetli yazılı ve görsel materyal hazırlar. Bu itibarla oldukça nitelikli, belgesel değeri yüksek, anlamlı sonuçlar üretir. İyisiyle kötüsüyle, hüznüyle
1990’ların ikinci yarısında Mersin’de lise öğrencisiydim. O yıllarda üniversite seçimi konusunda bugüne kıyasla daha az bilinçliydik. Şimdilerde çok gündemde olan ‘Kariyer Günleri’ o zaman yoktu veya vardı da bizim oralara kadar gelmemişti, net hatırlamıyorum. Üniversite tercihleri liste olarak sınava girerken teslim edilirdi. Tercihleri listelerken; ya okuldaki ve/veya dershanedeki öğretmenlerle konuşup fikir alınır, ya aile büyükleri duruma el koyar ya da üst dönemlerdeki abi/ablaların tecrübelerinden faydalanılırdı. Abimin üniversite okuduğu yıllarda Ankara’da ODTÜ’yü gezme fırsatı bulmuş, henüz lise sonda olmasam bile o kampüste okumak için can atmıştım. Hele ki o Mimarlık Fakültesi’nin binası… Büyülenmiştim adeta. Günü gelip de üniversite tercihlerimi yapacağım sırada
Fotoğrafçının Tanıklığı Bir zamanlar hepimiz, bir biçimde kazınmış fotoğrafların gölgesinde uykuya dalmış, uyandığımızda açılmış zihnimizle yolumuza devam etmişizdir. Yıllar geçmiştir aradan. Psikiyatrlara didikletmişizdir dünyamızı. Kapalı kapıları açmalarına izin vermiş, bilinçaltımızın dip odalarına buyur etmişizdir onları. Ne olursa olsun, bilmediğimiz nedenlerden o fotoğrafları hiç unut(a)mamışızdır. Gördüğümüz her yerde onları tanımlamış, yıl, yer ve fotoğrafçı adıyla, yalnızsak içimizden, yanımızda birileri varsa da yüksek sesle ve biraz da gururla bu bilgileri paylaşmışızdır. Akılımızda tuttuğumuza göre de yüksek ihtimalle anlar üzerinden seçilip önümüze gelen bu görüntüleri beğenmişizdir. Bu beğeni, karşımıza çıkan başka görüntülerin takdirini zorlaştırsa da bir bakış yöntemi olarak zaman içinde bu fotoğrafları
2023 Fransa’sında Emeklilik Reformu 2023 yılı, Fransa’da hükümetin Emeklilik Reformu önerisiyle başlayan ve milyonlarca insanın katıldığı büyük çaplı toplumsal hareketlere tanık oldu. Başkan Emmanuel Macron ve Başbakan Élisabeth Borne liderliğindeki hükümet, emeklilik yaşını 62’den 64’e çıkarma ve asgari katkı süresini 43 yıla yükseltme planını duyurdu. Bu öneri, halkın geniş kesimleri tarafından tepkiyle karşılandı ve ülke çapında kitlesel protestolara yol açtı. 2023 yılı, Fransa için sadece Emeklilik Reformu ile değil, aynı zamanda önemli bir siyasi dönüm noktası ile de anlamlıydı. Bu yıl içerisinde gerçekleşen Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, Emmanuel Macron tekrar zafer kazanarak görevine devam etti. Macron’un yeniden seçilmesi, Emeklilik Reformunun ilerlemesinde ve
