Haberler
Bilim & Teknoloji
Yaşam
Kültür & Sanat
Haberler
Bilim & Teknoloji
Kültür & Sanat
Liderliği öğrenmenin kısa yolu yok maalesef. İnsan ne kadar zorluk çeker ne kadar engel aşarsa, kendini hayata o kadar güçlü hazırlar. Her şirketin yöneticilerine ve yönetici adaylarına bu mücadele gücünü aşılaması ve onların kendi “kişisel bilgeliklerini” inşa etmelerine imkân sağlaması gerekir.
Tıpkı ağaçların budandıkça kendilerini tazelemesi gibi şirketler de atıl, işlevsiz her ne varsa onlardan kurtularak yenilenir, güçlenirler. Eğer şirketler zamanı geldiğinde “budanmazlarsa” içten içe çürümeye başlarlar. Şirketlerin yeniye yer açmak için, eskiyi terk etmeleri gerekir.
Pek çok işin neredeyse sıfır kar bölgesine girdiği; her ürünün bol, iş yapmanın çok zor olduğu bu dönemde, ayakta kalmak için her şirketin inovasyon yapması şarttır. Peter Drucker'ın dediği gibi, "Her işin iki temel fonksiyonu vardır: "İnovasyon ve Marketing"
Talebin daraldığı dönemlerde değişen tüketici beklentilerini en iyi ve en hızlı anlayan ve buna inovasyon yaparak çözüm üreten şirketler, bu dönemden en fazla yararlanan şirketler olur. Daralma döneminin sonunda en güçlüler değil, değişime en hızlı uyum sağlayanlar ayakta kalır.
Bugün dünyanın her köşesinde, hayatta kalma ve daha iyi yaşama dürtüsü ile her insan, her aile, her şirket, her toplum kendini yeni koşullara uydurmak için bir büyük bir çaba gösteriyor. Bu çabaların sonunda bizi bekleyen "yarın" şekillenip ortaya çıkacak. Sözünü ettiğim bu "yarını" bugünden tahmin ettiğini söyleyen kim varsa ya ne dediğini bilmiyordur ya da şarlatandır.
Berkshire Hathaway şirketinin sahibi ve dünyanın en zengin insanlarından biri olan Warren Buffett işe alacağı insanlarda sırasıyla üç özellik aradığını söyler: Karakter, enerji ve yetkinlik. Karakter olmazsa olmaz bir şarttır. Karakteri oluşmamış bir insan ne kadar pozitif bir enerjiye ne kadar üstün yetkinliklere sahip olursa olsun, işe yaramayacak bir insandır.
Bu salgının toplumları nasıl etkileyeceğini, siyasi ve ekonomik sistemlerin nasıl değişeceğini, uluslararası ilişkileri hangi yöne çevireceğini şimdiden bilmek mümkün değil. Salgın sonrası dönemde herkesin düşüncelerinde ve davranışlarında bazı değişiklikler olacağı kesin. İnsanlar değişen bakış açıları, azalan gelirleri ve edindikleri yeni alışkanlıklarla bazı satın alma tercihlerini değiştirecekler. Bu değişiklikler bütün ekonomilerde bütün sektörleri olumlu ya da olumsuz etkileyecek. Ben sokağa çıkma yasaklarının kalkması ve ekonomilerin normal işleyişlerine yeniden dönmesiyle birlikte insanların eski hayatlarına, eski alışkanlıklarına en kısa zamanda dönmek için çaba gösterecekleri düşüncesindeyim. İnsanların uzun yıllar boyunca edindikleri alışkanlıkların bu salgın sonrasında kökten değişeceğine inanmıyorum. Doğası gereği sosyal bir varlık olan insan bundan sonra da birlikte çalışmaya, birlikte eğlenmeye, birlikte yaşamaya devam edecek.
Şirketler, her şeyin maliyetine son derece titizlik gösterirken, en önemli maliyet kalemi olan yöneticilerin zamanını; gereksiz, fazla uzun ve verimsiz toplantılarda hovardaca harcıyorlar. Üstelik çoğu, böyle bir israf içinde olduğunun bilincinde bile değil.
İnsanların günlük hayatlarında adaleti en yakından deneyimledikleri ortamlar, zamanlarının büyük bölümünü geçirdikleri işyerleridir. Görevlerin, ücretlerin, terfilerin, ödül ve cezaların çalışanlar arasında nasıl dağıtıldığı, işyerindeki adaletin en temel göstergesidir.
