Haberler
Bilim & Teknoloji
Yaşam
Kültür & Sanat
Haberler
Bilim & Teknoloji
Kültür & Sanat
17.02.2024 Sabah 07.30 Genç adamın bedeni mıknatısla çekilmiş gibi yapıştı hastane bahçesindeki banka. Üzeri yapraklarla örtülmüş demir yığın buz gibiydi. O ise bankın soğukluğuna ve yaprakların tozuna aldırmadan hareketsiz duruyordu. Genişçe açık olan bacaklarının iki yanına düşen elleri, çaresizliği haykırıyordu. Bakışlarına yerleşen dehşetli şaşkınlık, tüm bedenine yayılıyor; dudaklarının arasından mırıltılar yükseliyordu, “Neden?… Nasıl?…” Hastane için …
Şimdiye kadar olan hayatlar bir sırt çantasında. Benim gibi insanlar nereye gideceklerini bilmeden yollarda. Dönüp arkama bakıyorum. Önümdeki ucu görünmeyen kalabalığın daha fazlası arkamdan sürükleniyor. Aklıma, okuduğum kitaplardaki tercih edilen veya zorunluluğa tabi tutulan çoklu veya bireyin tek başına koyulduğu göçler geliyor. “Böyle bir zamanda akla gelebilecek şey mi şimdi benim düşündüğüm.” Elimde değil. Kitaplarda …
Dökülen saçlarını yerden aldı. Avucunda tuttuğu saçlarına üzülerek baktıktan sonra aynadaki yüzüne döndü. Mavi gözlerinin altındaki morluğu eliyle okşadı. Elinin şifalı bir merheme dönüşmesini umarak birkaç dakika bekledi. Gözleri çok şiştiğinden kapakları zor açılıyordu. Yüzünden umudunu kesince dönüp banyoya bir göz attı. Sanki on yıldır yaşadığı evde değil yabancı bir yerde gibi hissetti kendini. Gözlerinin …
Köpekler havlıyordu. Korkarım ben geceden ve açlıktan korkmayan köpeklerden. Karanlıkta göz gözü görmüyordu. Onu sevdiğimi içimden tekrarlıyordum. Adını andıkça yaşamak için uydurduğum bahanelerim tükenmemiş oluyordu güya. O benim ruhum, aklımın sigortası. O benim kafa kâğıdım, kördüğümüm. Unutmamak için adını sprey boyalarla duvarlara kazıyordum. Sprey boyaları Kadıköy’de bir sanat evi işleten Tekin abiden araklamıştım. Tekin abi …
“Doğum günüm yaklaşıyor.” Evet kırk. Yaş günüm bu. Dünyaya gelişimin kırkıncı yılı. Hicri takvime göre kırk yıl. Yıl ise üç yüz altmış beş tane döngüden oluşuyor. Güneşin ve ayın birbirini takip ettiği döngüler. Tamamlanmalar yani. Her sene bir döngüyü işaret ediyor işte. Milyonlarca yıldır birbirini takip eden güneş ve ayın yarattığı döngüde kırk parçaya bölünmüş …
Bugün dayılığım öldü. Eve eren yemeği yağıyor. Çorbasından etine, tatlısından pilavına kadar tam takım yemek yolluyorlar. Gelen yemeği kimin gönderdiğini yazıyorlar bir kenara; maazallah unutulur falan, kendileri de onların bir yakını ölünce yemek göndermeyiverirler. Böyle asilzade bir aileye yakışmaz; laf olur, söz olur. Gelen misafirleri kar beyaz masa örtüleri serdikleri sofralara oturtuyorlar. Ben de zorla …
Doktor, kırmızı tenli, kır sakallı, sivri burunlu ve kısa boylu bir adamdı. Sürekli konuşuyor, bir şeylerden şikâyetlenip duruyordu. Yanındaki zavallı kız bunalmıştı. Bıkkın gözlerle doktora bakıyordu. Doktor dişlerinin arasından tıslayarak fısıldadı. “Henüz kış gelmedi.” Birden bağırdı. “Derhal burayı serinletmezlerse işi bırakacağım!..” Kız yerinden zıpladı. Benimle ilgilenen yoktu. Kız klimayı açtı. İçeriye tuhaf kokulu bir hava …
Tam iki yıl oldu. İki yıl sonra ilk defa gün yüzümü gördü. İlk defa rüzgâr saçlarıma uçtu, bir pencere kenarında bırakmadan kanatlarını. Ben bugün hayalimde ölmüş her şeyi, çamurdan, yeni baştan var etmeye geldim. Ben bugün heykeltraş olmaya karar verdim. Tam iki yıl oldu. Bıraktım merak etmeyi, hangi yıldızlar görünür penceremden? Ya da hangi yıldızlar …