Duyu organlarımızla hemen anlamlandıramadığımız, ifadelerinde güçlük çektiğimiz, belirsizlikle tanımladığımız varlıklara soyut deriz. Çünkü görünür dünya zamansal ve mekânsal olarak somuttur. Halbuki soyut varlıklar, zaman ve mekandan bağımsızdır. Bunlar muğlaktır, gizlidir. Soyut Türkçede ‘’Abstract’’, Latincede ‘’Abs-trahere’’ olarak ifade edilir. Abstrahere, kaldırmak, ayırmak demektir. Soyutun sınıflandırılması ve varlık olarak kabulüne dair farklı görüşler ortaya atılsa da sonuçta her zihnin soyut ifadesi içseldir. Belirsiz şekiller, sesler, tanım yapmakta zorlandığımız bazı kavramlar (neş’e, üzüntü, sanat, özgürlük, sevgi vb.), bir müzik eserini oluşturan notalar, betimlemeler, şiirler, doğadaki bütün varlıklardan soyutlayarak öze indirgediğimiz görüntüler, matematikte sayılar, kümeler, geometrik ifadeler, Platon’da ideler, soyut resmin öncüsü Wassily Kandinsky’nin
Kitap Çernobil, Ceylan Yayınları, 2023 (Türkçe) Chernobyl, Manifold, 2023 (İngilizce) İki ayrı yayınevi tarafından Türkçe ve İngilizce olarak sunulan ÇERNOBİL bir fotoğraf albümünden daha fazlası… Kitapta Emin Altan’ın kapsamlı önsözü ile birlikte, aralarında kitabın editörü Cemil Aksu’nun ve felsefeci Slovaj Zizek’in bulunduğu oniki yazarın katkısı yer alıyor. Metinler; enerji, ekoloji, enerji üretimi, nükleer santral gibi son derece karmaşık konuları bilimsel, sosyolojik ve felsefi disiplinler açısından ele alıyor. Sıradan okuyucuların da çokça yararlanabileceği, referans alabileceği, her biri ayrı bakış açısıyla ve anlaşılır bir dille yazılmış makaleler kitabın zengin bir içerik kazanmasını sağlamış. Kitabın girişinde Altan’ın 2015-2020 yılları arasında Çernobil’de çektiği, Tarkovsky’nin
Başlarken biten Bir yıl daha geçti. Dünya en tuhaf dönemlerinden birini daha yaşadı. Denizler kurudu, buzlar eridi. Dünyanın iç organları hasar gördü. Yer sarsıldı, sel bastı, ormanlar yangınlarla kavruldu. Kozmik enerji kötülükle yeniden yoğruldu. Sanal dünyanın gönüllü köleleri olmayı çoktan kabul etti insanlar. Herkes elindeki nesnelerinin çarmıhına gerildi. Emek ile tüketim arasındaki oranlar yeniden ayarlandı. Yaşamın yeni kara-borsası oluştu. Fotoğrafçılar için durum biraz daha farklıydı. Onlar şanslıydılar. Fotoğraf makineleri, insanların yalnızlıklarını paylaştıkları, kendilerini yeniden var ettikleri, özlemlerini giderdikleri ve ruhlarını rahatlatıp yansıttıkları nesneleri oldu. Sır saklıyorlardı ama gerektiğinde söylenmesi gerekeni de cesaretle söylüyorlardı. Karanlık kutu üzerinden geçmişi, geleceğe taşıyorlardı. Kimi
kimlerin elinde ipleri o orduların hiç tanımadıkları insanlara nasıl da doğrulur namluları ve neden? kadınlar ve çocuklar ilk yıkıma uğrayanlar savaşlarda ya başka diyarlara göçerler ya öte dünyalara yine de vahşetin içinden bir mum yakmak kadınlara düşer hem ölenlerin anısına hem ışık tutsun diye yarınlara (*) bu şiir ve video, ilgili fotoğraflar ile birlikte, “mandalinalar / tangerines” filmi (Zaza Urushadze, 2015) filmi üzerine, Serkan Turaç danışmanlığında düzenlenen “referans çağrışım” fotoğraf atölyesi (2023) kapsamında hazırlanmıştır. Şiir filmdeki ana temanın “savaşların tek kaybedeninin insanlık olduğu” düşüncesiyle yazılmıştır. Projenin tüm ürünlerine şu web sitesinden ulaşılabilir: https://referanscagrisim.org/.
