Haberler
Bilim & Teknoloji
Yaşam
Kültür & Sanat
Haberler
Bilim & Teknoloji
Kültür & Sanat
Murat sabahları geç uyanmayı sevmezdi. Gençliğinde bu alışkanlık annesinin sert ses tonuyla gelişmişti: “Günün yarısını yatakta çürütme!” O zamanlar uyanmak bir emirle gerçekleşirdi. Şimdi ise sessizlik uyarıyordu onu. Sessizliğin biçimi vardı. Soğuk bir taşın yüzeyi gibi temiz ama sert. Pencerenin pervazındaki saksıda büyümeyen sardunya yapraklarını inceledi. Yeşil değildi artık, bir tür donukluk yerleşmişti üstlerine. Murat …
S. Deniz Kılıç Sahnenin her köşesinde rastlanabilecek tekerlekli bir masaydı. Üzerinde nice soytarının maskesi de serildi, Kreon’un tacı da parladı. Bazen bir bardak su dururdu; ya kuru gırtlaklara merhem ya boğucu bir yudum. Gövdesi eski ahşabın keskin nefesi ve hafif bir boya esintisiyle sarılıydı. Taze çiçekler taşıdı, döşemeler canlandı ve oyun başladı. Bir, üç, beş… …
Sadık Özkan Bu akşam da şehir tiyatrolarında son perde, Keşanlı Ali’nin bileklerine takılan kelepçeyle kapanmış, seyirciler oyuncuların performansını ayakta alkışlayarak birer ikişer terk etmişlerdi salonu. Yaklaşık bir aydır sahneleniyordu bu oyun ve her defasında Ali Efendi bambaşka bir final sahnesi yazıyordu kendi hayal dünyasında. İsim benzerliğinin dışında ortak ne çok yönleri vardı, ikisi de şehrin …
Murat Mıhçıoğlu Cüsseli kel adam, gür sesini ustaca kullanarak provanın ilk repliklerini tesirli biçimde salonda çınlattı. Kırık burunlu, ince dudaklı Fransız hanım perde arkasından çıkıp geldi bunun üzerine. Alphonse Mucha imzalı afişlere yansımış zarafetiyle döktürdü dakikalarca. Derin sesli İngiliz aktör usulca belirdi ve sinemada hayat verdiği kötü adamların aksine duygulu bakışlarla katıldı provaya. Tam da …
Sokağın ortasında bir süre durup cebinden çıkardığı bozuklukları evire çevire saymaya çalıştı. Üzerindeki sayılar silinmiş gibi terli parmaklarından geçerken anlamsız birer metal parçalarına dönüşmüşlerdi. Diğer cebindeki sarma sigarasından alıp yaktı. Dumanını boşluğa bırakırken çevresine bakındı. Sokağın iki yanı, tekdüze, yorgun binalarla çevriliydi. Aç olan karnı ile ruhu arasında bir seçim yapması gerekiyordu. Ya yiyecek …
Hastane odasının camı, kasvetli bir kasım gününe bakıyordu. Gri gökyüzü, rüzgârla savrulan sarı yapraklar ve damlalarla yıkanmış pencereler… Hepsi bir ağızdan fısıldıyor gibiydi: “Zaman burada farklı akar.” Üç haftadır buradaydım. Hayatımın tüm telaşı, hastane koridorlarının ağır sessizliğine karışmıştı. Gözlerim, günün çoğunu pencerenin dışında bir umut aramakla geçiriyordu. Bir iyileşme umudu mu, yoksa sadece dışarıdaki hayatı …
Adı Fevziye’ydi. Bu sefer erkek olacak ümidiyle rahmetli dedesinin ismi olan Fevzi konulması düşünülürken ailenin üçüncü kız çocuğu olarak doğmuş ve talihe bakınız ki adı Fevziye oluvermişti. Gerçi şuna da hep şükretmişti ya Yeter ya da Döne olsaydı ismi ne olacaktı? Doğarken ötelenmenin markası gibiydi bu isimler. Ne de olsa ismi, “zafer, kurtuluş, üstünlükle ilgili …
Her şeyin başladığı gün içimde farklı bir sızı arkamda da ağır bir yıkıntıyla yürüyordum. Olmayan bir hayal, gerçekleşmemiş düşler, yarım bir sigara kadar işlevsiz, yenisini yaksan fazla gelecek eskiyi bitirsen az gelecek cinsinden. Buruk, biraz da tadında yalnızlıkla birleşince işe gitmekten beni alıkoyan binlerce sebep arka arkaya geldi. Neyse ki debelendim, zorladım ve konuştuk karşılıklı. …