İçinde rekabet ettiği pazarı yeniden tarif etmeyi, yeni ve rakipsiz bir değer yaratmayı hedefleyen her şirket önce tanımlanmış sınırların dışına çıkmak zorundadır; çünkü olgunlaşmış pazarlarda hem sınırların içinde kalıp hem de “yeni bir oyun düzeni” kurmak mümkün değildir.
Liderlik kavramını saplantılı bir şekilde abartıyoruz. Liderlik elbette çok değerli ama birlikte yaşama ve birlikte başarma bilinci olmayan bir topluluğu tek başına bir liderin refaha kavuşturması da mümkün değil. Bugün çoğu şirket çalışanlarının şirkete bağlılıklarının düşük olması, liderliği yücelten, yönetmeyi ve insana değer vermeyi küçümseyen anlayış nedeniyledir.
Medicilerin yaptığı en önemli şey, farklı disiplinlere mensup insanları bir araya getirmek, onların özgürce tartışmalarını sağlamak ve herkesin birbirinden yeni şeyler öğrendiği bir ortam oluşturmaktı. Mediciler sanatı ve bilimi destekleyen cömert tavırlarıyla kendi etraflarında çok değerli bir ekosistem yaratmışlardı.
İnovasyon sadece üst yönetimin tek başına başarabileceği ya da bir AR-Ge departmanının kendince çözebileceği bir iş olmaktan da çok uzaktır. O yüzden inovasyonun en başta bir iş yapma anlayışı olarak herkesin sorumluluğu, rutin iş yapma kültürünün parçası olması gerekir. İnovasyon ancak bütün paydaşların katkı ve katılımlarıyla gerçekleştirilebilecek bir iştir. İnovatif olabilmek için inovasyonu herkesin sahiplenmesi, gereklerini yerine getirmesi gerekir. Bunun için de kontrole dayalı değil; gönüllü katkı üzerine kurulu, özgürlükçü, tüm değer ortaklarını işin içine katan bir yapı kurmak gerekir.
Yaygın anlayışa göre CEO’nun birinci görevi şirketi kâr ettirmektir. Bana göre bu tanım eksik bir tanımdır. Çünkü şirketlerin varoluş sebebini sadece kâra bağlamak, yüzeysel ve kısa vadeli bir bakış açısıdır. Şirketler elbette kâr etmelidir ama kâr bir amaç olmaktan çok, “işin doğru yapıldığının” kanıtıdır.
Yaşadığımız bu durum kalıcı değildir. Süresini ve şiddetini bilemesek de bu dönemin geçici olduğunu, güneşin tekrar açacağı günlerin geleceğini bilerek karar almak gerekir. Sosyal medyadaki felaket tellallarına bakmayın. Salgın sonrası dünyanın tamamen değişeceğini iddia eden fütüristlere de kanmayın. Toplumların hayat tarzları ve tüketim alışkanlıkları üç ayda değişmez. Şirketinizin nakit akışını kontrol edin. Eğer nakdi kontrol edebiliyorsanız panik yapmadan soğukkanlı davranın, sadece bugünü değil gelecek yılı ve sonrasını da düşünerek karar alın. Bu dönemin getirdiği fırsatlara odaklanın.
En değerli çaba, karmaşık stratejileri, yöntemleri, ürün ve hizmetleri sadeleştirmektir. Kolay anlatılan bir strateji, kolay anlaşılan bir yöntem, kolay kullanılan bir ürün, karmaşık olana kıyasla çok daha değerlidir. Sade, yalın bir çözüm, paha biçilmezdir.
Çalışanların bir şirketi benimsemeleri ve tek bir vücut gibi uyumlu davranmaları, ulaşılması zor bir idealdir. Ama bugünün rekabet koşullarında bir şirketin başarılı olması için farklı kökenlerden, farklı ırklardan, farklı milliyetlerden, farklı inançlara sahip yetenekli insanların ortak değerler etrafında birleşip ortak bir hedefe varmak için gönüllü katkı vermeleri gerekir. Bu nedenle, ulaşması zor olsa da her şirketin bu ideale yaklaşmak için çaba göstermesi gerekir.