Başlangıç itibarıyla, fotoğrafın ülkemiz topraklarında hayli ilginç bir seyir serüveni olmuştur. Fransa’da bulunuşu açıklandıktan çok kısa bir süre sonra sınırlarımızda bulmuştur kendisini. Seyyahlar, Batı’dan Doğu’ya doğru bir rotayı izleyerek, Balkanlar, İstanbul ve Ortadoğu’nun içinde olduğu zengin bir coğrafyanın yaşamını ve tarihi değerlerini fotoğraflarına aktarmışlardır. Bu kişilerden Osmanlı topraklarına yerleşenlerin bir kısmı ise profesyonel olarak bu mesleği uygulamaya başlamış ve İstanbul’da yeni birçok stüdyonun açılmasını sağlayarak yakın geçmişimizin mikro tarihini geleceğe taşımışlardır. 1839’da ardında sayısız deneme sonucunda bulunuşu duyurulan fotoğraf, önce Pera’da çiçek açmış ve gözü pek fotoğrafçıların çabalarıyla- teknik koşulların yetersizliğine rağmen- stüdyo fotoğrafının bugün bile önemini koruyan seçkin örnekleriyle
Bu ay da bir ilk kitap hakkında yazmak istedim. Bu sefer içimizden biri, İFSAK Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları grubunda tanıdığım arkadaşım Özlem Dikeçligil’in ilk öykü kitabı Hayalet Bakıcısı’nı sizlere tanıtmak istiyorum. On öyküden oluşan Hayalet Bakıcısı Notos Kitap’tan Eylül ayında çıktı. Özlem Dikeçligil’in bu kitapta da yer alan Zigotlarımız öyküsünü daha önce İFSAKBlog’da yayınlandığında okumuştum. Kız kapıyı ilk kez pazar günü öğleden sonra çaldı. Ben açtım. Varsa yıldız tornavida ile çekiç istedi. … Kocamın eşyaları kıymetlidir. Özlem Dikeçligil’in öyküsüne girişini, ikinci paragraftan çok ince bir ustalıkla bu karakterle ilgili bir şeyler olacak sinyalini, öykünün başında düşündüklerimin, öykü ilerledikçe beni yanıltmasını ve
Bu yazı, İFSAK Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları Grubu’ndan Suzan Bayazıt tarafından hazırlanmıştır. . . . . . . . . . . . . . Kamusal alanda 3000 yılda değişen temsili ve etkilediği sanatçılar Bilge Umar’a göre Hekate Kata, K(uwa) Ada Luvi dilinde kutsal ana anlamını taşımaktadır. Hekate ana tanrıçasının ismi MÖ 8.yüzyıldan başlayarak günümüze kadar çeşitli alanlarda efsane, mitolojik öykülerde, para, vazo, stel, heykel ve kitaplarda karşımıza çıkar. Proclus Diadochlus (MS 410-435) ve Sophokles‘un ilahilerinde, MÖ 425 yılında Atina’daki Nike Tapınağı’nın girişindeki heykelde, William Blake 1795 tarihli skecinde vs. Ayrıca kutsallığı daha sonra bu topraklarda Artemis (onun da sembolü köpektir
denizler. O uçsuz bucaksız milyarlarca yıldır salınan, İçlerinde türlü çeşit can, Büyük büyük atalarımızı doğuran o umman. Kıyamet bu kez denizlerden gelecekmiş, ufuktaki o gemiden, öyle dediler, ama, nasıl, ne zaman, bilinmeyen. Bu belirsizlik yaktı içimizi dışımızı, Hangi karanlık güçlerin elinden, nasıl, ne zaman geleceği bilinmeyen İçinde yaşadığımız sarsıntılar, dağları, taşları aşan zorluklar yetmezmiş gibi, bir de uzaklardan gelecekmiş yeni kıyametler. öyle mi. kimimiz attı iki sandalye kıyıya, bakıp duruyor o gizemli gemiye. Daha neler gelecek başımıza diye diye. Kimimiz sahillerde dolaşıyor, avunmak için hiç olmazsa bir günlüğüne, ama, bir gözleri hep o gemide. Şu çamurun, şu balçığın içinden çıkma