Saatin metalik sesi, odayı doldururken, genç adam titrek bir nefesle kapıyı araladı. Masanın etrafındaki eski aletler, yılların pasını taşır gibiydi. Gözleri, her biri geçmişin izlerini taşıyan cırcır böceği şeklindeki eski arabalar ve raflardaki kristal saatlere takıldı. Fakat aklı, tam karşısındaki adamda, bir zamanlar dedesinin yanında büyük bir usta olarak saygı gördüğü saat tamircisindeydi. Gözleri buluştu. …
“İşte böyle Zafer’im, bir sabah namazında vurulmuş haberi geldi.” Rakıyı masaya vurup ağzına götürdü. Bu ya üçüncü ya da dördüncü dublesiydi Kemal abinin. İşten dönüyordum, saat sekize yaklaşmaktaydı. Aşırı yorucu bir gündü ve hemen eve gidip bayılmak için adım sayacak hâle gelmiştim. Tüm gün adliyeydi, büroydu derken trafikte hayatımın yarısını harcamıştım, bir de Ankara’nın bozkır …
Kimsenin ne yaptığından haberi yoktu ama herkes her şeyi en çok kendisinin yaptığını iddia ediyordu. En çok o elini taşın altına koymuştu, en çok o fedakârlık yapmıştı, en çok o kirlenmişti, savunmuştu, susmuştu, kimi zaman baş kaldırmıştı, kimi zaman başını eğmişti, o ölmüştü en çok ama sevemeden gitmişti. Kafasındakiler bir kere sızmıştı, söküp atması kolay …
Dişlerimi sıkmaktan çenem ağrıyor, boğazımı saran ipin baskısıyla nefes alamıyordum. Ağzımdan çıkan köpükler, bir yosun gibi yüzüme yapışmıştı. Başımı geriye atıp gözüme baskı yapan ağır eli itmeye çalıştım. Ne olduğunu anlamaya çalışırken gözlerim açıldı. Sağ şakağından sızan kan kirpiklerime karışmış, yüzüme düşüyordu. Gözleri açık, hareketsiz yatan bir adamla burun burunaydım. Siyahlar içindeydi, saçları tozla kaplıydı. …
Öğle saatlerinde otelin lobisinde karşılaştık ilk olarak. Esmer, kirli sakallı, Anadolu’nun herhangi bir yerinde görebileceğim sıradan bir toy avcısıydı. Kendine benzeyen memur kılıklı birkaç adamla birlikte yüksek sesli kahkahalar eşliğinde sohbet ediyorken kapıdan girdiğim anlarda sustu ve bakışlarını bana kilitledi. Umursamadım. Zamanla alıştım çünkü bu tarz bakışlara. Yalnız bir kadın olarak gün ortasında yanaştığım onlarca …
Karadeniz’in hırçın dalgaları öfkesini kusar gibi fırlatmıştı ölü adamı kumsala. Gazeteci kızın soğuktan titreyen vücudu bu manzaraya o kadar alışıktı ki artık hiçbir şey hissetmiyordu. Fotoğraf çekerken, “Bundan güzel bir haber çıkar,” diye düşündü. “Cinayet mi komiserim?” diye seslendi cesedin başındaki memura. Memur ters ters bakarak, “Şeridi genişletin, kimseyi de içeri sokmayın,” dedi. Kız, omuz …
Hani bu ada tropik bir adaydı, Rıfat? Öyle mi söylemiştim, Şifa? Bilmem, sanki böyle bir cümle geçti aramızda. Haklısın, ben de hatırlar gibiyim. Ama neye dayanarak böyle bir saptamada bulunduk, bilemedim. Adaya geldiğimizde havanın sıcak olacağına dair kesin bir inancım vardı, ondan belki. Şimdiyse üşüyorum. İstersen seni adanın biricik mağarasıyla tanıştırabilirim, Şifa. Bu adanın …
Rıfat, ceplerini karıştırıyor. Çakmağı bulmakta güçlük çekiyor. Haydi ama Rıfatcığım, zaten vaktimiz az! Acele edince elim ayağım birbirine dolanıyor, Şifa. Canım, ayağınla ilgili bir durum yok ki! Hem cebinde başka ne var ki bu kadar karışıklık yaratacak? Delik cebe, tırtıklı tarafından takılan çakmağı yakalıyor. Aceleyle dışarı çekiyor. Çakmakla beraber dışarı taşan cepten birkaç çekirdek kabuğu …