Bir tabuta sığmadı Onur’un bedeni. Küçük bedeni tabutun dörtte birini bile doldurmadı. Bir odaya sığınıp günlerce aç susuz kaldı. Sanırım uğruna yaşayacak bir şey de bulamadı. Yiyecek bir lokma yemek, içecek bir bardak su bulamadı. Hayallerinden de hiç bahsetmedi. Kimseyi kırmadı odada kaldığı sürece. Sahi, kaç gün kaldı Onur o kokuşmuş odada? Onu ilk gördüğümde …
Okuldan geldim, kurt gibi açım. Okula neden gidiyorum bu kadar aç kalacaksam, hâlâ anlamadım. Babamın verdiği yirmi beş kuruşa sadece simit alabiliyorum, yutamadığım için boğazımda kalıyor, Eylül de sırtıma vuruyor insin diye. Ama babamdan ayran parası istemeyeceğim, üzülür. Anneme “Param yok kadın!” derken duydum. Evet, annem bir kadın ama niye kadın olduğunu bağırdı. Kadın olmak …
1985 Nisan Tatlı telaşlar esiyordu bu sabah yollarda. Ağaçlar baharın hakkını veren imbat esintisiyle edalı edalı kıvrılıyor, kuşlar melodiyle şakıyor, güneş ışınlarını cömertçe sızdırıyordu etrafa. Gülşah heyecanlı ve mutluydu. Aslında biraz üzgün gibiydi. Yok üzgün değil de alışılmışın dışına adım atmanın belirsizliği gibi bir şey. 08.30’daydı uçuş. Son gece onda kalmamı istedi. Tek başına yola …
Adam, kafası dizlerinin arasında, iki dirseği iki dizinin üzerinde ve kaba eti topuklarına baskı yapar biçimde çömelmişti. Elleri bileklerinden sağa sola robot gibi sallanıyordu. Bu rahatsız çömelişten sıkılmış olacak ki dizlerini hapishane avlusunun toprak zeminine koyarak konuşmaya devam etti. Etrafında çember olmuş altı oğlu vardı. Konuşurken hepsinin yüzüne bakmaya dikkat ediyordu. “Dışarıda ailemizden hiç herif …
Onu görünceye değin dünyaya yaşamak ve kâm almak için geldik zannederdim. Ölmeye gelmişiz, ölmekle anlamına erecek birbirine dolaşmış ilmeklermişiz. Bir sabah yatağımdan hayaletlerimi sürükleyerek kalktım ve topraktan doğma suretimi paçavralara bölerek sokaklara dağıttım. “Bu size yeter,” diye bağırdım ve işaret parmağımı havaya kaldırıp tehditler savurdum pencerelerine üşüşen zavallılara. İnsan sevdiğine kavuştuğunda çevresine çitler ördüğü bahçesinden …
“Güçlü yönlerinizi sorduğumda, zor durumlarda inisiyatif almaktan çekinmem, bir işi deadline’ından önce bitirmek için mesai saatleri dışında çalışmaktan kaçınmam ve yeni çalışma ortamlarına hızlı adapte olabilirim dediniz…” Karşımdaki büyük saate bakıyorum. Tiktaklarını nabzımda hissediyorum. Onca soruya cevap verdiğim halde sadece on beş dakika geçmiş olduğunu görünce içim sıkılıyor. Yine mi olmayacak kurdu içimi kemirmeye başlıyor. …
Hikâyen devam etmiyor oğlum Emrah. Devam ettiğini zannettiklerin, başarısız başlangıçlardan başka bir şeye benzemiyor. Üstelik bu “baş”lı kelimelerle başına zaten başlı başına… Ceketinin cebinde aspirini çeviriyor. Başım çatlıyor. Su olmadan da yutulmaz şimdi bu. Ne işim olur benim fuarla, imzayla? Metin’e de maskara olduk. Hem de bilmem kaçıncı defa… Hapşuuu! Az ileride, yedi virgül yirmi …
Uzundere Kaymakamlığı’nın yazı işlerine memur olarak atandığında yirmi iki yaşındaydı. Göreve başlayacağı gün içi içine sığmadı. Ne giyeceğine bir türlü karar veremedi oysa ataması çıkınca devlet memurluğuna yaraşacak kıyafetler almayı ihmal etmemişti. Birkaç kez giyinip çıkardı. Aynada kendisini seyretti uzun uzun. Beğenmedi, değiştirdi. Kiminde çok resmi, kiminde ciddiyetsiz buldu kendini. Şu ilk günü bir atlatsa …