Üzerime bir akşam yorgunluğu çöküyor. Parkın usul usul yanan ışıkları, koyulaşan gölgeleri, kol kola önümden geçen mesut çiftler, kaygısız gençler, hepsi içimde bir yerleri titretiyor. Bir yazar olsa buna ne derdi acaba? Önümdeki ahşap çitlerin gerisinde, suda usul usul ilerleyen iki kuğuya takılıyor gözüm. Aralarındaki mesafeyi koruyarak suyu incitmekten korkarcasına sessiz bir uyumla süzülüyorlar. Bizim bilmediğimiz bir sessizliğin içindeymiş gibi… Dünya sakin bir yermiş gibi…* Alkım Doğan, ilk öykü kitabı “dünya sakin bir yermiş gibi”yle edebiyat dünyamıza adım attı. Daha önce çeşitli dergilerde, çevrim içi platformlarda öyküleri ve yazıları yayınlanmıştı. Bu ilk öykü kitabında Alkım Doğan’ın on iki öyküsü yer
Picasso, Monet, Van Gogh ve Dali’nin sanal katkıları ile * Bir fotoğraf: 2007 yılında, St. Petersburg’da çekilen bir fotoğraf bu. Kiliseye doğru giden bir sokak görünüyor bu fotoğrafta. Hayatın gerçekliğinden bir dilim. Görebildiğimiz kadarıyla ileride bir kilise kapısı, alınlığı ve göğe yükselen kubbesi. Sokakta birkaç kişi, kimi yalnız, kimi ikili, üçlü gruplar halinde yürüyor. Duran sadece iki kişi, bir kadınla bir erkek, aralarında tuttukları bir şeye bakıyorlar, belki de biraz önce cep telefonlarıyla çektikleri fotoğraflara. Kiliseye doğru yürür gibiler. Sokağın yanlarındaki yapıları çevreleyen sarı duvarlar. Üç tane elektrik direği, sokak lambaları henüz yanmamış, zaten fotoğraf öğleden sonra saat beş buçuk civarında
Kelime olarak Yunancadan türeyen ve çoklu algı durumu anlamına gelen sinestezi uzun yıllardır bilim insanları ve sanatçılar tarafından araştırma konusu olmuştur. John Locke, Cretien Van Campen gibi birçok bilim insanı sinestezi üzerine teoriler ortaya koymuşlardır. Kandinsky ve Klee gibi dışavurumsal sanatçılar ise sinestezi ve renkleri ruhsal ve kuramsal yönden incelemişlerdir. 1990 yılında Kanadalı fotoğrafçı Marcia Smilack sinestezik algıyı fotoğraf sanatına da taşıyarak bu alanda yenilik ortaya çıkarmıştır. Günümüzde Amerika’da ve Avrupa’da Wen Hang Lin gibi genç fotoğrafçılar arasında da sinestezik çalışmalar yayılmaya başlamıştır. 1800’lü yıllardan itibaren sinestezi resim sanatı alanında konuşulan konu olmuş. Sinesteziyi araştırma konusu olarak ilk ortaya çıkaran
Başlarken Fotoğrafa Yazmak atölyesini hazırlarken, “yazmak isteyen herkes yazabilir” düşüncesinden yola çıktım. Atölye kapsamında fotoğraflar ve sinema filmleri üzerine konuşarak, yorumlarımızı katılımcılarla paylaştık.Sonrasında da konuştuklarımızdan esinlenerek çekilen fotoğraflar üzerine yazılar yazdık. Kısa da olsa yazmak, rastgele yapılan bir eylem değildir. Tıpkı fotoğraf çekerken olduğu gibi yazmak da ardında bir düşünce olan planlı bir yaratım sürecidir. Burada Rus Edebiyatı’nın önemli isimlerinden Anton Pavloviç Çehov’un, başka bir Rus yazar arkadaşı İvan Şçeglov’a yazmakla ilgili söylediklerini sizlerle paylaşmak isterim. “İnanır mısınız Jan, bu sabah sizi düşünüyor, ‘Benim yazdıklarıma kıyasla niçin daha az yazıyor?’ diyordum. Sonra az yazmanızın nedenini buldum…”…”Bana kalırsa son derece öznel
Bir örnek kıyafet, teklik, aynılaştırma, arileştirme (uniformity); hepsi de insani bireysel, kültürel farklılıkları, çeşitliliği (diversity) yok sayan, yok eden uygulamalar; en masum görüneninden en vahşisine. Hâkimiyet kurmanın ve yok etmenin ilk adımı herkesi bir örnek kılmak, tek tip kıyafet giydirmek, tek tipleştirmektir. Rudolf’a, 8 Şubat 1940’da bir tebligat gelir, bir tutuklama emri; iyi hal kıyafetlerini giyinir, karakola götürülür, önden yandan fotoğrafları çekilir, kaydı tutulur; bilirsiniz, totaliter düzenlerde kayıt önemlidir. Ve birçok başkalarıyla birlikte, o da, bir toplama kampına götürülür, Kapıda büyük bir yalanla karşılaşır: “çalışmak özgürleştirir”. Uzun sürmez bu yalanın ne olduğunu anlaması, burası masum bir çalışma kampı değil, duygudan