Ben FeKa. Bekliyorum. Yağmur. Kirli, sisli hava. Cebimde tartışılamaz bir bıçak var. Damağımda sinsi bir tat. Vakit akşam. Ezan okunuyor. Belediye otobüslerinde maskeli insanlar. Okul kusmuş, her taraf ergen. Şemsiyemin altında güvendeyim. Frekansı bozuk bu şehrin. Cızırtılı bir yalnızlık! Cebimde bir bıçak. Keser. Deler. Sövüyorum. Sisli hava. Kirli de. Yağmur da var. Bekliyorum. Ben FeKa! …
“Sevmeden, istemeden yaptığın iş seni bir ömür mutsuz eder,” derdi Mesut. Baro odasında oturmuş CMK dosyasını incelerken 6 ay boyunca bana anlattıklarını düşünüyorum. Ne çok uğraştı iyi bir avukat olmam için. Çabası beyhudeydi, bilmiyordu. Ya da biliyordu ama çabalamayı seviyordu. Özenirdim ona yalan yok. Bir işi bu denli aşkla yapabiliyor olmak hayal gibiydi benim için. …
Babam öldüğünde annemin karnında altı aylıkmışım. Rahmetli annem bir ilkokulda hizmetliyken emekli oldu. Annemin çalıştığı okulun müdürünün önayak olması neticesinde Balıkesir Ebe Okulu’ndan 1946 yılında ebe olarak mezun oldum. Mezuniyetimden sonra kışa doğru kendi ilçemize yakın bir yere, köyler grubu ebesi olarak ilk tayinim çıktı. 8-10 köyün ebeliğini yapacaktım. Ebeliğin yanında bir sağlıkçının yapması gereken …
Sabahlar, ruhunda kara bir yarık açardı. Gözlerini araladığı an, tavanın köşelerinde kıvranan hayali çatlaklar görürdü; onlar mı ona bakıyordu, yoksa o mu onlara? O gün, birden bir gülme isteğiyle doldu içi. Kahkahaları boğazında düğümlendi, acı bir hırıltıya dönüştü. İnsan ne kadar küçülebilirdi? Kendi içine sığamayacak kadar mı? Kendi kabuğunda sıkışan bir yaratık… Belki de ateş, …
Deniz kabardıkça teknenin burnu havalanıyor. Aklıma çocukluk hayalimi getiriyor. Küçükken köyü çevreleyen yamaçlara sırtımı yaslardım. Ayaklarımı yerden kesecek bir işi düşlerdim. Gökyüzünü izlerdim. Keskin çığlıklarla sert manevralar yapan kara kartal favorimdi. Kanatlarını öyle bir açardı ki tüm vadi onun sanırdınız. Gücünü gökten alırdı. İstediği her şeyi yapabilmeye muktedirdi. Süzülerek uçan leylekler, açgözlü martılar, minik serçeler… …
Leyla bir sabah bunaltıcı düşlerinden uyandığında odasına bakan holde bir hamam böceği gördü. Elbette böcekleri kimse sevmez. Ama Leyla daha fazla sevmez; tansiyonu düşer, olduğu yere çakılır, boğazından hırıltıya benzer sesler çıkarır. Yatakta doğrulan ama hareket edemeyen Leyla terliğine davrandı, böceğe yaklaştı. Böcek sakin ama tereddütlü ilerliyordu. İşte diye düşündü, bu eski binaya geldiğimden beri …
Ne güzel sessiz sedasız yol alıyor, sağ sol demeden canımın istediği gibi yayılıyordum. Bana kalsa bir süre daha öyle devam ederdim de fark etti kerata. Az uyanık değilmiş meğer. Bu kadar yakınlarına gelip dal budak saldığımı öğrendiklerinde genelde ayılırlar, bayılırlar, ağlayıp kendilerini paralarlar. “Neden ben?” diye derin sorgulamalara girişirler, bu sorunun cevabını pek veremezler ama …
Pazardan eve doğru hızlıca, neredeyse koşar adımlarla yürüyordum. Gün alacakaranlığa dönmüştü. Önüme çıkan her taşa ayağım takılıyor, kayalara çarpıyordum. Her taş günlerce bir yumruk gibi içime oturuyor öylece kalıyordu orada. Taşları çıkarmak için her uğraşım nafileydi. Ellerim yara bere içinde kalıyor, taşlar ellerimi kanatıyordu. Bilmiyordum ki bu taşlar yürüdüğüm yolda aşamayacağım, beraber yürümeyi öğrenmem gereken …