Sonuçlar her zaman adil olmasa bile “niyetlerin” ve “yöntemlerin” adil olması gerekir. Bunu sağlama görevi elbette yönetenlere aittir. Adaleti sağlayacak olan siyasette liderlerdir. Şirkette patronlar ve üst düzey yöneticilerdir. Adaleti sağlayamayan liderlerin huzurlu bir ortam yaratmaları mümkün değildir. Hepimiz adil muamele görmek, adil davranacağından emin olduğumuz ilişkilerin parçası olmak isteriz. İnsanları iyi çalışmaya, katkı yapmaya, fark yaratmaya motive eden toplumların ve kurumların her şeyden önce “adil olması” gerekir.
Refah toplumu olmak için, şirketlerin katma değeri yüksek ürün ve hizmetler üretmesi gerekir. Bu da ancak yaratıcı fikirlerin geliştireceği inovasyonlarla mümkün olur. Şirketler, yaratıcı fikirleri kendilerine çekmek, bunları sistemli bir şekilde değerlendirerek inovasyon yapmak için uygun iklim ve kalıcı yapılar kurmak zorundadır.
Her kademedeki yönetici insanları eğitme, ödüllendirme, motive etme, uyarma, ikna etme, ilham verme; yoldan çıkan işleri düzeltme, krizleri yönetme; pazarlık etme, arabuluculuk yapma, zayıflayan iletişim bağlarını sağlamlaştırma işlerinden sorumlu olduğu gibi, strateji geliştirme, kaynak yaratma, genel akışı kontrol etme gibi görevleri yerine getirme sorumluluğunu üstlenir. Mintzberg, doğası gereği bu kadar farklı işi bir arada üstlenmeyi gerektiren yöneticiliğin ancak bilim, sanat ve zanaatın birleşmesiyle yapılabileceğine inanır. Yönetici ihtiyaç duyduğu teoriyi bilimden; ilhamı ve yaratıcılığı sanattan, sorunlara çözüm bulma yöntemlerini de deneyimden yani zanaattan alır.
Sadece bilimsel yöntemler ve ustadan öğrenilmiş kadim bilgilerle bir şirketi başarılı bir şekilde yönetmek mümkün olmadığı gibi, bir insanın sadece sezgisel karar alarak da iyi yönetici olması mümkün değildir. Elbette her yönetici okuldan öğrendiklerini iş hayatında kullanır ve yetiştiği işyerinde elde ettiği deneyimlerden faydalanır ama her yöneticinin aynı zamanda bir sanatçı gibi sezgisel karar alması da gerekir.
Çoğunluk yaratıcılığın ve inovasyonun bir yetenek işi olduğunu düşünür. Oysa inovasyon, yetenekten çok bir ortam meselesidir. Uygun ortamda, uygun teknikler kullanan herkes inovatif fikirler geliştirebilir. Bu nedenle şirketlerin ve kurumların inovasyon kabiliyetlerini yükseltmek için, inovasyon dostu ortamlar oluşturmaları gerekir.
İnovasyonların çoğunluğu bir alandaki yeniliğin veya bir çözümün başka bir alana yaratıcı bir şekilde uyarlanmasıyla yapılır. Bunun için şirketlerin kendi alanlarının dışındaki uygulamaları dikkatle takip etmeleri gerekir. Kendi sektörleriyle hiç ilgisi olmayan gelişmeler, birçok şirket için inovasyon kaynağı olabilir.
Hayatta seçeneklerin birbirini dışlamadığı pek çok durum vardır; “hem o hem de bu” aynı anda doğru olabilir. Hayat sadece siyah ve beyazları değil grileri de barındırır. Bir şey “ya doğrudur ya da doğru değildir" yaklaşımı, hayatın çok boyutlu gerçeklerine uymaz. Etkili liderler, “ya o, ya bu” seçenekleriyle karşı karşıya kaldıkları zaman, kısıtlamaları ve dayatmaları aşan, çelişen seçenekleri bir araya getirmenin yaratıcı yollarını bulan, yeni yollar açan insanlardır.
Pazarlamanın özü, insanların gündelik hayatlarında sorunlarını nasıl çözdüklerini, sorumluluklarını nasıl yerine getirdiklerini; hayatlarını daha konforlu, daha eğlenceli, daha zevkli kılmak için neler yaptıklarını anlamak ve içinde girdikleri her özel durumda hangi ürün ve hizmetlere ihtiyaç duyacaklarını keşfedip onlara bu ürün ve hizmetleri sunmaktır.