akar gider zaman ayaklarımızın altından sular okşar tenimizi o kısacık an evet o serinlik değil miki ömrümüz hepi topu bir yaşam şu sonsuz evrende öylesine bir an dona kalırız bazen yitip gidenlerin ardından o sürekli o muhtaşem değişimin gözü önünde seyre dalarız akan canları içimizde gün gelir silinir gider o biricik varlığımız bir tire kalır geriye doğum tarihi ve ölüm tarihi arasındaki o kısacık tire ne varsa onun içinde ** kurda kuşa yem oluruz börtü böceğe can gel zaman git zaman ve cansuyu çiçeklere ve ölümüne yaşam ah akar gider zaman an be an türlü türlü
Metin Erksan’ın1965 yapımı ‘Sevmek Zamanı’ filmi, Türk Sineması açısından bir başyapıt sayılmalıdır. Filmi hâlâ izlememiş olanlar için belirteyim; dijital film platformu Mubi’de, filmin restore edilmiş tertemiz bir kopyası bulunuyor… ‘Zengin kız, fakir oğlan’ klişesinin yorumlandığı bir melodram olmasının ötesinde, müthiş derinliği olan çağdaş bir tragedyadır bu film bana göre. Film eleştirmeni değilim ancak filmin beni etkileyen yönüne dikkatinizi çekmek için bir girizgâh yapmak isterim… Resmine âşık olduğu bir kadını ölesiye seven fakir oğlan boyacı Halil ile varlıklı bir kız olan Meral’in aşk hikayesi anlatılır filmde. Halil, yaz günlerinin coşkusundan uzak, sonbaharın melankolik havasında Büyükada’da köşklerin içini boyamakla meşguldür.Bu köşklerden birinin
1 Mayıs 2018 tarihli Oded Wagenstein’in http://odedwagen.com bu yazısı http://photographylife.com adresinden Bülent Tüccar tarafından Türkçeye çevrilmiştir. ******************* Herkes iyi anlatılmış bir hikayeyi sever çünkü hikayeler duyguları harekete geçirmenin en iyi yoludur. Biz heyecanlandırabilir, güldürebilir, ağlatabilir veya başkasıyla empati kurdurabilirler. Ancak hikayelerle ilgili belki de en iyi şey nispeten basittir: başkaları hakkındaki hikayeler, kendimizi daha iyi anlamamıza yardımcı olur. Burada fotoğrafınıza hikaye yönü katmanın üç yolundan bahsediliyor. Fotoğraflarınızda Duyguları Harekete Geçirmek Üzerine Pratik Yapın Eğer bir “hikaye” “cümle” ise o zaman “duygular” da “sözcüklerdir”. Öyleyse, görsel hikaye yaratma becerimizi geliştirmeye odaklanmadan önce, görsellerimizde duyguları harekete geçirmek üzerine çalışmalıyız. Belirli bir duyguyuuyandıran
orada sen ve yalnızlığın erosun oku değdi tenime ve ben burada yalnızlığımla naso magister erat ** sev beni suretimi değil arzuyla arzuyla dalıp giderim teninde erisem sende oysa suretim desenin gönlün benimkide öyle bir umut işte kavuşmak bu muymuş nam amor ad mortem*** (*) bu şiir ve video, ilgili fotoğraflar ile birlikte, Sevmek Zamanı (Metin Erksan, 1965) filmi üzerine, Serkan Turaç danışmanlığında düzenlenen “referans çağrışım” fotoğraf atölyesi (2023) kapsamında hazırlanmıştır. Projenin tüm ürünlerine şu websitesinden ulaşılabilir: https://referanscagrisim.org/ (**) Naso magister erat: “Naso’ydu bizim öğretmenimiz” (Ç. Dürüşken çevirisi) ya da “Naso’dan öğrendik bütün bunları” (. Z. Eyüboğlu çevirisi) Naso, Publius Ovidius’un