Bir. Biraz saf bir yüzü var sanki. İçilen bira sayısından daha gerideyse göz göze gelmelerimiz, kendimi olmayan şeylere inandırıyorumdur. “Çok düşünüyorsun,” diyor yanımda oturan genç adam. “Çok düşünüyor, bu yüzden de hiç hareket edemiyorsun.” “Evet,” diyorum. Düşünmekten çişe bile gidemiyorum bütün akşamdır. Birilerinden kaçmanın en kolay yolu onlara alaycı davranmaktır. Şüphesiz güleç bir yüzle söylenen …
Ne kadınlar sevdim zaten yoktular… A.İLHAN Bu sabah uyandığımda başka bir zihin, başka bir kalp, başka duygu… Başka olan her şeye uyandığımı içten içe fark ediyordum. Nasıl oluyorsa hep olduğu gibi değildi bu sabah. Ne suyun kaynayışı, ne havanın aydınlığı, ne evin eşyaları… Öyle ki havanın nemli soğuğunu içime çekerken de başkaydı. Az sonra günü …
Sen nasılsın bugün Yafa? Benim hiç keyfim yok. Okuldan erkenden çıktık bugün. Artık ders de işleyemiyoruz. Biliyorum beni duyuyorsun, hatta anlıyorsun değil mi? Keşke cevap da verebilseydin bana. Rahmetli babaannemin ruhu içime kaçmış olabilir mi? Kendimi onun kadar yaşlı ve onun kadar huysuz hissediyorum. İyi ki senin kadar uzun yaşamayacağım Yafa, yoksa dayanamazdım bu dünyaya. …
Birkaç haftalığına geldiği köy evinde iki aydır kalıyordu. Salgın hastalık haberleri, gittikçe korkunç bir hal almaya başlamıştı. Sabahları erkenden kalkıyor tavukları yemliyor, sahipsiz köpekleri yediriyor, bacağına dolanan yarı yabani yarı evcil kedilere mamalarını verip yatağına tekrar dönerek öğlene kadar uyuyordu. Hemen her gün bu böyle sürüp gidiyordu. Şehrin kalabalığı, otobüsler, yürüyen merdivenler, açılıp kapanan kapılar, …
Geceyi kucaklayan bir yalnızlık içinde rüzgârın ince ince uğuldamasıyla uyanmıştım. Kapalı pencerenin ardında ayın ışığı karanlık odanın köşelerinde uğursuzca titriyor, her bir gölge sanki canlanmaya niyetleniyordu. Zihnim bulanık, ruhum huzursuzdu. Geçen hafta aldığım eski aynanın etrafında bir şeyler vardı. Bir şeyin varlığı, fark edilemeyecek kadar ince fakat derinden hissedilen. O gün, çürümüş duvarların arasındaki o …
Doktor “Ne yazık ki terminal dönem başlamış,” dedi Cafer’e. Cafer’in bildiği tek terminal, şehirlerarası otobüs terminaliydi. Kanser illetinin ileriki evrelerine terminal dönem dendiği bilgisini o anda öğrenmişti. Ayten’in yaşamsal fonksiyonlarının sonlanmaya yakın olduğu dönemi tanımlamak için doktor böyle söylemişti. Cafer, çaresizlik hissi ve duygu karmaşasından dolayı ne yapacağını, hayat arkadaşı Ayten’inin son aylarında ona nasıl …
Aşina bir yürüyüşün eminliğiyle yola revan oldu. Bıçak gibi keskin sonbahar ayazı yüzünde derin kesikler açarken, puslu karanlığı kısık gözlerini perdeleyen uzun kirpikleri kederle inliyordu. Sadece gözlerini açıkta bırakacak şekilde eski ve çok da temiz olmayan bir eşarpla kamufle etti yüzünü. Şehrin kirini pisini sırtlandığı saatler giderek azalıyordu. Şehrin çöpü mü azalmıştı? Hayır! Kendi mi …
Gözleri griydi, yüzü yaralı. Ruhunun derinliklerinde, geçmiş anıların derin izleri ve doğanın ona bahşettiği kadim bilgelik vardı. Bakışları sanki gizli bir gerçeği saklıyor gibiydi; her bir av, her bir düşman, her bir kayıp ve zafer birer parıltı olarak bakışlarında beliriyordu. Kürkü gümüşe banılmış koyu toprak rengindeydi; tüyleri zamana yenik düşmüş, hırpalanmış ve yer yer dökülmüş …