“Ben mi kuzuladım da almıyorsun?” dedi yavrusunu emzirmek istemeyen koyuna. Bahar döneminde tüm sürü yavrulamıştı. Her şeyi ağırdan alan bu koyunsa yazın ortasında ancak doğurabilmişti. Kuzunun çelimsiz halini iyi görmeyen Deli Veli sürüyü başka çobana emanet etmiş, yavruyu ve anneyi alıp eve getirmişti. Adını ana babası koymuştu tamam ama deli sıfatını uçan kuşla bile kavga …
Araba bizi tabiat parkı diye çamurlu bir göle gölgesi düşen tepenin kıyısına kadar götürdü. Sonra navigasyon durdu. Sinyal kayboldu. Yuvarlak mavi noktanın gösterdiği yerde Gülperi ile göz göze geldik. “Öve öve bitiremediğin doğa harikası burası mı?” diye dudak bükerek suratını astı. Sırtındaki mor renkli pelüş çantanın kemerlerine asılıp ayaklarını yere vurdu. Aşağıda iki ihtiyar balıkçı …
Elleri yürütecinin kollarını sımsıkı kavramış. Adımları yorgun. Nefesi zorda. Koridorun sonundaki odasına zor atıyor kendini. Tek isteği sonsuza kadar uyumak. Düşünde onu görüyor. Babasına en çok ihtiyacı olan o yaşlarda. Çocuk saflığında. Mutluluğu elindeki renkli balonun içinde. Sadece gözlerini görüyor. Aklından hiç çıkmayan, her gece rüyalarını süsleyen o gözleri. Belki de hatırladığı tek şey. Sis …
Vicdan, önüne yığılmış rengârenk, kokusu mutfağı dolduran sebzelere baktı. Tarla domatesi, salatalık, sarımsak, fasulye dalından koparıldıklarını henüz anlamamışlardı. Ama turşu olmak için bidona girmeye hazırlanıyorlardı. Vicdan’ın içini kemiren korku sebzelerin dile gelmesi kadar uzak ihtimaldi. Mantığının kabul etmediği fakat aklının da açıklayamadığı bir şeyler vardı. Hayatta karşılaştığı her zorlukta olduğu gibi yaradana sığındı. Mutfağın küçük …
Yasaklı şehir kıyılarına çıktı yollarım. Hiçbirinde ikamet edemedim. Kovulmadım ama içim götürmedi dikenlerin gölgesinde yürümeyi. Duvarlar üstüme yığıldıkça direnebilmeyi öğrendim. Nerede olduğumu anımsayamayacak kadar buğuluydu zihnimin içi çoğunlukla. Kulaklarımda yankılanan belli belirsiz seslerle boğuşuyordum. Çın…çınnn…çınnnn… Öyle ki sondaki n harfi kimi zaman uzadıkça uzuyor, neredeyse fezaya ulaşıyor gibiydi. Adımlarımı sese doğru arşınladığımda pırıltıyı andıran ışık …
“Bir köpek de pişmanlık duyacağı şeyler yapmamalı.“ Tanrı’yı Gören Köpek “Seni şapkamda daha ne kadar taşıyabilirim Leo?” Philip, yaz sonu okula başlayacaktı ve öğrencilerin okulda şapka takmaları yasaktı. İçinde köpek saklama ihtimalinden değil, başlarının açık olması gerektiğinden. Leo’yu saklayacak başka yeri yoktu. Bir çaresine bakmalıydı. Kız olsaydı bir köpeği sütyeninde taşıyabilirdi ama ne yazık ki …
Boynumdan alnıma doğru yükselen sıcaklığın yüzümü kızarttığını fark edince kaşınmaya başladım. Yanaklarımı kaşıdım. Tırnaklarımı saçlarımın arasına geçirdim, biraz deri tahribatı yaratmış olabilirim kendi adıma. Akşam duşta mentollü şampuan yangınıyla belli eder kendini. Gitti diye ağlanır, aşk acısıyla ilgili ritüeller böyle başlar genelde. Gelmeyen için bu işin raconu nedir bilmiyorum ki. N’apıcam şimdi ben. Sanalı reelleştirmek …
“Biz sizi ararız,” dedikten sonra yüzüne zoraki bir gülümseme yerleştirdi. Kolunun altındaki dosyayı işaret ederek “İletişim bilgileriniz var zaten,” diye de ekledi. Hazırladığım özgeçmiş üç sayfayı geçmiyordu. Hadi benim uzun uzun anlatacağım eski bir çalışma hayatım yok, anlı şanlı iş tecrübesiyle kâğıtları kabartanları da dikkate alırsak orada en az elli kişilik iş başvurusu vardı. Kızıl …