Bu yazı, İFSAK Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları Grubu‘ndan Özlem Dikeçligil tarafından hazırlanmıştır. . . . . . . . . . . . . . Kız kapıyı ilk kez pazar günü öğleden sonra çaldı. Ben açtım. Varsa yıldız tornavida ile çekiç istedi. Kocamın üzerinde pijamaları vardı. Şu lacivert çubuklu olanlardan. Doğum gününde almıştım. Severim öyle klasik şeyleri. Biraz da şakayla karışık “benim mahkûmumsun” demiştim. Çünkü filmlerde gördüğümüz hapishane üniformalarına benziyordu. Kızın karşısına onlarla çıktı. Saçlarını daha düzeltmemişti. Öyle ince beyaz solungaçlar gibi hareket ettikçe tepesinde titreşiyorlardı. Kız komik ama sevimli bir şey görmüş gibi güldü. Kocamın eşyaları kıymetlidir. Geri getirilmeyeceğini ya
Güneşle uyandı. Gözünü, “Süleyman’ın Hazineleri’ne açtı. Kahire’nin gülleri ne renkti; gözlerini kapadı ve tozlarla dans eden bir kenti hatırladı. Yüzüne vuran güneş ışığına karşı koymadı, yüreğinin gölgeliklerinde yazdı yazılarını. Beyaz kağıtlara düşürdü, Arapça’nın önce kadınlar ve çocukları kurtarmaya yeminli filikalarını. Sağdan sola esti rüzgâr ve gelecek günler için Latin harfleriyle sözleşti. Herkesin farklı tarafından tuttuğu bir kara parçasıydı Mısır. Yıllarca Sedat’tı ve kimi oryantalistlerin Nil’de tekne yolculuğu fantezisiydi. Gezginlerin son duraklarında, piramitlerin dibinde ruhlarla yaptığı danstı. Batının ölü sevicileri, heyecanla dolaşırken salonları; ansızın uyandı Kahire Müzesi’nin ölüm kokulu mumyaları. Bir kuş başını almış gidiyordu, otuza tamamlamak için sayıyı, yoldaşlarını arıyordu.
Bu yazı, İFSAK Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları Grubu‘ndan Zeynep Yılmazoğlu tarafından hazırlanmıştır. . . . . . . . . . . . . . Çizgilerin peşinden sürüklendiğim hayat yolculuğumda beni hem görsel olarak hem de metin olarak besleyen, içeriği doyurucu ve sürükleyici grafik romanları paylaşmaktan büyük bir keyif aldığımı fark ettim. Feminizm tarihini öğrendikten sonra serüvenimize devam edelim. Son yıllarda kadın mücadelesini konu alan yayın sayısı giderek artmaktadır. Grafik roman türünde de bu yönde yeni kitaplara rastlıyoruz. Kadın yazar/çizerlerin ürettikleri feminist grafik romanlarda, geleneksel çizgi romanlardaki erkeklik hallerine başkaldırıyı gözlemleyebiliyoruz. İki tür arasındaki tek fark sadece ‘erkeklik’ değil, ayrıştıkları diğer
Bölüm 12, Bolivya, Potosi. Uyuni, 13Temmuz 2017 Otobüs gece yarısından sonra Potosi ’ye varıyor. Otele 3 km mesafe var. Bir taksiye atlayıp (30 $Bs) otele gidiyor, kapıyı çalıp otel görevlisini uyandırıyoruz. Odalarımızı gösteriyor, yorgunuz zaten. Hemen yatıp uyuyoruz. Kahvaltıya saat 8:30 gibi iniyoruz. Bu gezide biraz “enleri” yaşıyoruz. Potosi dünyanın en yüksek şehri. 4090 metre. Ama artık yüksekliğe alıştığımızdan problem olmuyor. Daha doğrusu hızlı hareket edilmezse problem yok. Potosi, eski gümüş madenleri ile ünlü ve zengin bir şehirmiş. Madenler tükenince zenginler tarafından terk edilmiş. Sokaklarından, caddelerinden, binalarından eski muhteşemliği hissediliyor. Maden işi, gümüş bittikten sonra kalaya dönmüş. Madenler hala aktif,
Bence bir sanatçı olduğunuzda, sizin için önemli olan birkaç sorunuz olur ve bu soruların yanıtlarını bulmaya çalışırsınız. Neden bir kişinin hayatta kalıp diğerinin hayatta kalamayacağını anlamaya çalışmak her zaman ilgimi çekmiştir. Çoğu zaman cevap bulamazsın ama önemli olan soruyu sormaktır. Ölüm kaçınılmaz ve ertelenemez bir gerçektir. Yaşam ise gelip geçiciliğine rağmen ölüme meydan okuma cüretkarlığı sergiler. Fanilik ve bakilik üzerinde hareket eden zaman karşı konulamaz bir dirençle ve kalıcı olmak adına farklı üretimler yapmakla, daha çok üretmekle, unutulmak korkusuyla, geçici olmanın verdiği ızdırap ve korkuyla üzerimizde itici bir güç oluşturur. Ölümün ardından hatırlatma misyonu geride kalanlara vazife olur; mezar taşları