Biliyorum, şimdi okuyacaklarınıza siz de inanmayacaksınız sevgili okuyucular. Çünkü bugüne kadar kimse inanmadı. Ama ben anlatmaktan vazgeçmedim ve vazgeçmeyeceğim. Bu deneyimi benden başkaları da yaşamış olmalı, yoksa deli damgası yiyeceğim. Damga umurumda değil de ya ben de inanırsam deli olduğuma? 5 Nisan Salı günü, her zamanki gibi saat dokuz civarında uyandım. Gece geç yatmış, yazmaya …
Ticaretle uğraşıyordum. İşim iyiydi. Evliydim, biri kız ikisi erkek üç çocuğum vardı. Bir gün komşumuz olan emekli bir doktorun tavsiyesi ile başvurduğum hastanede kanser olduğumu öğrendim. Doktor komşumuz hastalığımı anlamış ama bana söylemeye çekinmiş. Uzunca tedavi dönemim başladı. Kemoterapiler birbirini izledi. İşlerimi çocuklarıma devredip sakin bir yaşam için her şeyden elimi çektim. Eşim de tedavi …
Dalgın mavilerin arasında yürüyordu, ayağı bir sertlikle buluşana dek. Eğilip baktı, şaşkınca fısıldadı: “Bu da ne?” Küçük bir deniz kabuğu, yuvasından kopmuş, rüzgârların oyunuyla savrulmuştu. Eline aldı, kulağına yaklaştırdı. İçindeki uğultu, göğsünde kabaran dalgalara karışmıştı. Olduğu yere çöktü. Uzaklardan bir ses yankılandı, ürpertiyle çoğaldı derinlerinde. Gözlerini kapadığında, binlerce kar tanesi arasındaydı. On yaşındaydı, bir trenin …
Onlarca kişi, sahildeki bir villada sıkışıp kalmıştık. Radyo ise sadece kumsalda çekiyordu. Bu yüzden sırayla radyonun başında nöbet tutup bir haber bekliyorduk. Günlerdir cızırtıdan başka bir ses duymamıştık. Nöbet sırası bendeydi ve açıkçası hiç umudum yoktu. Canavarlar eninde sonunda buraya da ulaşacaktı. Pil bitiyordu, cızırtı azalıyordu. “Son gemi…. Yarın… Öğle… Rıhtım…” Ve radyo sustu. Kulaklarıma …
Kara dumanlarıyla bir vapur geçti önümden. Yamacında görünen kayıklar kıyıdan açıklara doğru serpiştirilmiş gibiydi. Aralarında başıboş tahta parçaları yüzüyordu. Martıların acı sesleri doklardan yükselen köpüklü suların yosun kokusuyla birleşiyor, genzimi yakıyordu. Kimi balıkçılar küreklerine asılmış, kimi ayakta dikiliyordu; kimi ikişerli oturmuş karşılıklı sohbet ediyordu. O an denizde olmaktan, ağlarına takılacak balıkları hesaplamaktan başka dertleri yoktu. …
Boyunca yeşil otların arasına uzanmış, görünmüyor. Bir kuş kondu ayakucuna. Yırtık çoraptan çıkmış başparmağını gagalıyor. Sanki bir gülümseme alacak gibi dudaklarını ısırıyor. Günahkâr o. Burada böyle yatacak; yemeyecek, içmeyecek, gülmeyecek, uyumayacak, yaşamayacak. Kefaretini ödeyince yüce Tanrı, “Vaktin geldi, ödedin bütün günahlarının bedelini, haydi!” diyene kadar. O uzanıyor, kimse görmüyor. Ama geceleri, geceleri durmuyor; kalbindeki isyan …
“Ben kalkayım artık Ayten Abla evde işler beni bekliyor.” “Bekler canım bekler, sen olmasan nice olur o evin hali de mi ya?” Mütebessüm bir mahcubiyetle yüzümü eğdim. İltifatla gerçeklerin yüzüme nazikçe vurulma hissi arasında bocalarken Ayten Abla niyetini açık ediverdi: “Kız ne diye evtikleniyon, otur az daha, kahveni bitir de git. Milletin keyfi keyif de …
Ali, küçük dükkânın tozlu raflarına gözlerini dikmişti. Hava dışarıda sıcaktı, boğucu bir ağırlık çöküyordu insanın üzerine. İçerisi ise serin ama boğuk bir loşluktaydı. Eski ahşap raflar, yılların biriktirdiği küçük izlerle doluydu. Her rafa yerleştirilmiş beyaz kutular; kimi kenarları yıpranmış, kimiyse hiç açılmamış gibiydi. Hepsinin üzerinde küçük harflerle yazılmış tıbbi terimler vardı. “Parasetamol”, “Antibiyotik”, “Antihistaminik”… Her …