Tohumları toprağına ektiği günü düşündü. Onları suladığı, tohumların filizlendikleri günleri… Nasıl da heyecanlanmıştı. İlk hasatı… Bambaşka bir heyecan… İşte şimdi avucunda ezilerek toz olmayı bekliyorlardı. Aslında hiçbir şey beklediği, planladığı gibi gitmemişti. Gökten su düşmemiş, güneş kavurmuş atmıştı geçim kaynağını. Sağdan soldan su çekmiş ve kurumalarına izin vermemişti hasatının. Derdi onları satıp zengin olmak değildi …
Öğretmen ayakkabı numaramı sordu bugün. Yanına çağırdı, fısıltıyla kulağıma. Yaşımı da sordu, kaç beden giydiğimi. Ne zaman gelir öğretmenim, dedim. Cevap vermedi. Bazı şeyler gizli kalmalı, boşuna fısıldamadı ya kulağıma. Eve gittim. Teker teker anlattım evdekilere. Anneme ayrı, babama ayrı, neneme ayrı. Kardeşlerime söylemedim, içlerinde kalır. Ben bir iki sene giyeyim zaten onların olacak. Hem …
Kedi olalı bir fare yakaladık, oğlum Emrah! Bu güzel adımlar kitap fuarı için, mavi boncuk dağıtır gibi imza dağıtacaksın, “Emrah Beyciğim,” diyecekler, “doğrusu pek de yakışıklıymışsınız.” Kel mel dinlemeden, tatlı tatlı utanma rolleri, e tabii, rol bizim işimiz, düşün, öyle bir fuar! Zevzekliği bırak da önüne bak Ömerciğim, ganyan oynamaya giderken atlardan bahsediyormuşuz gibi anlatmak …
Ayda bir iki defa misafirler için açılan salonlardan birinde, annemle birlikteyim. Rahatsız, en ufak bir lekeyi, hatayı, dökülmeyi belli eden, açık renk, çocuklar için fazlaca geniş ikili koltuğun bir köşesinde oturuyorum. Sırtımı koltuğa tam olarak yasladığımda ayaklarım havada kalıyor, ayaklarımı yere değdirerek oturduğumdaysa sırtım boşlukta kalıyor kamburlaşıyorum. Annem tarafından kim bilir kaçıncı defa evde yalnız …
Okuldan çıktıktan sonra doğruca lojmana yönelen ve kendini yatak odasında bulan Öğretmen Osman’ın bir an önce uyumaktan başka isteği yoktu. Yatmak, uyumak dünya dertlerinden uzaklaşmanın tek yoluydu. Sürekli uyusa, güzel rüyalar görse ve bir daha uyanmasa ne iyi olurdu. Giysilerini çıkarıp yatağa yönelince yorganın üstünde uyuklayan kediyi fark etti. Azarlayıp yataktan indirmeye çalıştı, başarılı olamadı. …
Nasıl ve niye geldiğini bilmediğim bir ruh hali ile erkenden uyandım. Oysa umut namına içimde küçücük bir kırıntı dahi kalmamıştı. Evi temizlemiyor, yemek yapmıyor, kıyafetleri ütülemiyordum. Kuşların yemi ne zaman bitmiş, kedinin su kabı ne vakittir boş kalmış, hiçbirini hatırlamıyordum. Bu durumda evvela bu canlardan özür dilemem gerekiyordu, kendimden utanmayı sonraya bırakmalıydım. Günlerdir anahtarını çevirmediğim …
Sıradan bir kız okuluydu bizimkisi, hani biçki nakış dersleri verenlerden. Ütü masasında kol ütüleme bölümü olduğunu orada öğrenmiştim. Bunun için hâlâ minnet duyarım sevgili Songül hocama. Yoksa Seyficiğimin kol manşetlerini bu kadar muntazam ütüleyebilir miydim? Sadece bunu değil, bununla birlikte birçok şeyi öğretmişti Songül hocam; yastık kenarlarına çiçek nakışlamayı, maydanozlu omlet yapmayı, kıtır kıtır sable …
“İçimde bulduklarımı dünyada kaybettim.” Bu sözleri babam; annemle gerdeğe girdikten üç beş ay sonra, ben doğmadan birkaç hafta önce ve kendini eski evimizin bodrumunda, sızdıran çatlak su borusuna asıp intihar etmeden birkaç dakika önce yazmış. Ah baba! Keşke benim de ölüp giderken arkamda bırakabileceğim afili bir son sözüm olsaydı! Ama yok. Halbuki bütün yaşamım boyunca …