Herhangi bir film, senaryo, tiyatro, öykü, roman, fotoğraf veya henüz ete kemiğe bürünmemiş bir hayal… Müziğin, sinema veya bu sanat dallarıyla olan etkileşimini tartışmak zaman kaybı olur. Müziği, destekleyici nitelikte bir unsur olarak da tanımlayamayız. Müzik, anlatıyı olgunluğa eriştirir. Bu yazı herhangi bir filmi eleştirmek, desteklemek, iyi ya da gelişmesi gereken alanlarını belirlemekten ziyade görüntü ve müzik arasındaki etkileşimi konu alacak. Bunu yaparken de 1970–1985 yılları arasındaki Türk sineması bağlamındaki yorumlarımı ekleyeceğim. Umarım yazının sonunda Tuluyhan Uğurlu’nun Sofya’da Dans’ını (İstanbul Kanatlarımın Altında), Cahit Oben’in En Büyük Şaban’ını veya Küçük Kardeşim’ini, Atilla Özdemiroğlu’nun Muhsin Bey’ini, Moğollar’ın Devlerin Aşkı’nı dinlemiş gibi bir
Bu yazı, İFSAK Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları Grubu‘ndan Suzan Bayazıt tarafından hazırlanmıştır. . . . . . . . . . . . . . Erna Eckstein, iki değişik zaman diliminde Türkiye’de toplam 22 yıl yaşamış fotoğraf ve film çekmiş bir tıp doktorudur (1895-1998). Bu yazıda yaşamı ile birlikte Eckstein’ın bilinmeyen fotoğraf merakı ve aktivist kimliğinden bahsedeceğim. Erna Eckstein çocuk hastahanesi başhekimi olan doktor bir babanın kızı olarak Almanya’da dünyaya gelir ve öğrenimini tıp fakültesinde çocuk doktoru olarak tamamlar. Eşi ile de burada tanışır. Faşist akımların başlaması ile Erna’nın babası Arthur yeni evli çifte çok kötü günlerin geleceğini öngördüğünü söyler. Bir
Başka bir konu hakkında sorularım olacak Tabii ki, ne hakkında sorularınız var istiyorsunuz? Size yardımcı olmak için buradayım! Sanat nedir? Sanat, insanlar tarafından yapılan ve insanların duygusal, estetik veya kavramsal amaçlarını ifade etmeyi hedefleyen her türlü yaratıcı etkinliği veya ürünü içerebilir. Sanat, resim, heykel, müzik, tiyatro, dans, fotoğraf, edebiyat veya sinema gibi farklı formları olabilir ve insanların hayatını zenginleştirmeye ve anlam kazandırmaya yardımcı olabilir. Sanat, insanlar arasında duygusal bağ kurma, düşüncelerini ifade etme ve dünya hakkındaki fikirlerini paylaşma fırsatı sunar. Sanatçı tanımı nedir? Sanatçı, bir sanat formunu kullanarak kendini ifade etmeyi ve insanların duygusal, estetik veya kavramsal amaçlarını yansıtmayı amaçlayan
Zülfü Livaneli’nin “Engereğin Gözü” romanının anlatıcısı harem ağasıdır. Kendisinden bahsederken Habeşistan’dan (şimdiki Etiyopya) gemilere doldurularak (Habeşistan’ın denize kıyısı olmadığı için tarih kayıtları Mısır’dan gemilerle getirildiklerini yazar) getirildiğini söyler. Reşat Nuri Gültekin, edebiyatımızın önemli bir ismidir. 1927 yılında Milli Eğitim Müfettişliği görevine başladığı yıldan Çanakkale milletvekili seçildiği 1939 yılına kadar yaz aylarını sıklıkla İzmir’de geçirir. Yazarın İzmir ile tanışması aslında babasının görevi nedeniyledir. Bir dönem Frerler Mektebinde (Saint Joseph Lisesi) tahsil görür. Herkesçe bilinen ve Mustafa Kemal’in Çanakkale savaşında başucu kitabı olan Çalıkuşu romanını İzmir’de kaleme almıştır. Ancak “Miskinler Tekkesi” romanında kendi İzmir günlerini anlatırken Kadifekale sırtlarında “Tamaşalık” mevkiine yerleştiğinden bahsedip