Liderliği öğrenmenin kısa yolu yok maalesef. İnsan ne kadar zorluk çeker, ne kadar engel aşarsa kendini hayata o kadar güçlü hazırlar. Her şirketin yöneticilerine bu mücadele gücünü aşılaması ve onların kendi “kişisel bilgeliklerini” inşa etmelerine imkan sağlaması gerekir.
Çoğu yönetici çalışanların katılımını almakla, şirkette demokrasiyle yönetmeyi birbirine karıştırıyor. Bana göre şirketler, demokrasiyle değil katılımcı bir anlayışla yönetilmelidir. Bir şirkette insanların seslerini duyurup kararlara katılmaları, o şirketin demokrasiyle yönetildiği anlamına gelmez. Ben şirketleri demokrasiyle yönetmenin mümkün olmadığını ve böyle bir yönetimin de zaten gerekli olmadığını düşünüyorum. Demokrasi toplum yönetimleri için gereklidir, şirketler için değil.
Yöneticilik görevinin en zor taraflarından biri, bir gün içinde sayısız farklı konuda bazısı kısa bazısı uzun görüşmeler ve toplantılar yapmaktır. Bunların her birine özen göstermek, konsantre olmak, aktif bir şekilde dinlemek ve etkili karar almak son derece zordur. Ayrıca herkes, her an yöneticilerden bir cevap, bir karar ve en önemlisi kendisi için zaman ayırmasını bekler. Yöneticilerin bir kahve içme ya da işle ilgisi olmayan bir öğle yemeği yeme imkanları bile olmaz.
Yönetim ya da pazarlama konferanslarında konuşanlar, Z kuşağı gençlerini anlatırken sanki dünyaya farklı bir insan türü gelmiş de bizim haberimiz yokmuş gibi konuşurlar. Z kuşağı gençlerinin çalışma hayatında “anlam arayışı” içinde olduğunu söylerler. Bu kuşağın çalışacağı şirketlerin sadece kar için değil “Daha iyi bir dünya için”, “Hayata değer katar” gibi “ulvi amaçları” olması gerektiğini söylerler. Bunlar dayanağı olmayan genel geçer laflardır.
Yöneticiler istedikleri kadar, “Kapım herkese açık. İsteyen herkes bana ulaşabilir.” desinler ya da toplantılarda çalışanlara görüşlerini sorsunlar, herkes ne zaman konuşulacağını, ne zaman konuşulmayacağını bilir. Zaten en otoriter yöneticiler bile, kendi yönetim biçimlerinin, herkesin görüşünü özgürce ifade edebildiği bir yönetim biçimi olduğunu söylerler. Ama her topluluğun yazılı olmayan kuralları vardır...
Gerçek hayatın belirsizliği ve karmaşıklığı içinde her yönetici her gün olayların ve insanların kendisini yönettiği bir kukla olmak riskini taşır. Bu duruma düşmemek için her yöneticinin etkili bir yönetim tarzı benimsemesi gerekir.
İnsanın içindeki iyiye inanmak, onun katkısını alacak bir çalışma ortamı oluşturarak onu sorumluluk almaya ve inisiyatif kullanmaya (elbette hesap vermeye) teşvik etmek mümkündür. Eğer katılımcı bir şirket ortamı oluşturabilirsek, bundan hem çalışanlar hem de bütün paydaşlar karlı çıkar.
Daralan ekonomide kitlelerin ruh hali nasıl olur, tüketiciler nasıl davranır, bu durumda şirketler ne yapmalı? Daha önce yaşadıklarımızdan bazı dersler çıkarmak mümkün. Her değişim, içinde bir çok fırsatı barındırır. Bu durgunluk döneminin de bir sonu olacak ve ekonomi tekrar büyüme dönemine girecektir. Değişime en hızlı ve en iyi uyum sağlayan şirketler, bu dönemden en karlı çıkan şirketler olurlar.
Karar vericilerin iyi niyetli olup olmadıkları ve süreçlerin adil olması, sonucun ne olduğundan daha önemlidir. Sonuçtan hiç hoşnut olmasa bile iyi niyetin ve adaletin hâkim olduğu koşullarda insan elde ettiği sonucu “hakkım buymuş” diyerek kabullenir. Bunun aksi durumlarda, Ültimatom oyununda olduğu gibi, insan kendisine adaletli davranmayanları eline ilk geçen fırsatta cezalandırmak ister. Üstelik bunu yaparken kişisel kaybı olup olmadığını bile düşünmez çünkü cezalandırmaktan aldığı haz kişisel çıkarından daha ağır basar.