Beyaz önlüklü bir doktorun beni seyrettiğini hayal etsem, bu hayalimi kâğıda döksem… Oturdum. Yazmadan önceki o tuhaf hisle duvarları seyrederek. Kurşun kalemim yoktu. Parmaklarım öyle hızlı hareket ediyordu ki bilgisayarı, tuşları hatta kendimi… Bir başkasıymışım gibi. Boş sayfanın kendiliği dikte ediyordu hikâyeyi. Hafiflikle havayı, odayı, gerçekliği dolduran bu şeye hikâye demem haksızlık olur. Bazen haksızlık …
Sıkıntıdan ölmek üzereyim. Duvardaki saat “Belleğin Azmi” tablosu sanki. Şelaleden akan su gibi iştahla konuşuyor herkes. Susmayacakmışçasına. Nefes almaya nasıl fırsat buluyor bu insanlar anlamıyorum. “Sessizliğe kavuşmak için susmaz mı insan?” Ben düşünürken konuşmayan tek şey duvar, cevaplıyor. “Hiç. Hiç susmaz!” Hep bir ağızdan bağıra çağıra konuşmaya devam ediliyor. Fırsat bulup nasıl yeteri kadar nefes …
On üç aralığın üzerinden altı ay geçti hâlâ rickshaw-yallah aşağı rickshaw-yallah yukarı. Allah inandırsın yirmi dakikalığına çekmiştim aracı kaldırımın yanına. Hay elim ayağım kopaydı da çekmez olaydım. Küçük oğlum diş çıkarıyordu, gece hep ayaktaydım. Karım hafta sonundan beri büyük temizliklere gidiyordu. Hanımları yeni yıl temizliği yaptırıyormuş. Garibim üst başını bile değiştirmeden attı kendini yatağa. Sızdı kaldı …
Tüm gücümle ittiğim paslanmış demir kapı, kurumuş begonvil yığınını bahçe yolunun kenarına süpürüyor. Çıtırtılı bir hüzün yayılıyor öksüz bahçeye. Nar ağacının cılız dalında kuruyup kalmış nar, zamanı durdurmaya yeminli. Pergolanın kiremitleri dişleri dökülmüş bir ihtiyarın ağzı gibi sırıtıyor. Üst kat balkonuna asılı “Satılık” yazısının yarısı güneşten solup silinmiş; uzaktan bakınca “ılık” diye okunuyor. “Bu ılık …
Nazife Hanım her sabah gün doğmadan uyanıp namazını kıldıktan sonra kahvaltısını eder, ardından da bahçesinin müdavim kedilerine mamalarını verirdi. Yedi yıl önce kocası öldüğünden beri bu kedileri beslemeyi âdet edinmişti. Kedilerin karnını doyurduktan sonra biraz örgü örer, müsaitlerse komşu kadınlara çay içmeye gider ya da komşuları Nazife Hanım’a kahveye gelirdi. Komşularına gittiğinde evlerini iyice bir …
Yerlerde bira kutuları, kırık şişe, kusmuk ve yemek artıklarını eze eze, tuttuğu takımın rengine bürünen, büründüğü rengi omuz ata ata diğerlerine bulaştıran grubun içinden geçip annemle her defasında geldiğimiz meyhaneye daldım. Abimi neden buraya çağırdım bilmiyorum. Sanırım annemle biraz zaman geçirecekse, annem de onu görüp biraz laf edecekse en iyi yer burası olurdu. Bir şeylerle …
“Dök bakalım eteğindeki taşları. Tanırım bu bakışları,” dedi Burak ve sırtını koltuğa yasladı. Eskiden de kendine zaman ayırıp şık giyinirdi. Kirli sakalı da her zaman özenliydi ama şimdi daha bir başka görünüyordu Cenker’e. Paçasının ucundaki kurumuş çamura aldırmayan Cenker, kocaman masanın önüne konumlanmış deri devetüyü koltuklardan birine oturmuştu. Çocuklar, yoğun iş temposu uzun saatler çalışmasını …
Mahal Edebiyat’ın gelenekselleşmiş mini yarışması Görselden Öyküye için, 14 Haziran’da duyurulan görsele on öykü gönderildi. Özkan Öztürk’e ait olan görsele dair gönderilen öyküleri Aydın Akduman, Mete Karagöl ve Onur Özkoparan okudu. Buna göre ilk üç öykü ve yazar şu şekildedir. 1. Nurgök Özkale, Ellerim Bak Boş Kaldı2. Zülal Nimet Demirel, Likörlü Çikolata3. Fatma Tutak, Başı …